Twitter
Visit Us
YOUTUBE
YOUTUBE
LINKEDIN
Share

ABD’nin dünyada hâkim konumda olan dolar bazlı küresel finans düzenini koruma çabası ve ülkeler arasında süren ekonomik üstünlük mücadelelerinin günümüzde ticaret ve kur savaşları adı altında takip edildiğini, özellikle bu mücadelenin asıl tarafları olan ABD ve Çin arasındaki mücadelenin son dönemlerde medyada sıklıkla yer bulan ticaret savaşları tarafını ve dolar bazlı küresel düzenin nasıl kurulduğunu önceki yazılarımızda ele almıştık.

Ticaret savaşları ve kur savaşları ekonomik mücadelelerde birbirlerini tamamlayıcı süreçlerdir. Özellikle kur savaşları, tarih boyunca incelediğimizde, ticaret savaşlarına kıyasla daha fazla uygulanan bir yöntem olarak karşımıza çıkmaktadır. Ülkeler kurları üzerinde yaptıkları düzenlemelerle, ekonomik dengeleri değiştirmeye yönelik ilk hamlelerini yapmış olurlar. Bu hamlelerin yetersiz kaldığı yerde bir sonraki aşama ise gümrük duvarlarını örmeye başlamak olur ki bu da basit bir biçimde ticaret savaşları diyebileceğimiz aşamayı başlatır. Günümüzde gündemi sürekli meşgul eden ABD-Çin arasındaki ticaret savaşları ve ekonomik mücadelenin temeli yıllar önce kur savaşlarının başlamasıyla atılmış oldu.

Peki, kur savaşları nedir? Kur savaşları, ülkelerin kendi para biriminin değerini kasıtlı bir biçimde düşük tutarak, ticari açıdan avantaj elde etme çabasını ifade etmektedir. Bir ülkenin para birimin değerinin düşük kalması, o ülkede üretilen ürünlerin küresel pazarda fiyatının da ucuz kalmasını sağlamaktadır. Bu sayede dışarıya daha fazla ürün satılmakta ve ülkenin döviz geliri artmaktadır.

Kur değerini düşük tutarak ticaret hacmini arttırma yönünde politika yürüten ülkelerdeki üretimin hammaddelerinin dışarıya bağımlılığının olabildiğince az olması gerekmektedir. Çünkü para biriminin değerinin düşmesi ithalatı pahalılaştıran bir unsurdur. Yurtdışına ihraç edilen ürünlerin hammaddesinde ithal girdi oranı yüksek ise, ürünlerin uluslararası pazar için ucuz kalma şansı olmayacaktır. Kuru düşük tutarak uluslararası pazarda rekabet gücünü arttırma politikası, örneğin Türkiye’de verimli bir politika olmayacaktır. Çünkü ülkemizde üretilip yurtdışına ihraç edilen ürünlerimizin hammaddesinin yaklaşık olarak yüzde 70’i ithaldir. Türk lirasının değer kaybetmesi üretim maliyetlerinin de artmasına neden olacaktır. Dolayısı ile kur savaşlarının kızıştığı bir ortamda bizim ürünlerimizin uluslararası piyasalarda rekabet şansı azdır. Anlaşılacağı üzere kur savaşları açısından dezavantajlı bir konumdayız.

