Twitter
Visit Us
YOUTUBE
YOUTUBE
LINKEDIN
Share

KORONOVİRÜS (COVİD – 19) SALGINIYLA MÜCADELENİN ANAYASAL ÇERÇEVEDE KISA BİR DEĞERLENDİRMESİ

Büyük bir virüs ailesi olarak tanımlanan koronavirüslerden yeni tip olarak adlandırılan Covid- 19; Aralık ayının sonlarında ilk olarak Çin Halk Cumhuriyeti’nde etkisini göstermiş, şu anda başta İtalya, İran, İspanya olmak üzere dünyanın pek çok ülkesine yayılmış bulunmaktadır ve özellikle yaşlı insan nüfusunu ölümcül olarak tehdit eden bir salgın hastalık haline gelmiştir.

Dünya Sağlık Örgütü’nün 11 Mart’ta bu salgın hastalığı pandemi olarak tanımlayıp ilan etmesiyle koronavirüs salgın hastalığı hem ulusal hem de uluslararası kamuoyunun en önemli gündem maddesi haline gelmiştir. Bu salgın hastalık her geçen gün artan ve yayılan ölümcül etkisiyle devletlerin kendi ulusal meseleleri olmaktan çıkmış, bu sorunla mücadele uluslararası hatta uluslarüstü sayılabilecek bir yönetim anlayışını ve beraberinde bu konuda uluslararası işbirliği, dayanışma ve yardımlaşmayı gerekli kılmıştır.

Türkiye’de konu Koronavirüs Bilim Kurulu danışmanlığında ciddiyetle ele alınıp süreç yönetilirken ve ilk vaka henüz görülmemişken “sorun küresel, mücadelemiz ulusal” düsturuyla halka ilk olarak sosyal izolasyon önerilmiş, kamu olabildiğince bilgilendirilmiş ve gerekli tedbirler hızla alınmaya başlanmıştır. Söz konusu tedbirlerden ilk olarak okulların ve üniversitelerin tatili, akabinde gerçekleştirilen karantina uygulamaları, sınırlarımızın kapatılması ve sıkı kontrolü, seyahat özgürlüğüne ve toplantı hakkına getirilen sınırlandırmalar beraberinde kamuoyunda bazı soruların gündeme gelmesine yol açmıştır. Günden güne artan vaka sayısı ve can kayıpları üzüntü vermeye devam ederken ve kaygı artışına sebep olurken; Devlet yönetiminin, aldığı tedbirleri ve dozunu artırması, özellikle 65 yaş üstü ve kronik hastalığı olan insanlar için yeni getirilen sokağa çıkma yasağı düşünüldüğünde söz konusu güvenlik tedbirlerinin ve denetiminin olağan yönetim usulleri kapsamında yeterli gelmediği değerlendirilmekte ve maalesef zaman ilerledikçe daha ciddi ve sıkı tedbirlerin –  denetimlerin hayata geçirileceği öngörüsü gelişmektedir.

Yukarıda özetlenen sürecin sağlıklı yönetilmesinin gerekliliği ve hayati önemi bir tarafa, bunun sorumluluğu da Devlet yönetimi uhdesinde olduğundan; bu yazıda, devletin ve hükümetin bu konudaki sorumluluğu hukuki açıdan ele alınmakta ve anayasal dayanağı açıklanmaya çalışılmaktadır.

Bir konuda veya bir sorunun çözümünde bireysel veya toplumsal ya da yöresel küçük grupların attığı adımlar yeterli gelmiyorsa, bu durumda söz konusu sorunlar devlet eliyle çözülür. Aynı durumlar halkın ortak ihtiyaçları açısından da geçerlidir. Demek ki o sorun ya da ihtiyaç kamusal bir boyuta ulaşmıştır. Kamusal boyuta ulaşan ortak ihtiyaçlar ve sorunlar da günümüzde hukuk ve siyaset bilimi literatüründe insan hakları adı altında kavramsallaşmış bulunmaktadır.

