Twitter
Visit Us
YOUTUBE
YOUTUBE
LINKEDIN
Share

Tarihte bilinen ilk yazılı anlaşma, Hitililerle Mısırlılar arasında yapılan Kadeş Anlaşması’dır ve konusu Suriye topraklarıdır. Elbette bir anlaşmanın uluslararası olmasıyla, tarafların müzakere becerilerinin gelişmesi, tarih boyunca el ele gitmiştir. Aslına bakarsanız, uluslararası ticaret, başta anlaşmalar olmak üzere, hukukun gelişmesi için en önemli itici güç olmuştur!

Latince bir kelime olan negotia (müzakere), iş (business) demektir. Bundan daha net olarak müzakere nasıl açıklanabilir? Bu şekilde eski Roma ve Yunan’da M.Ö. 300’lerde karşımıza çıkan hukuk alt yapısı ve avukatlık; yani savunma makamı, bugün Batı dediğimiz her ülkede, öyle ya da böyle, uluslararası ticarete paralel olarak gelişmiştir. Bunun için dönemin Akdeniz ticaret hayatına kısaca göz atmak yeterlidir. Bir başka örnek olarak 1200’lerin İngiltere’sinde avukatlık tanımlanmıştır ve böyle bir ünvan da, vardır. Ortaçağ’ın din baskısıyla kararan hukuk ya da yaşanan hukuksuzluk düzeni, yeni keşiflerin yapılması ve reform ve rönesans hareketiyle birlikte laikliğe geçişle yepyeni bir boyut kazanmıştır. Bu dönemde bir kez daha uluslararası ticaret hukuk sisteminin gelişmesine vesile olmuştur. Hatta 1600’lü yıllarda, Hollanda, Belçika, İngiltere, Fransa vb ülkelerin hepsinde, uluslararası anlaşmaların artan önemine paralel olarak, avukatlık oldukça saygın bir meslektir. Tüm bu ülkeler içerisinde en iyi müzakereciler ise, ekonomilerinin neredeyse tamamı ticarete dayalı olan İngiltere ve Hollanda’dan çıkar. Rekabetin çok olduğu uluslararası pazarlarda yer aldıkça, müzakerenin diplomasinin de, ayrılmaz bir parçası olduğunu keşfederler ve farklı farklı stratejiler ve taktikler geliştiriler.

Osmanlı’ya baktığımızda bambaşka bir tablo ile karşılaşırız. Öncelikle Osmanlı’da ticaret muteber sayılmaz; muteber olan zanaatkârlıktır. Bu sebeple ticareti gayrimüslimler yapar ve zanaatkârlar da, ahilik düzeni içinde yerlerini alırlar. Elbette zenginleşen kesim, uluslararası ticareti yapan kesim olur. Osmanlı ise, bu ticareti yapanlara güvenli geçiş sağlayacak han-hamam gibi alt yapıyı kurar. Osmanlı, gereken ihtiyaç üzerine, 1880’lerde Nazariye Tüccarları denilen bir özel kesime, çok özel koşullarda ve sıkı kontrolle ticaret yapma izni verir ve bu sayede artık müslüman Osmanlılar da, örneğin Hindistan’a giderek ipek alıp, Osmanlı topraklarında satabilir olurlar! İşte bu sebeple de, Osmanlı’da uluslararası ticarretten doğan bir hukuk sistemi veya müslüman Osmanlı tüccarlarını gerektiğinde savunacak bir savunma makamı yoktur, oluşmaz. Bu vesileyle müzakere etmeyi de keşfedemezler; onun yerine güce dayalı olarak rekabetçi bir pazarlık yapısı oluşur. Müslümanlar şeriat içinde kanuna tabidir, köylerde ve ahilik içinde geleneksel arabuluculuk da revaçtadır. Bununla birlikte gayrimüslümler ise, kendi aralarında başta geleneksel arabuluculuk olmak üzere, kendi kültürlerine uygun uyuşmazlık çözüm yöntemleri geliştiriler ve ellerinden geldiğince de, müslümanlara bulaşarak şeriata tabii olmak istemezler. Elbette uluslararası ticaret yapıyor olmak, onlarda müzakere kültürünün de, gelişmesini sağlar. Dil bilen, müzakere yapabilen, eğitimli ve zengin; yani görmüş geçirmiş gayrimüslümler bu sayede sarayda oldukça iyi makamlara da, yükselirler.

