Twitter
Visit Us
YOUTUBE
YOUTUBE
LINKEDIN
Share

Türk Milli Mücadelesinin başladığı 1919’dan bu yana geçen 100 yılı idrak etmeye çalıştığımız ve hala varlığımıza yönelen tehdit ve saldırılarla uğraştığımız günümüzde dünya çok kırılgan bir süreç yaşarken, Türk Milleti de bugün halkının farkındalık ve bağışıklık direnciyle sınanmaktadır.

Türk varlığının ve kültürünün önce Balkanlar’dan sonra da Anadolu’dan kanlı savaşlarla yok edilmeye ve silinmeye çalışıldığı on yılların sonunda Mustafa Kemal Paşa önderliğinde verilen Milli Mücadele; emperyalist hesapların tutmadığını, Balkanlar’dan tüm kültürel zenginliğini dünya durdukça çalınıp söylenecek bir ezgi olarak koyup gitse de Anadolu’ya nasıl kök saldığını, bu köklerin asla sökülüp atılamayacağını gösteren bir tarihi derstir. Bu dersin sonunda 20 Kasım 1922’de başlayan Lozan Konferansı ile 24 Temmuz 1923’te imzalanan antlaşma da Anadolu topraklarının Türk egemenliği altındaki yeni düzenini mühürlemiştir.

Lozan Antlaşması; ilk konferansın yaklaşık üç ay sürmesinden sonra tıkanarak kesintiye uğramasıyla beraber, 4 Şubat’tan 23 Nisan’a kadar süren aranın ardından tekrar başlayan müzakerelerin sonunda yaklaşık 6 aylık bir müzakere sürecinin sonucunda imzalanmıştır. Bu süreçte üç kere de savaşın eşiğine gelinmiştir. Diğer dikkat çekilmesi gereken bir husus da 1. Meclis zamanında başlayan barış görüşmelerinin 2. Safhasının başlamasına yakın 1 Nisan 1923’te TBMM’nin görevini tamamladığına karar vererek seçim kararı almasıdır. Lozan Antlaşması 2. Meclis tarafından onaylanır. TBMM’nin bu kararı almasında Mustafa Kemal’in etkisi mutlak olmakla birlikte; Nutuk’ta ve diğer tarih kitaplarıyla Meclis tutanaklarında okuduğumuz üzere, 1. Meclis’te Lozan görüşmelerinde İsmet Paşa başkanlığındaki Türk delege heyetinin özellikle Musul, Karaağaç, adli kapitülasyonlar ile savaş tazminatları konusunda fazla tavizler verdiği yönünde sert eleştiriler yapılmıştır. O dönemde iki gruba ayrılmış olan Meclisin bu tutumu Mustafa Kemal tarafından barışın tesis edilebilmesi için elverişli görülmemiştir. Oysa barış bir an evvel yapılmalıydı ki; planladığı inkılapları hayata geçirebilsin. Lozan’da ikinci dönem başladığında Ali Fuat Paşa’nın İsmet Paşa ile ilgili olarak sorduğu “ İsmet Paşa’nın barış için çok istekli gözükmesi pazarlık gücünü zayıflatmaz mı?” sorusuna şu şekilde cevap vermiştir: “ Fuat Paşa, sulhun bir an evvel yapılmasını istiyorum. Dâhilde sulha bağlı askıda kalmış birçok işlerimiz var. Sulh olmayınca bunları halledemeyiz.” Nitekim Lozan Antlaşması imzalanıp 2. Meclis tarafından ilk iş olarak onaylanınca, Cumhuriyet’in ilanından başlayarak hiç vakit kaybetmeden devrimlere ve hayalindeki Cumhuriyet rejiminin inşasına yönelmiştir.

Lozan Antlaşması ile ilgili olarak genellikle yapılan değerlendirme ve eleştiriler Türkiye Cumhuriyeti’nin tapu belgesi olmasının yanı sıra Misak- Milli’den tavizler verildiği, özellikle Musul konusunda en azından petrol gelirlerinden daha fazla pay alınabilecekken bunun yapılmadığı yönünde yoğunlaşır. O dönemde yöneltilen eleştiriler bugün de “Lozan bir zafer mi yoksa hezimet mi” tartışmalarının odağında devam etmektedir. Sonuç açısından yapılan bu değerlendirmelerde kazanımlarımızın daha gerçekçi bir analizinin yapılabilmesi için sürece tarihsel bir bakış açısıyla bakmak ve Lozan Konferansına giden yolda Milli Mücadele’nin son safhalarına dikkat etmek gerekmektedir.

