Twitter
Visit Us
YOUTUBE
YOUTUBE
LINKEDIN
Share

Her din, içine doğduğu dönemin ve kültürün bilinç seviyesine göre anlamlandırılır, zamanla sistemleşmeye başlar ve sistemden menfaat elde edenler arttıkça, güce yenilgi başlar, din şiddete başvurur ve kendisine karşı çıkanı yenmek adına “soru sorulan değil, emir veren kalmak için” bilgiden haz etmez olur. Bu ise, her dinin doğması, yükselmesi, cehalete yenilmesi ve/veya cehaletten bir başka aydınlıkla çıkarak kendisini dönüştürmesi demektir. Her din ya dönüşür, ya da insanlık tarihinde bir anı olarak kalır.

Tek tanrılı kabul edilen üç ilahi dine bakarsak, her şeyden önce kabul etmemiz gerekir ki, dinlerin devrimci birer ruhları vardır: Bir düzene veya düzensizliğe tepkidirler. İster ilahi ses olduklarına inanalım, ister içsel bir aydınlanmanın sonucu olduklarını düşünelim, dinler içlerine doğdukları koşulları, devrimci tavırlarıyla, bir daha geri gelmeyecek şekilde, değiştirirler. Tarih, coğrafya ve inanç (ve dolayısıyla kültür) sahnesi, Musa’dan sonrası, İsa’dan sonrası ve Muhammed’den sonrası olarak kesinlikle, ve dönüşümsüz olarak, değişmiştir.

Musa, kendi kavmini kölelikten kurtarmakla Yahudiliğin bugünlere gelmesini sağlamıştır. Peygamber ve din değilde, liderlik açısından bakarsak, Musa kesinlikle kavmine inanabilecekleri bir vizyonu ve bununla birlikte onu başarabilecek bir içsel gücü, toplumsal bilinçle birlikte verebilmiştir. Döneminde kavmi tarafından mucize diye adlandırılan ve nesilden nesile aktarılan onca yaşanmışlığın, insanlığın erdiği bilgi, deneyim ve bilinç tarafından yorumu 21.yy’da mucize olabilir mi? Binlerce sene duyduğumuz Musa’nın Mucizelerini bu yüzyılda artık bilim açıklayabilmektedir ve bu açıdan Musa, en başta bilmekle, mucizenin kendisidir. Nitekim, en son çevrilen Musa konulu filmde de, mucizeler değil, onların bilimsel açıklamaları konu edilmiştir. Bu durum çokta şaşırtıcı değildir aslında; kendilerinin dünyayı tamamlamak üzere gönderilen kavim olduklarına inanmalarıyla Yahudilerin sanat ve başta tıp olmak üzere bilim alanında ilerleyerek yaratıcıyı taklit etmeleri, hukuk ve finans alanlarında uzmanlaşarak dünyayı yöneten rolüne bürünmeleri ve felsefe ile yaratıcıyı anlamaya çalışmaları tüm dünyayı fen ve sosyal bilimler başta olmak üzere, teknoloji de dahil, Yahudilerin eliyle sürekli değiştirip, dönüştürmektedir.

Hıristiyanlık, Yahudiliğin içinden yükselmiş sevgi ve şifa odaklı, pasif direnişçi bir dindir. Yarattığı en önemli değişim, herkesin Hıristiyan olabileceği gerçeğidir ve Hıristiyanlık sonrası din, Yahudilik gibi, bir kavme ait değildir. Özünde pasif direnişçi bir din olan Hıristiyanlığın “just war”; yani adil savaşa dönüşmesi sadece 300 yıl kadar sürmüş, kilisenin güçlenmesiyle Haçlı Seferlerinin başlaması bir 700 seneye daha ihtiyaç duymuştur. Ortaçağ dediğimiz dinin siyasileştiği zifiri karanlık ise, kuruluşundan itibaren 1300 sene gerektirmiştir. Hepimizin bildiği cehennemin satın alınması, Almanya’da aydınlanmayı başlatmıştır ve hikaye kısaca şöyledir:

Bildiğiniz üzere yüzyıllar önce kiliseler cennetten topraklar satıyorlardı. Cahil halk ise, “ölünce cennette yerimiz hazır olsun” diye bu oyuna alet oluyor, böylece papazlar ve kilise zenginleşiyordu. Ancak herkes öyle değildi. Bunun bir kandırmaca olduğunu, cennetten toprak satın alınamayacağını söyleyen Martin Luther mahkemeye çıkarılmıştı. Yargı, o zamanlar da dini kullananların elinde oyuncaktı. Duruşma sırasında Martin yargıçlara seslendi:

“Milleti cehennemle korkutup, cenneti para karşılığı satıyorsunuz. Sıkıysa cehennemi satsanız ya?”