Devletlerin insan hakları ile ilgili yükümlülükleri açısından bakıldığında ise Birleşmiş Milletler ve Avrupa Konseyi tarihsel gelişimleri bizlere şöyle bir çerçeve sunmaktadır: Hem İnsan Hakları Evrensel Bildirisi hem de Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi başlangıç bölümlerinde ve diğer maddelerinde, devletlerin insan hakları ile ilgili yükümlülüklerini tanıma, koruma, yerine getirme olarak ilan etmişlerdir. 1993 yılında kabul edilen Viyana Bildirgesi ve Eylem Planı’nda da; politik, ekonomik ve sosyal sistemleri ne olursa olsun, insan haklarının ve özgürlüklerinin hepsini korumak ve geliştirmek konusunda tüm devletlerin görevli olduğu ilan edilmiştir. Bu nedenle devletin insan haklarına ilişkin yükümlülükleri dört temel başlık altında toplanabilir: tanıma, koruma, yerine getirme ve geliştirme. Bugün çağımızın modern devleti, sosyal devlet ilkesinin de katkısıyla etki alanı çok büyümüş, pozitif yükümlülükler yüklenmiş durumdadır.

Koronavirüs salgınıyla mücadele; hem ülkemizde hem de tüm diğer ülkelerde sağlık hakkı ve devletlerin bu doğrultuda yükümlülüğü çerçevesinde ele alınmakta ve yürütülmektedir.

Türkiye’nin 9 Haziran 1949 tarih ve 5062 sayılı Kanunla onaylayarak resmen üye olduğu Dünya Sağlık Örgütü; 22 Temmuz 1946 tarihinde 61 ülkenin katılım iradesiyle kurulmuş, Birleşmiş Milletlerin sağlık alanında çalışan bir yan örgütüdür.

Dünya Sağlık Örgütü, sağlığı “tam bir iyilik hali” olarak tanımlamaktadır. (https://www.who.int/about/mission/en/ )  Bu anlamda sağlık hakkının korunması yönünde atılan adımlar, çağımızda devletlerin hem sosyal devlet olma karakterinin hem de uluslararası hukukta insan hakları alanında gelinen seviyenin devletlere yüklediği bir yükümlülüktür.

Sağlık hakkı; Anayasamızın 2. Kısmının 3. Bölümünde 56. Maddede ( sağlık hakkı),  58. Madde (gençliğin korunması) ile 41. Maddede (ailenin korunması ve çocuk hakları) yer alırken, Devletimiz değişmez 2. Maddesinde ise sosyal devlet olarak tanımlanmaktadır. Bununla birlikte; Anayasamızın 5. Maddesi de Devletin temel amaç ve görevlerini, “… kişilerin ve toplumun refah, huzur ve mutluluğunu sağlamak, kişinin temel hak ve hürriyetlerini, sosyal hukuk devleti ve adalet ilkeleriyle bağdaşmayacak surette sınırlayan siyasal, ekonomik ve sosyal engelleri kaldırmaya, insanın maddi ve manevi varlığının gelişmesi için gerekli şartları hazırlamaya çalışmaktır” şeklinde düzenlemektedir.

Sağlık hakkının düzenlendiği aynı bölümdeki “Devletin iktisadî ve sosyal ödevlerinin sınırları” başlığı altındaki 65. Maddeye baktığımızda ise “Devletin sosyal ve ekonomik alanlarda Anayasa ile belirlenen görevlerini, bu görevlerin amaçlarına uygun öncelikleri gözeterek malî kaynaklarının yeterliliği ölçüsünde yerine getireceği” hükmü ile karşılaşmaktayız.  Bu durumda sağlık hakkı kapsamında yürütülecek politikaların mali kaynakların yeterliliği ölçüsünde gerçekleşeceği anlamı çıkmaktadır. Bu hüküm niye vardır? Bu sorunun cevabını, 12 Eylül darbesinden önce alınan 24 Ocak 1980 kararlarının hayata geçirilmesini gerektiren bir dönemin tarihselliğinde bulabiliriz.