Hatırlayalım; Trablusgarp ve Balkan Savaşlarının yaraları tazeyken 1. Dünya Savaşı patlamış, Osmanlı seferberlik ilan ederek iki buçuk ay tarafsız kalmış ancak; İngiliz savaş gemilerinden kaçan iki Alman gemisinin satın alınmasıyla başlayan süreçte Padişah Sultan Reşad ve Sadrazam Said Halim Paşa’nın haberi dahi olmadan Harbiye Nazırı Enver Paşa’nın önce sözlü sonra yazılı gizli emriyle Sivastopol ve Odesa limanlarını bombalayarak savaşa girmiş bulunmuştuk. Dünya ölçeğinde en büyük kaybı Anadolu’nun verdiği bu savaştan Çanakkale müdafaasına rağmen mağlup çıkılmış, 30 Ekim 1918’de Mondros Mütarekesi imzalanmıştı. Bu mütarekeyle birlikte fiilen ortadan kalkan Osmanlı İmparatorluğu’nu nasıl paylaşacakları konusunda anlaşamamaları, emperyalist batılı devletlerin galip devletler olarak mağlup Almanya, Avusturya ve Bulgaristan’la ağır şartlar içeren barış antlaşmalarını bir yıl zarfında imzalamalarına rağmen, İngiliz Lord Curzon’un Sevr taslağını ortaya çıkarması Ağustos 1920’yi bulmuştu. Tarihçiler tarafından da başarısız bulunan bu taslak 10 Ağustos 1920’de imzalanmış olsa da hukuken yok hükmündedir. 16 Mart 1920’de İstanbul işgal edilip Meclis-i Mebusan dağıtıldıktan sonra TBMM 7 Haziran’da aldığı bir kararla 16 Mart 1920’den itibaren İstanbul Hükümetince yapılan bütün uluslararası antlaşmaları, sözleşmeleri, her türlü belgeyi geçersiz saymıştır. Dahası; Osmanlı Hükümetince görevlendirilerek Sevr’e giden ve bu metni imzalayan kişilerle Saltanat Şurasında oy verenleri TBMM, 19 Ağustos günlü oturumunda vatan haini ilan etmiştir.   Zaten çok geçmeden; Kuvayi Milliye direnişinin ülke genelinde örgütlenerek Mustafa Kemal öncülüğünde Türk Milli Mücadelesine dönüşmesi neticesinde yırtılıp atılmıştır. Ancak güya ateşkes anlaşması olan Mondros’tan beş gün sonra İngilizlerin Musul’u işgalini ve Fransa ile İtalya’nın da peşinden Güneydoğu Anadolu’yla Akdeniz’i işgal etmelerini unutmayalım. 15 Mayıs’ta da İzmir’de Yunan işgali başlamış, Ankara yakınlarına kadar yayılmıştı. 19 Mayıs 1919’da Samsun’dan başlayan, kongreler ve olağanüstü yetkileri haiz Meclis’in açılmasıyla kurumsallaşan Milli Mücadele bütün emperyalist hesapları alt üst etmişti.