Yargıçlardan biri sordu: “Cehennemi kim alır ki?”

Martin Luther “ben alıyorum, neyse parası vereyim” dedi.

Yargıçlar cehennemi Martin’e bedava verdiler!

Duruşma sonunda Martin kapının önüne çıktı ve duruşma sonucunu merak eden binlerce kişiye seslendi:

“Cehennemi satın aldım, benimdir. Bundan sonra oraya kimseyi almayacağım, korkmayın!”

Cehennem korkusu kaybolan halk böylece kilise baskısından kurtulmuştu. Bundan sonra halk özgür beyinlere sahip olmaya başladı ve Almanya aydınlanması 500 yıl önce böylece sıradan ve çok akıllı bir olayla başlamış oldu.

İslamiyet kendisini, Yahudilik gibi, İbrahim’e dayandıran Muhammed ile birlikte, insanlara hatırlamayı ve okumayı tavsiye ederek doğmuştur. İslamiyet’te, hazine kabul edilen Musa’nın Sandığı, hazinenin insanın kendisi olduğu fikrine evrilmiştir. Dahası İslamiyetin dini boyutunda; yani Yaratan ile muhabbetinde, Hıristiyanlıktaki gibi görseller (tablo veya heykelde) yoktur; sadece isimler vardır ve isimler her insanın kendi bilincine göre şekillenirler. Hıristiyanlıktaki gibi aforoz edilmekte yoktur İslamiyette; insan müslüman olmayı seçer ve ancak kendisi dilerse, müslümanlıktan vaz geçer.

Yahudiliğin katı kuralları önce Hıristiyanlık, ardından da İslamiyet’le ortadan kalkmaya başlarken, İslamiyette her din gibi kendi sistemini güçlendirmeye çalışmıştır. Bu ise beraberinde kendi karanlığını yaratmasını ve yaşamaya başlamasını getirmiştir. Nasıl? En başta Ali’nin evlatlarının katledilmesi ve ardından türeyen yüzlerce tarikatla! Bu şekliyle diğer dinlerin aslını yitirdiği inancına sıkı sıkıya sarılmış İslamiyet, kendi içinde müslümanlığı yüzlerce farklı şekilde yorumlayarak, bugünlere kadar süregelen mezhep savaşlarını deneyimlemiştir. Bir dönem kendi aydınlığı ile Hıristiyan âlemini aydınlatan ve onun dolaylı olarak rönesans ve reformunu hazırlayan İslamiyet, her din gibi sistemleştikçe ve siyasileştikçe, kendi Ortaçağına ilerlemiştir. Bu durumu en net görebileceğimiz örnekler İslam aleminin bilimsel ve teknik anlamda gerilemesi, iç savaşlarla kendi kendilerini yok etmeleri, Kuran’ın halklar tarafından anlaşılamaması ve bundan faydalanan Şeyhlerin halkı cehalete sürüklemesi, cehaletin özellikle Batı tarafından sömürülmeyi kolaylaştırması, korku kültürünün desteklenmesi, kadının sosyal hayattan soyutlanması olarak sıralanabilir. Nitekim Prof.Dr. Bernard Lewis’de “İslamın çöküşü kadının hayattan soyutlanmasıyla doğrudan ilişkilidir” der.