Tarihteki ilk geniş çaplı kur savaşı, 1. Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa ülkeleri ve ABD arasında yaşanmıştır. Savaştan sonra büyük yara almış olan Avrupa ekonomileri, 1929 yılında büyük depresyonun da başlamasıyla hepten yıkıcı bir durumla karşı karşıya kaldılar. Savaş sonrası toparlanma ve güçlenme mücadelesinin en önemli adımı ekonomik kalkınmadan geçmekteydi. Bütün ülkelerin ekonomik sıkıntıda olduğu bir dönemde, herkes pastadan daha çok pay alarak sıkıntılı süreçten çıkmaya çabalamaktaydı. 1. Dünya Savaşı sonrasında ağır borçlar altına sokulan Almanya, parasının değerini düşürerek kur savaşlarının perdesini aralayan ilk devlet olmuştu. Savaş sonrası üzerine yüklenen borçları ödeyebilmek için uluslararası pazarda ürünleri için bir avantaj yaratmak istemişti. Ancak borç baskısıyla iyice zayıflayan ekonomi kontrolden çıktı ve tarihte eşi benzeri görülmemiş türden bir enflasyon krizi meydana geldi. Almanya’dan sonra Fransa ve İngiltere de kur savaşlarında hamlelerini yaptılar. Fransa’nın devalüasyon hamlesine karşı İngiltere, sterlinin altın karşılığını kaldırdı. ABD de yaşanan ekonomik krizin yaralarını sarabilmek adına doları altına karşı devalüe etti. Bu durum karşısında Fransa ve İngiltere tekrardan aynı hamleleri gerçekleştirerek paralarını devalüe ettiler. Fransa paranın altın karşılığını tamamen kaldırdığını ilan etti. Ticareti canlandırarak avantaj sağlama adına arka arkaya atılan bu adımlar sonucunda dünya ticareti hepten çöktü ve büyük ülkeler tekrardan ekonomik krizle karşı karşıya kaldılar. Açmaza giren bu durum, yeni bir dünya savaşının başlamasına sebep oldu.

2. Dünya Savaşı’ndan sonra yeni bir dünya düzeni buna bağlı olarak da yeni bir finansal düzen kuruldu. Bu düzende ABD başı çekmekte ve kontrolü elinde tutmaktaydı. Bu düzende bütün ülkeler paralarının altın karşılığını kaldırmak durumunda kalmış, yalnızca ABD dolarının altın karşılığı yürürlükte kalmıştır. Diğer bütün para birimleri de değerlerini dolara endekslemişlerdir. ABD, Vietnam Savaşı’nı başlattıktan sonra yeni düzen sarsılmaya başlamıştır. Savaşın uzaması ve buna bağlı olarak savaş maliyetlerinin muazzam boyutlarda artması, ABD ekonomisinin ve doların sorgulanmasına yol açmıştır. Bu süreç yakın tarihteki bir diğer kur savaşını başlatmıştır.

1960’lı yılların sonunda İngiltere ve uluslararası pazarda sterlin üzerinde yoğun spekülasyonlar oluşmuştu. İngiltere o dönemde bu sorunları aşabilmek adına devalüasyon yapmak zorunda kaldı. Bu adım o dönemde büyük bir korku dalgasının yayılmasına yol açtı. İngiltere’nin bile devalüasyon yapabildiği bir ortamda, altın dışında güvenli bir liman kalmamıştı. Doların altın karşılığı bulunmasına rağmen, ABD’nin yaşadığı ekonomik sorunların gün yüzüne çıkmaya başlamasıyla altın talebi artmıştı. Başta Fransa olmak üzere pek çok devlet, dolarlarını gönderip karşılığı kadar altın talep etmeye başlamıştı. Altın talebi ABD’nin karşılayamayacağı ölçüde artmaktaydı, bu nedenle 1971 yılında ABD Başkanı Nixon doların altın karşılığının kaldırıldığını ilan etti. Bu doların karşılıksız kalması anlamına gelmekteydi. Dünyadaki en güvenli para birimi olarak görülen dolar çok büyük oranda devalüe edilmişti.

Doların devalüasyona uğraması, beraberinde pek çok ülkenin de benzer adımlar atmasına yol açtı. Bu krizlerin yaşandığı döneme kadar doların bir altın karşılığı bulunmakta, diğer ülkeler de para birimlerini dolara endeksli tutmaktaydılar. Doların altına karşı devalüe olması ve bir noktadan sonra karşılığının kalmaması yeni bir dönemin başlangıcı oldu. Pek çok ülke para biriminin değerini serbest piyasada dalgalanmaya bıraktı. Kontrollü kur rejimleri büyük ölçüde sona erdi. Yeni bir finansal düzen yerleşmekteydi.