Çok çetin geçen üç yılın ardından muzaffer Türk ordusunun 9 Eylül’de İzmir’e girmesiyle Yunan ordusu dağılmış, hemen ardından da 3 Ekim’de Mudanya Mütarekesi için konferans başlamış, görüşmeler neticesinde 11 Ekim’de Mütareke imzalanmıştı. Bu mütarekeyle Edirne dâhil Trakya bölgesi tek kurşun atmadan kurtarılmış, Yunan ordusunun Meriç’in batı kıyısına çekilmesine karar verilmiştir. Ayrıca İstanbul ve Boğazlar halen işgal altında olmakla birlikte Lozan Antlaşmasına kadar ateşkes şartları devam edecek, Müttefiklerin askerleri İstanbul ve Boğazlarda bekleyeceklerdir. İşte Lozan Konferansı Mudanya Mütarekesinin ardından bu koşullarda toplanmıştır. Mudanya Mütarekesiyle silahlar bırakılmış, Lozan’da başlayacak barış görüşmeleri için elimiz güçlenmiştir ancak Müttefikler 27 Ekim’de yaptıkları barış görüşmeleri davetini hem Ankara hem de İstanbul Hükümeti’ne yapmışlardır. Sadrazam Tevfik Paşa’nın bu daveti vesile sayarak Ankara ile birlikte masaya oturmak için yazdığı gizli mektuba Mustafa Kemal şöyle cevap verir: “ Türkiye Devleti’nin tek temsilcisi Türkiye Büyük Millet Meclisi hükümetidir.” Fakat Tevfik Paşa bu cevaptan sonra 29 Ekim’de çektiği telgrafta talebini tekrarlayarak Lozan’a gideceğini, orda iki başlılık olmaması gerektiğini söyler. İşte Mustafa Kemal Paşa Tevfik Paşa’nın bu taleplerini Meclis’e sunduğunda TBMM’de kıyamet kopar. İkinci Grup denilen muhalefetin liderlerinden Hüseyin Avni Bey şunları söyler: “ Padişah ve hükümeti, karşı cephede, düşmanın yanında yer aldı. Sevr Antlaşmasını imzalarken TBMM akıllarına gelmedi. Milletin temsilcisi TBMM’dir. Hilafet perdesi altında saltanat cinayetlerine kapı açılmasına asla meydan verilemez. Tevfik Paşa’nın mektubu cevap vermeye bile değmez.” İşte bu gelişme saltanatın kaldırılmasının yolunu açıyor. Müttefikler Mudanya’ya sadece Ankara’yı çağırırlarken, Lozan’a hem Ankara’yı hem de İstanbul’u çağırıp karşılarına oturtarak bu şekilde ellerini güçlendirdiklerini sanmışlar ancak Meclis’te bu durum Padişah ve Damat Ferit ikilisinin aleyhinde değerlendirilmiştir. Saltanatın kaldırılmasına ilişkin önergeler komisyonlara gönderildiğinde ise Şer’iye  Komisyonuna mensup hoca efendilerin saltanatla hilafetin ayrılmayacağına dair itirazları ve tartışmaları uzayınca Mustafa Kemal Paşa’nın meşhur “ bazı kafalar kesilecektir” vurgusuyla tarihe geçen konuşması komisyon çalışmalarına damga vurmuştur. “ Hakimiyet ve saltanat hiç kimse tarafından hiç kimseye ilim icabıdır diye, müzakere yolu ile münakaşa ile verilmez. Hâkimiyet, saltanat kuvvetle, kudretle ve zorla alınır. Osmanoğulları zorla Türk Milletinin hâkimiyet ve saltanatına el koymuşlardı, bu tasallutlarını altı asırdan beri devam ettirmişlerdi. Şimdi de Türk Milleti bu saldırganların hadlerini ihtar ederek, hâkimiyet ve saltanatını, isyan ederek kendi eline, bilfiil almış bulunuyor. Bu bir emr-i vakidir..  olmuş bir hakikati ifadeden ibarettir. .. Burada toplananlar, Meclis ve herkes meseleyi tabii görürse, fikrimce uygun olur. Aksi takdirde, yine hakikat usulü dairesinde ifade olunacaktır. Fakat ihtimal bazı kafalar kesilecektir…”

Meclis’in 1 Kasım’da saltanatı kaldırırken aldığı diğer karar uyarınca Sadrazam Tevfik Paşa ve heyeti ile padişah hakkında kanuni işlem yapılacaktır. Bu kararın akabinde padişah Vahideddin İstanbul’daki İngiliz işgal kuvvetleri kumandanı General Harington’a başvurur, 17 Kasım’da Malaya adlı İngiliz gemisine binerek ülkeyi terk eder. Hilafet ise TBMM tarafından halife seçilen Abdülmecit Efendi’nin uhdesinde devam edecektir. Milli mücadelede İslam vurgusu ana motivasyon kaynağıdır, Türk Milliyetçiliği henüz çok dile getirilen bir kavram, ana tema değildir. Esas birleştirici, dayanışmacı güç İslam kardeşliği üzerinden sağlanmakta, Milli Mücadeleyi destekleyen İslam dünyasının değerleri hilafet makamında kurumsallaştığı için hilafet şimdilik yüceltilmekte, hatta Lozan’da çetin geçen müzakerelerde de lehimize kullanılmaktadır.