Hepimizin bildiği üzere, ülkemize avukatlık mesleği ve her vatandaşa eşit duran laik düzen, Atatürk’ümüzün kurduğu Cumhuriyet’le gelmiştir.

Buraya kadar anlattıklarımıza bir başka açıdan bakarsak, ülkemizde arabuluculuk yüzyıllardır geleneksel şekilde uygulanan bir yöntem olarak bilinmektedir. Hepimiz bir sorun yaşandığında bir aile büyüğüne gitmeyi, ya da iki şirket anlaşamıyorsa, saygın bir iş adamından çözüm konusunda yardım istemeyi bizzat yaşamış veya görmüşüzdür. Geleneksel arabuluculuk, bugün tahkim dediğimiz sisteme benzer; bir veya daha fazla saygın kişinin tarafları dinleyerek onlara bir çözüm önermesi şeklinde gelişir ve yaptırımı da, saygın kişinin otoritesi ve / veya toplumdan dışlanma riskidir. Batılı diyeceğimiz devletler açısından ise arabuluculuk, hali hazırda yüzlerce yıldır var olan hukuk sisteminin iflas ettiği yerlerde, var olan hukuk sistemine alternatif olarak gelişmiştir. Nitekim ABD’de ilk arabuluculuk çalışması, 1930’larda Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı bünyesinde oluşturulmuştur. Çünkü sanayi devrimiyle başlayan yabancı (göçmen) akını ve ardından gelen dünya savaşı ve 1929 buhranı yepyeni bir çözüm yöntemine gerek duymuştu. 1950’lere geldiğimizde kadın haklarının yükselmesi, boşanmaların artması, uluslararası ticaret ve anlaşmaların çoğalması gibi unsurlar ABD’de arabuluculuğun ve elbette müzakereciliğin de, gelişmesini destekleyen konular oldular. Benzer şekilde Avrupa Birliği’nde 2008’de yayınlanan arabuluculuk direktifi, genişleyen Birliğin özellikle sınırötesi uyuşmazlıkların çözümü için bir rehberlik sunuyordu. Bir örnek olarak, Macar bir firma, İngiliz bir firmayla ortak olarak Hollanda’da üretim yapıp, Belçika’ya satış yaptığında ortaya çıkan uyuşmazlığın en efektif çözüm yolu aranmaktaydı!

Türkiye’de AB uyum sürecinde kanunlaşan arabuluculuk, maalesef bizim yüzyıllarca çözüm yöntemimiz olan geleneksel arabuluculuktan beslenememiştir. Onun yerine ve tüm dünyadaki uygulamaların aksine olacak şekilde, baroların dayatması sonucu mahkeme bağlantılı arabuluculuk sadece hukuk fakültesi mezunlarına açılmış ve doğru altyapı oluşturulmadan üç sene içinde neredeyse 15.000 arabulucu bu mesleğe adım atmıştır. Yukarıda anlattığım sebeplerle bizler, kendi içimizde müzakere kültürü geliştirememiş bir toplumken, kanunlaşma sürecindeki engellemeler sebebiyle geleneksel öğretilerimizden de faydalanamayınca, kanunla uygulamaya çalıştığımız arabuluculuk da, toplumsal faydası yüksek ve sürdürülebilir ilişkileri esas alan bir arabuluculuk olamamıştır. Onun yerine ucuz ve hızlı bir yöntem diye reklamı yapılan ve avukatlara yeni gelir kaynağı diye lanse edilen bir meslek olarak hayatımıza girmiştir. Sözün özü, en başta rekabetçi bir pazarlık yaklaşımına sahip olan bizler, arabulucunun asistanlığında müzakere etmeyi öğrenmek yerine, arabulucuların kendi aralarındaki rekabetlerinden de pay alarak, daha da pazarlıkçı; kaybet-kazan veya kaybet-kaybet yaklaşımına sürüklenir olduk!