Dalgalı kur rejimlerine geçişle birlikte sermayenin hareket özgürlüğü de gelişmişti. Keynesci ekonomik model, 80’li yıllarda yerini sınırsız finansal özgürlüğün savunulduğu liberal bir modele bırakmıştı. Gelişen finansal teknolojiler sayesinde sermaye, dünyanın her tarafına istediği anda gidebilmekteydi. Bu durum serbest piyasaya bırakılan kurlar arasında al-sat yaparak gelir elde etmenin kolay bir yolunu oluşturmuştu. Devletler piyasalar üzerindeki kontrolünü yitirmeye başlamıştı. Bu durum, zenginliğin ve sermayenin anavatanı haline gelen ABD için bir avantaj oluşturmuştu çünkü kontrol artık sermaye sahiplerine geçmişti. Devletlerin uluslararası piyasalar üzerinde yitirdiği gücü ABD’li sermaye sahipleri kazanmıştı. Serbest piyasa adı altında diğer ülkelere karşı manipülasyon yapmanın yeni bir yolu oluşmuştu. Kısa süre içerisinde kur alış-satışı dışında yeni ve daha karmaşık türev ürünler yaratılmış, küresel ekonomik düzen karmaşık sermaye piyasalarının örümcek ağı içerisine yerleşmişti. Batı dünyasının kapitalist oyun düzenine, oyunu manipüle eden komünist bir ülkenin yerleşmeye çalışmasıyla üçüncü büyük kur savaşı da başlamış oldu.

Çin, yüzyıllar boyu dışa kapalı kalmış bir ekonomik düzenden sonra, birden bire kapitalizmin tam göbeğine doğru son sürat yol almaya başlamıştı. Mao’nun ölümünden sonra bu devasa ülkenin ne kadar fakir kalmış olduğu, Çinli bürokratlarca fark edilmiş ve Batı’yı yakalayabilmek adına batının kurallarını kendilerine uygun hale getirme planları yapmışlardı. Bu sürecin başlamasıyla Çin devasa üretim kapasitesini ortaya çıkartmış oldu. Üstelik dünyada üretim kapasitesi yüksek olan ülkeler arasında yalnızca Çin’in sahip olduğu bir avantaj vardı ki, o da kur kontrolüydü. Çin yuanın değerini çok düşük tutmak üzerine kurulu bir politika uygulamaktaydı. Bunun sonucunda da Çin malları uluslararası pazarda muadillerine kıyasla çok ucuz kalmaktaydı. Hiçbir ülkenin elde edemeyeceği türden bir fiyat avantajına sahip olan Çin ürünleri kısa sürede büyük talep görmeye başladı.

Peki, bu sistem nasıl işlemekteydi? Çin devasa bir ülke olmasına rağmen halk pek çok konuda oldukça sıkı kontrol ve denetim altında tutuluyordu. Doğal olarak bu kontrol ve denetim mekanizması ekonomide de işlemekteydi. Çinli üreticilerin (devlete ait şirketler de dâhil olmak üzere) yurtdışına sattıkların ürünlerden elde ettikleri döviz gelirini Çin Merkez Bankası’na vermeleri zorunluydu. Üreticilerin elde ettiği döviz geliri doğrudan Çin Merkez Bankası’na gitmekte, buna karşın Merkez Bankası da üreticilere, yurtdışından elde edilen döviz geliri kadar yuan vermekteydi. Çin Merkez Bankası bu sistemi sürdürebilmek adına, yurtdışından gelen döviz miktarı kadar yuan basmakta ve bunu iç piyasaya dağıtmaktadır. Bu sayede hem yuanın değerini düşük seviyede tutabilmekte, hem de ülke içerisinde istikrarlı bir büyüme sağlayarak devasa nüfusunun işsiz kalmasına engel olmaktadır.

Çin’in sahip olduğu bu avantaj, üretim ekonomisine sahip gelişmiş ülkelerin hiçbirinde yoktu. Çin ile benzer ekonomik model yürüten Uzakdoğu ülkeleri olmasına rağmen, hiçbirisi Çin kadar devasa nüfusa ve hammaddeye sahip değildi. Çin’in sahip olduğu bu imkânlar, kur politikası ile birleşince büyük bir avantaja dönüştü. Dolayısı ile Çin’in kalkınma modelinin etkisi küresel ölçekte dengelerin değişmesine yol açtı.