Lozan görüşmeleri, tıkanarak kesintiye uğraması ve sonuçları bakımından bu yazının kapsamını çok aşmaktadır, ancak temas edilmesi gereken bir başka husus da 1. Meclis’te çok çetin geçen tartışmalar, o dönemin koşullarında bugünü aşan demokratik işleyiştir. Görüşmelerin kesildiği dönemde toplanan İzmir İktisat Kongresi ise ayrıca ele alınmalı, Lozan’la ilişkisi anlaşılmalıdır. O dönemde Gazi’nin Bolşeviklere yakın olduğu yönündeki değerlendirmeler müttefikler tarafından Lozan’da aleyhimize kullanılmak istenirken toplanan İktisat Kongresi, Gazi’nin bir diplomasi ve strateji ustası olarak da dehasının bir göstergesidir.  Bununla birlikte üzücü olaylar da yaşanır: Milli Mücadele’nin liderler kadrosunda ilk keskin fikir ayrılıkları, kırgınlıklar, yol ayrımı da bu süreçte ortaya çıkar, 2. Grubun liderlerinden Trabzon mebusu Ali Şükrü bey bir cinayete kurban gider. Onu öldüren Topal Osman ve adamları ise Mustafa Kemal Paşa’nın özel (milis) muhafızları olarak bilinir ve Gazi’nin emriyle Meclis’in resmi nizami Muhafız Taburu tarafından yapılan operasyonla (pek çoğu) öldürülürler.

Lozan Konferansı 3 ayrı komisyonda sert tartışmalarla Türk delege heyetinin günlerce uyumadan fedakârlıkla yürüttükleri görüşmeler halinde devam etmiştir. Görüşmelerin her aşamasında Ankara’yla telgraf yoluyla iletişim kurulmuş, yapılan kabuller her seferinde Ankara’nın bilgisi ve onayı doğrultusunda gerçekleşmiştir. Telgrafları okuduğumuzda bu süreci idrak ederken göze çarpan başka bir detay vardır ki, o da Mustafa Kemal Paşa ile İsmet Paşa arasındaki derin duygularla güçlenmiş bağlar ve muhabbettir. İsmet Paşa uykusuz geçen günlerinin ardından gücünü toplamak için adeta Gazi’ye nazlanmakta ve onun ruhundan beslenmektedir. Gazi ise bazen bir ağabey bazen de bir baba gibi davranıp, İsmet Paşa ile Rauf Bey arasındaki fikir ayrılıkları ve kırgınların giderilmesinde yapıcı, uzlaştırıcı olmaya gayret etmektedir.

“Bugün son derece buhranlı oldu. Curzon bütün vasıtalarını bütün gün kullandı. Musul’un siyasi muharebe günüdür… Biliniz ki çok yorgunum. Üç gece uyumadım. Bugünkü Musul çarpışmasını düşümdüm. Benim güzel Gazi Şefim beni bu kadar imtihana niçin feda ettin.. Selam, selam. Acep seni tekrar görecek miyim..”

“ İki üç günden beri Fevzi ve Kazım Karabekir Paşalar hazretleriyle birlikte orduyu teftiş etmekteyiz. Bu telgrafı Hereke’den yazıyorum. Gördüklerimden memnunum. İki gün sonra Bursa ve Balıkesir mıntıkalarına geçip teftişlere devam edeceğiz. Malumat. Muhabbet.”      Başkumandan

İmza aşamasında Rauf beyle yaşanan ayrılık ve telgraf hattındaki aksaklık İsmet Paşa’yı kaygılandırır. İsmet Paşa imza için Rauf Beyden onay ister fakat Rauf beyden cevap alamayınca Gazi’ye çektiği telgrafta, Lozan’da varılan uzlaşmalar konusunda hükümette tereddüt varsa delegelik yetkisinin geri alınmasını ister. Barışın bir an önce gerçekleşmesini isteyen Mustafa Kemal Paşa 26 Haziran’da çektiği sert telgrafta İsmet Paşa’yı Rauf Bey’e çektiği telgraftaki üslubu konusunda uyarır:

“Çok sinirlisiniz, sizi haksız buldum..”