Oysa arabuluculuğun en başarılı olduğu iki ülke olan ABD ve İngiltere’de hem hukuk düzeni sağlamdır ve hem de, müzakere kültürü oldukça gelişmiştir. Bu kültürlerde tartışılan konular kişilerden ayrılırlar (tartışmalar çoğunlukla kişiselleşmez) ve böylece salt anlaşmaya yönelik adımlar atılır. Her iki ülkede de, uluslararası ticaretten gelen deneyimlerle, stratejik düşünce yaygındır ve her müzakereci, pazarlıkçı olmak yerine, alternatiflerini iyi bilerek müzakere masasına olturur. Bir uyuşmazlık durumunda yeniden müzakerelere dönebilecekleri bir arabuluculuk asistanlığına da, bu sebeple daha sıcak bakarlar. Her ki ülkede de, önemli olan arabuluculuğun hızlı ve ucuz olması değildir, daha ziyade vakit nakittir yaklaşımı onları motive eder; yani işlerin aksamamasını isterler ve bu yönde de olabilecek tüm adımları atarlar. Bu da yerleşik müzakere kültürünün bir parçasıdır. Aksi olacak şekilde ülkemizde pazarlıklarda güç kullanımına başvurulur ve rekabetçiliğin sonu da, genel olarak mahkemelerde biter. Bu durumda evet, arabuluculuğun hızlı ve ucuz olması ön plandadır; ancak taraflar açısından uyuşmazlığın önlenmesi; yani en başta daha verimli bir müzakere yapılması düşünülmemiştir bile!

Sonuç olarak hukukun gelişmesi, uluslararası ticaret sayesinde olmuştur. İngiltere gibi bazı ülkelerde müzakere kültürü, bu çok uluslu ticaretten beslenerek gelişmiştir ve günümüzdeki arabuluculuk uygulamaları da, doğan bir ihtiyaçla hukuk sistemine getirilmiştir. Bazı ülkelerde de, bizde olduğu gibi, uluslararası ticaret çok gelişmemiş, paralelinde buna uygun bir hukuk altyapısı veya müzakere kültürü yeşerememiştir. Bizler uluslararası ticarette rekabet edebilir olmak istiyorsak veya diplomaside daha köklü başarılar elde etmeyi planlıyorsak, mutlaka ülkemizde Müzakere Kültürünü geliştirecek adımlar atmalıyız. İş insanlarımız öncelikli olarak sürdürülebilir ve stratejik anlaşmalar yapabilmeyi, ardından da, bir uyuşmazlık yaşandığında uyuşmazlığı çözebilecek yetkinlikte müzakereciliği biliyor olmalılar. Şirketler Yönetim Kurullarına, mutlaka dışarıdan bir müzakereci almalılar. Mümkünse, özellikle çok uluslu projeler yapan, yurt dışında ofisleri olan veya dış ticaret (ihracat veya ithalat) yapan her şirket, kendi bünyesinde müzakereciler bulundurmalı. Bizim, ucuz ve hızlı çözüm yaklaşımından, yabancı şirketler gibi vakit nakittir yaklaşımına dönüşmemiz ve daha en başından uyuşmazlık çıkmasını engelleyecek anlaşmalar yapmamız veya çıktığı anda da, onu yönetecek tedbirleri alabilmemiz gerekiyor. Özellikle işçi-işveren uyuşmazlıklarından sonra, ticari uyuşmazlıkların çözümlenmesinde de, zorunlu arabuluculuğun dile geldiği bu günlerde, şirketlerin kendi iradeleriyle önlemler alıp, kendi uyuşmazlıklarını yönetebilmeleri, hiç olmadığı kadar önem kazanıyor.

Son olarak denebilir ki, Müzakere Kültürü şirketler açısından bir özgürlük alanıdır; hangi şirket bu alanda gelişirse, tüm iş alanlarında da, o denli başarılı ve saygın olur.