Kanımca Türkler’in İslamiyeti kabulü, müslümanlığın dünya sahnesinde bugüne kadar bu kadar yaygın ve güçlü olarak süregelmesini sağlamıştır. Osmanlı gücüne güç katmak için o dönem pek önemli olmayan halifeliği Mısır’dan almasaydı (1517) ya da müslümanlık Ortaasya ve Anadolu kültürüyle harmanlanmasaydı, bu kadar sağlam kalamazdı. Zaten İslam, düşünürlerini de, doğup geliştiği S.Arabistan topraklarından değil, daha çok Mısır’dan, Suriye’den, Tunus’tan, İran’dan veya Türkler’den çıkarmıştır. Ve yine kanımca, İslam’a en büyük iyiliği yapanlardan biri; ya da islam’ın aydınlığa geçişine vesile olan kişi de, Atatürk’tür. Çünkü Atatürk, tıpkı Hristiyanlığın yaşadığı Ortaçağ gibi, İslamiyetin de kendi Ortaçağını yaşadığı bir dönemde, müthiş bir vizyonerlikle Türkiye Cumhuriyeti’ni kurmuş ve tüm islam ülkelerine örnek olacak bir liderlik göstermiştir!

Atatürk’ün Türkiye Cumhuriyetini adım adım laikliğe geçirişi (1922’de saltanatın kaldırılmasıyla başlayarak), Kuran’ın Türkçe’ye çevrilmesi emri (1929) ve bu çalışmadaki hassasiyeti, tekke ve zaviyelerin kapatılması (1925), Arap alfabesinden Latin alfabesine geçişimiz (1928), kadına sağladığı haklar gibi (1926’dan başlamak üzere) çok önemli adımlar sadece Türkiye Cumhuriyeti için hayati olmamıştır. Bu sayede dünya ilk kez İslamiyetin laiklikle yaşanabileceğini görmüş, Türkiye’de ilk kez insanlar dinde emredildiği gibi, Kuran’ı okuyarak ibadet edebilmiş ve nispeten şeyhlera bağımlı olmaktan kurtulmuştur. Bu ise, düşünen ve sorgulayan insanlarımızın artmasına sebep olmuştur. Gereksiz yere açılan ve işlevini yitiren camiler (cemaati olmayan ve birbirine 500 metreden daha yakın olanlar) başka işlerde kullanılırken, hem tasarruf sağlanmış, hem de kalan camilerin, amacına uygun olarak toplanma yeri olması gerçekleşmiştir. Atatürk, İslam henüz aydınlarını yaratamamışken (İslam’da entelektüeller vardır, aydınları henüz yoktur) ve kendi içinden yükselen bir değişimle devrimini yapabilmesinden bir yüzyıl önce, müslümanların aydınlığa geçişine (ya da bakışına) vesile olmuş bir liderdir. Ancak soru şudur: İslam 20.yy başlarında reforma ihtiyaç duymakta mıydı? Ya da, o dönem yapılan devrimler, İslamiyette reformu getirecek miydi?

Bugün S.Arabistan’da Muhammed bin Salman ile başlayan reformalarda, kadın hakları ön plana çıkartılırken, Hz Muhammed ve eşi Hatice örnek gösterilmektedir. Ve bundan neredeyse 100 sene öncesinden başlamak üzere Atatürk pek çok konuşmasında kadının bilgilenmesindeki öneme değinmiştir:

“Zaman ilerledikçe, ilim geliştikçe, medeniyet dev adımlarıyla yürüdükçe, hayatın, asrın bugünkü gereklerine göre evlât yetiştirmenin güçlüklerini biliyoruz. Anaların, bugünkü evlâtlarına vereceği terbiye eski devirlerdeki gibi basit değildir. Bugünün anaları için gerekli özellikleri taşıyan evlât yetiştirmek pek çok yüksek özelliği şahıslarında taşımalarına bağlıdır. Bu sebeple kadınlarımız hattâ erkeklerden daha çok aydın, daha çok feyizli, daha fazla bilgili olmaya mecburdurlar.”

Kadınların asıl süsünün bilgi olduğuna inanan ve bunu da dile getiren Atatürk’ten bir asır sonra S.Arabistan’da kadın kıyafetleri reforma gidiyor!

“Kadınlarımız için, asıl mücadele alanı, asıl zafer kazanılması gereken alan, biçim ve kılıkta basandan çok, ışıkla, bilgi ve kültürle, gerçek faziletle süslenip donanmaktır. Ben muhterem hanımlarımızın Avrupa kadınlarının aşağısında kalmayacak, aksine pek çok yönden onların üstüne çıkacak şekilde ışıkla, bilgi ve kül­türle donanacaklarından asla şüphe etmeyen ve buna kesinlikle emin olanlardanım.”