Bu konuda bir süre daha devam eden telgraflaşmaların neticesinde 19 Temmuz’daki telgrafında İsmet Paşa’yı destekler ve imza için onay verir:

“ Hiç kimsede tereddüt yoktur. Kazandığınız muvaffakiyeti en sıcak ve samimi duygularımızla tebrik için, usulen, antlaşmanın imzalanmasını bekliyoruz kardeşim.”

İsmet Paşa cevaben şu telgrafı çeker:

“ Her dar zamanda Hızır gibi yetişirsin. Dört beş gündür çektiğim azabı tasavvur et. Büyük işler yapmış ve yaptırmış adamsın. Sana bağlılığım bir kat daha artmıştır. Gözlerinden öperim pek sevgili kardeşim, azizim Şefim.”

Lozan Antlaşmasının imzalanmasının ardından yurda dönen İsmet Paşa ve arkadaşlarını Ankara’da Gazi Mustafa Kemal Paşa garda büyük bir törenle karşılar. Aynı gün 2. Meclis toplanır. İlk iş Meclis Başkanı seçilecektir. Mustafa Kemal Paşa 197 milletvekilinin 196’sının oyuyla Meclis başkanı seçilir. Bir oy, aday olmadığı halde İsmet Paşa’ya çıkar; Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın verdiği oydur.

Türkiye Cumhuriyeti’nin uluslararası alanda milli bir devlet olarak tanınmasını, hukuken tescilini sağlayan Lozan Antlaşması o dönemin koşullarında Müttefiklere karşı, emperyalist güçlere karşı kazanılmış bir başarıdır. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş senedidir.  Aksi halde Türkiye tekrar savaşı göze almalıydı, İstanbul ve Boğazlar işgal altındayken, Yunan ordusu Trakya’nın batısında hazır beklerken ve Musul İngiliz işgalindeyken… Barış sayesinde kazanılan hakların yanı sıra 9 aylık dönemde İngiltere ile Musul konusunda anlaşılamamış, Musul Milletler Cemiyeti’nde kaybedilmiş olsa da, Atatürk Hatay’ın peşini bırakmamış, Boğazlar meselesi de Montrö Antlaşması ile daha sonra halledilmiştir.

Milli mücadelenin başta Atatürk olmak üzere tüm liderleri ve askerleriyle birlikte fedakârlıkla destekleyenlerin ruhları şad olsun ki bizlere bağımsız bir vatan bırakmışlardır. Sevr’de geriye bırakılan 480 bin kilometrekare toprağı kabul edip “ülke savaş yorgunu, Milli Mücadele gücümüz yok..” dememiş, 3 yıl aralıksız savaşa devam etmişler ve bu neticeleri elde etmişlerdir. Bugün nasıl 100 yıl öncesini övünçle anıyor ve konuşuyorsak, bizden sonraki nesiller de bizlerin bugün Türkiye Cumhuriyeti’nin karşı karşıya kaldığı tehlikelere nasıl tepki verdiğimizi, ülkemiz ve milletimiz için neler yaptığımızı, neleri yapmadığımızı, neleri eksik ya da yanlış yaptığımızı konuşacaklar. Bugünün dünyasına habis bir hastalık gibi yayılan “karışmak istemedim” veya “benim gücüm yetmez, tek başıma ne yapabilirim ki” “aman canım ben mi değiştireceğim bu kötü gidişi” gibi söylem ve inançlara kapılıp gaflet uykusuna dalanlar konfor alanlarında gördükleri tatlı rüyalarda yaşayabilirler fakat yarının Türk gençliği onları bu rüyalardan uyandırdıklarında övünçle anılanlara gıptayla bakıp aman dilemekten başka çareleri kalmayacaktır.