Peki, sağlık hakkı 65. Maddeden nasibini almış mıdır?

Evet almıştır. Anayasa Mahkemesinin 3.4.2007, E. 2005/52, K. 2007/35 sayılı kararında şu hukuki gerekçeler sunulmuştur:

Anayasa Mahkemesi’nin çeşitli kararlarına vurgulandığı gibi, sağlık hizmetlerinin devletçe saptanan bir bedelinin olması, bu hizmetlerin Anayasa’nın öngördüğü düzeyde yerine getirilmesi için  zorunludur…. Devlete verilen görevin Anayasa’nın 65. maddesinde belirtilen mali kaynakların yeterliliği ölçüsü ile sınırlı olduğu kuşkusuzdur…” ( AYMK, 3.4.2007, E. 2005/52, K. 2007/35).

Anayasa Mahkemesi başka içtihatlarında sağlık hakkını 17. Madde kapsamında ele almakta (yaşam hakkı, kişinin maddi ve manevi varlığını koruma ve geliştirme hakkı) ki bu madde 65. Madde kapsamında değildir. Yani mali yeterlilik kriteri bu hak bakımından bir sınırlayıcı işleve sahip değildir.

Dolayısıyla bu çalışmada, devletlerin sağlık hakkını bir pozitif statü hakkı olarak düzenleyerek (ör: 1982 Anayasası m. 56) bu yönde atılacak adımları da sosyal devlet yükümlülüğü kapsamında kabul etmesinin yerine; onu, devletin insan unsurunun maddi ve manevi varlığının gelişmesi için temel bir devlet amaç ve görevi olarak kabul ederek (1982 Anayasası m.5 kapsamında), bu hakkı 17. Madde gibi Anayasanın 2. Kısmının 2. Bölümünde düzenlemesi gerektiği savunulmaktadır. Bu ise bir anayasa değişikliğini gerektirir ve güncel konumuz açısından düşünüldüğünde ivedilikle yapılması gerekenler listesinde yer alması beklenemez.

Dünya Sağlık Örgütü tarafından ‘tam bir iyilik hali’ olarak tanımlanan sağlık hakkının, devletin insan unsurunun varlığı açısından önemini göz önünde bulundurarak yukarıda gerekliliği savunulduğu üzere Anayasada yeniden düzenlenmesinin doğru ve yerinde olacağı düşünülmekle birlikte; koronavirüsle mücadele konusu acil bir gündem olması nedeniyle bu konunun anayasal düzeyde ele alınmasının ülkemizin bu salgın hastalıktan kurtulmasının ardından gündeme alınacağı öngörülmektedir. Ancak dikkatle bakıldığında görülmektedir ki; koronavirüs salgınına karşı sağlık hakkı yükümlülüğü çerçevesinde devlet eliyle verilen mücadelede devletin hem insan (uzman personel) hem de ekonomik kaynakları mali yeterlilikler ölçütünde değil, insani değerler çerçevesinde yürütülmektedir. Ülkemiz bu konuda tüm kaynaklarını seferber etmiş bulunmaktadır. Halkımızın da söz konusu tedbir ve önerilere ciddiyetle yaklaşarak gerekli hassasiyeti göstermesi sayesinde daha ağır tedbir, düzenleme veya yasaklara mahal vermeden sürecin atlatılması sağlanabilir. Aksi halde devlet yönetimi Anayasanın kendisine yüklediği insan unsurunu (halkını) koruma yükümlülüğünü yerine getirebilmek için olağan yönetim usullerinin ötesinde bir yönetim uygulamasını hayata geçirmek zorunda kalabilir.