90’ların sonundan itibaren dünyanın her tarafına Çin ürünleri yayılmıştı. Tüketici açısından bu ucuzluk olumlu bir durumdu. Çin önce dünyada talep gören pek çok ürünün ucuz taklidini yaparak küresel pazarda kendine yer açmaya başladı. Bir diğer taraftan da dünyanın en büyük şirketlerinin üretim tesislerini kendisine çekerek ayrı bir tür üretim gücü elde etti. Çin’de üretim yapmak isteyen şirketler, ucuz üretim maliyetleri karşılığında teknoloji transferi yapmayı kabul ediyordu. Böylece Çin ucuz taklit ürünler yerine, küresel pazarda rekabet edebilecek kaliteli ürünlerin üretimine başlama imkânı buldu. Bu türden kaliteli ürünlerin fiyat avantajı ile dünyaya yayılmasıyla beraber Çin’in ticaret hacmi devasa boyutlara ulaştı. ABD tüketicileri Çin’in ucuz ürünlerini tüketmeye alıştıkça da ABD’nin Çin’e karşı olan ticaret açığı artmaya başladı. ABD’nin Çin’e karşı verdiği ticaret açığı 1997 yılında 50 milyar dolarken, 2006’da 234 milyar dolara, günümüzde ise yaklaşık 370 milyar dolara çıkmıştır. Kısacası, Çin yıllardır ABD’den hortumla dolar çekmektedir.

ABD’nin genel anlamda ticaret açığı vermesi aslında normal bir durum. Bu yazı dizisinin ilk bölümünde anlattığımız üzere ABD, doları küresel ölçekte en çok kullanılan rezerv para haline getirerek kendi hegemonyasını sağlamış oldu. Rezerv paranın dünyada kabul görebilmesi için başka ülkelerde kolay bulunabilmesi lazımdır. Bunun için ABD, her yıl verdiği ticaret açıklarıyla dünyaya dolar ihraç etmektedir. Bu sistem kasıtlı olarak bu şekilde kurulmuştur. Eğer ABD dünyaya dolar dağıtmasaydı, dünyada dolar bulmak zorlaşırdı ve rezerv para olarak kabulü mümkün olmazdı. Dolayısıyla ABD’nin dolarları dünyaya dağıtabilmek adına sürekli borçlanması gerekmektedir. ABD kâğıt üzerinde borcu sürekli artan bir düzene sahiptir, bu sistem böyle inşa edilmiştir. Bu borçların tek karşılığı da kendi bastığı yeşil boyalı kâğıtlardır. Bu yeşil boyalı kâğıtlara duyulan güven ABD’nin küresel nüfuzunu sürdürebilmesi adına çok önemlidir.

Çin’in sahnedeki rolü büyüyene kadar bu sistem öyle ya da böyle işlemekteydi. Çin’in pazara hâkim olup piyasadaki dolarların büyük çoğunluğunu kendisine çekmeye başlaması denklemde birkaç sorun meydana getirdi. Çin, dünyada ABD dışında hiçbir devletin sahip olamadığı kadar dolar rezervine sahip olmuştu ve bu miktarı yıldan yıla arttırmaya devam etmekteydi. Çin’den önce 80’li yıllarda Japonya ve ABD arasında da benzer bir durum meydana gelmiş, Japonya’da büyük bir üretim hamlesiyle ABD’nin çok büyük ticaret açıkları verdiği bir ülke haline gelmişti. Büyük miktarda döviz rezervleri edinmiş ve ekonomik açıdan tehdit olarak görülmeye başlanmıştı. Ancak hammadde ve kur avantajları bulunmayan Japonya’nın 90’lı yılların sonundan itibaren büyüme oranları neredeyse yüzde 0’lara kadar gerilemişti. Bu nedenle bir tehdit unsuru olma ihtimali kalmamıştı. Ancak Çin’in uzun bir zaman daha yüksek oranlarda büyümesi beklenmekte, bu büyümeyi sağlayacak kapasiteye de sahip olduğu bilinmektedir.