Elbette örnekler çoğaltılabilir.

Bugün S.Arabistan; Türkiye’nin İslam dünyasındaki liderlik rolünü üstlenmek istediğinden, ve Mısır; Osmanlı’ya kaybettiği Halifeliğin acısından olsa gerek, birleşerek “İslam dünyasını Türkiye değil, biz temsil ederiz” söylemindeler. Nitekim Trump’ın ilk yurtdışı gezisinin S.Arabistan’a olması da tesadüf değildir ve bu dönüşümün ilk işbirliği göstergesidir.

Peki ne oluyor da, İslam, Atatürk liderliğinde ilk reform adımlarını yaşamışken, bugün dünya S.Arabistan’ı reformist kabul ediyor? Neden herkes S.Arabistan’ı alkışlıyor ve dönüşümleri hayretle izliyor?

Birincisi İslamın son onlu yıllardaki cihatçı, gerilikçi ve Batılının bilinçaltında yer eden ilkel görüntüsünün değişime ihtiyacı var ve bu değişim İslamın en radikal yaşandığı yerde veya İslamın doğduğu topraklarda olduğunda daha dikkat çekici. İkincisi Türkiye maalesef Atatürk devrimlerine sahip çıkarak, ilerlemeyi başaramadı. Ülkemiz Menderes döneminden başlamak üzere her geçen gün daha da gerilemekte; öyle ki, son 20 senede diğer İslam ülkelerine göre daha aydınlık değil; tam tersine daha kapalı, daha baskıcı ve dinen yobaz bir görüntümüz var. Üçüncüsü İslam hala kendi aydınlarını çıkaramadı ve bunun olabileceği en olanaklı ve bereketli topraklar Türkiye Cumhuriyeti idi. Biz islamda reformu, sanki Kuran’ın değişmesi gibi algıladığımızdan, bugüne has yorumlanmasını beceremedik. Oysa Hz Muhammed’in 670’li yıllardaki Arabistan kavimleriyle, 2018 yılı küresel dünyası arasında bilgide, bilimde, deneyimde ve teknolojide inanılmaz farklılıklar var. Yahudiler gibi Musa’nın Mucizelerini bilimle açıklamayı veya Hıristiyanlar gibi din ile bilimi ve hukuku ayırmayı hala beceremeyen bir “günah korkumuz” var. Örneğin bazı bilim insanlarımız evrim teorisini kabul ederlerse, dinden olacaklarını sanmaktalar ancak kendilerine “ya evrim de yaratıcının bir yaratım biçimiyse” diye sormaktan imtina etmekteler. Oysa Kuran “genişleyen bir evrenden” söz ederken, insanın evrimleşmesini nasıl dışlayabilir? Ya da, varsayımsal olarak evrimleştiğimizden hareket ederek araştırma yapmak, bilim insanını neden dinden etsin ki?

Sözün özü, İslam dünyasındaki devrimler, Muhammed bin Salman değil, Atatürk ile başlamıştır ve Atatürk, İslamın kendi aydınlarını çıkarabilmesi için gerekli reformları da yapmıştır. Ancak maalesef bu tür aydınları, ülkemizin henüz aydınlanmamış dinci zihniyetleri yok etmişlerdir. Anlamamız gerekiyor ki, müslümana düşen görev Kuran’ı yeniden yazmak değildir; reform pek çoğunun hemen itiraz ettiği gibi, kitabı yeniden yazmak (onu bozmak) demek değildir! Reform, bugünkü bilgi, deneyim, bilim ve teknoloji ışığında İslamı yeniden yorumlamaktır. Bu durum bir kitabı 5 yaşında okumakla, 20 yaşında okumak arasındaki farka benzetilebilir; bilen ve deneyimleyen insan belli ki, daha farklı sorgular, yorumlar, araştırır ve hayranlık duyar. Burada konu yazılmış kitabın değişmesi değil; bilinci gelişmiş; yani aydınlanmış insanın Kuranı ve İslamiyeti bu zihniyetle yorumlamasıdır. Bu gerçekleşmeden, İslam âlemi kendi aydınlığını ve bu vesileyle kendi dönüşümünü ve sürdürülebilirliğini, gerçekleştiremez.