Bilindiği gibi Anayasamızın 119. Maddesi, tehlikeli salgın hastalığın ortaya çıkması halinde, olağanüstü hal yönetimi ilan edilebileceğini belirtmektedir. Hali hazırda Çin Halk Cumhuriyetinin söz konusu salgınla mücadelede (uyguladığı sıkı denetim, yasak ve yaptırımlar sayesinde) vardığı aşamaya demokratik devletlerin varabilmesinin çok zor olduğu yolunda tartışmalar yapılmakta, bazı ülkelerin ise olağanüstü hal ilan ettiği basına yansımaktadır. Bir diğer tartışma ise sıkıyönetim ilan edilebileceği yönündedir. Günlük dilde tarihsel bir karşılığı bulunmasından dolayı sıkıyönetim ihtimali düşünülse – akıllara gelse de, bilinmeli ve hatırlanmalıdır ki; 2017 yılı anayasal değişikliklerle birlikte Anayasanın sıkıyönetim halini düzenleyen 122. Maddesi ilga edilmiş, anayasal bir olağanüstü hal yönetim usulü olarak sıkıyönetim anayasamızdan çıkartılmıştır. Bu nedenle sıkıyönetim ilan edilmesi anayasal açıdan mümkün değildir.

Devletlerin demokratik devlet olmak öncelikleri çağımızda ilk sıralarda gelmekle birlikte, insan unsurunun varlığını ve gönencini temin etmek demokratik karakterinin önünde – öncesinde yer alır. Bu nedenle; bu salgınla mücadelede devletlerin demokratik olağan yönetim usulleri sınırlarında kalmaları – kalabilmeleri, ilgili halkların demokratik kültür gelişimleri ile yakından ilgilidir. Bu açıdan koronavirüs salgın hastalığına yönelik kamuoyunun tavrı –tutumu, konunun kamusal boyutunu kavrayışı, onun demokratik kültür gelişimi açısından da bir veri teşkil edecektir. Bireysel düşünme ve davranmanın ötesinde toplumcu, kamusal bir bakış açısının gelişimi ile devletlerin bu yöndeki politikalarına verilecek kamuoyu desteği sadece salgın hastalıkla mücadele konusunda bir sınav değil, demokratik bir kültüre de sahip olunması açısından bir sınavdır. Demokrasilerde çoğunlukla özgürlük – güvenlik terazisinde ele alınarak özgürlüklerin kısıtlanması şeklinde anlaşılan olağanüstü yönetim uygulamaları aslında özgürlüğün bireysel ve negatif yönünü temel alan bir kabulden hareketle böyle değerlendirilmektedir. Halbuki özgürlük, sadece, insanların canının istediğini yapabilmesi, canı istediği yere gidebilmesi, bu yönde engellenmemesi durumundan ibaret değildir. Bu anlayış özgürlüğün sadece negatif boyutudur. Özgürlüğün pozitif boyutunda ise insanların muhakeme ederek, akla, vicdana, ahlaka, adalete uygun olana karar verebilmesi, bu yönde (doğruluğuna inandığı şekilde) davranış sergileyebilmesi, kendi özgürlük alanındaki taleplerini diğer insanlar için de hak ya da haklı görebilmesi, “biz” bilincinde hareket edebilmesi bulunur. “Biz” bilinci beraberinde sorumluluk anlayışını, “ortak iyiyi”, bu yönde toplumsal dayanışmayı, yardımlaşmayı, koordinasyonu, senkronizasyonu getirir. Bu da kültürde kendini gösterir. Her kültür de kendi siyasal kültürünü, kamusal olana kamu olarak karar verebilme, “ortak iyi”ye erişebilme kapasitesini inşa eder ve geliştirir. İşte bu süreç, demokratik kültür gelişimi olarak da adlandırılır.

Diliyoruz ve umuyoruz ki; hem Türk halkı hem de diğer ülkelerin halkları, insanlığı tehdit eden bu salgın hastalıkla mücadeleyi sağduyuyla, tam bir dayanışma ve birliktelik içinde yöneterek kazansın ve devletlerin demokratik karakterlerini bu kültürleriyle taçlandırsınlar. “Biz” kazansın, insanlık kazansın.

Sağlıcakla ..

* Dr. Deniz ACARAY, Polis Akademisi Başkanlığı Güvenlik Bilimleri Enstitüsü Ceza Adaleti ABD Öğretim Üyesi, denizacaray@yahoo.com.