2000’li yılların başından itibaren bu tehdidin iyice belirginleşmesi nedeniyle ABD, Çin’e yuanın değerini yükseltmesi için baskı uygulamaya başladı. Yuanın değerinin yükseltilmesi Çin’in dünya pazarından kazancını bir ölçüde azaltacaktı. ABD’nin yoğun baskıları sonucunda yuanın değeri 2005 yılından sonra yaklaşık olarak %17 oranında arttı. Bu anlaşma o dönemde ABD için makul bir zafer sayılırdı. Ancak esas fırtına 2008 yılında mortgage krizinin yaşanmasıyla beraber çıktı.  Aşırı şişmiş varlık ve kredi balonlarının ABD piyasalarında patlamasıyla dünyaya yayılan bu kriz yüzünden gelişmiş ve gelişmekte olan piyasalar çok sarsıldılar. Ancak esas sorun krizden sonra ABD’nin krize karşı uyguladığı çözüm olmuştu. Bu kriz dünyaya ABD ve dolarla ilgili pek çok ders verdi.

2008 yılına yaklaşan süreçte türev piyasalarda, bunları tasarlayan bir grup insan dışında kimsenin gerçek anlamda hâkim olamayacağı karmaşık ürünlere milyarlarca dolar yatırılmıştı. 2008 krizinde kaybolan paralar gerçek anlamda sermaye piyasalarında değil, sermaye piyasaları aracılığıyla yaratılan kumarhanelerdeydi. Bu alanda faaliyet gösteren büyük firmalar, bankalar ve yatırım şirketleri hiçbir karşılığı bulunmayan türev ürünlere devasa miktarlarda paralar yatırmışlardı. Ortada yalnızca daha çok kazanma beklentisiyle talep gördüğü için yükselen türev ürünler bulunmaktaydı. Netice itibariyle bu çark dönmez olmuş ve beraberinde bütün ekonominin çökmesine yol açan bir krize yol açmıştı. Bu ürünlere yatırılan para o kadar büyüktü ki, krizin etkisi bir anda bütün dünyaya yayıldı ve istisnasız herkesin etkilenmesine sebep oldu. Krize sebep olan banka ve şirket yöneticileri ile ilgili yapılan yargılamalar sonucunda, sorumluların çok büyük bir kısmı hiçbir ceza almadı. Dünyanın finans merkezinde yaşanan bu krizin sorumlularının cezalandırılmaması, hem ABD içerisinde halktan, hem de küresel düzeyde her kesimden büyük tepki gördü.

Konumuza ilişkin en önemli nokta ise krizden sonra ABD’nin krizden çıkış politikalarıdır.  Dönemin FED Başkanı Ben Bernanke, parasal genişleme politikası olarak bilinen bu politikanın uygulanmaması durumunda ortada bir “ekonominin” kalmayacağını söylemiştir. Bu krizden sonra Amerika Merkez Bankası FED, kriz sonrasında ekonomiyi kurtarabilmek adına batık durumda olan ve “çöp tahvil” olarak bilinen kâğıtları şirketlerden ve bankalardan satın aldı. FED, bu tahvilleri alabilmek için bütün ABD tarihi boyunca basılan dolar miktarının 4 katı kadar doları 2 yıl içinde basmak durumunda kaldı. FED’in yani ABD’nin büyük miktarda dolar basması, küresel ölçekte bir kur savaşının ilan edildiğini göstermekteydi. Böylesine büyük miktarda dolar basımı, bir anlamda ABD’nin borçlarının yabancı alacaklılara daha ucuz dolarla ödenmesi için devalüe etmesi anlamına gelmekteydi.

Bütün bunlar, başta Çin olmak üzere pek çok ülkede büyük endişelere yol açtı. Bir taraftan bakıldığında, eğer ABD böyle bir politika izlememiş olsaydı dünyada ve ABD’de çok daha büyük krizler yaşanacaktı. Kriz olduktan sonra bu sistemi kurtarabilmek için uygulanabilecek başka bir alternatif yoktu. Ancak Çin’in yıllar boyunca çalışarak biriktirdiği dolar rezervinden daha büyük miktarda doların ABD tarafından bir kriz anında havadan basılabildiğinin görülmesi sistemin çürüklüğünü gözler önüne serdi. ABD’nin borçluluğunun gerçek anlamda bir değerinin olmadığı görüldü.

ABD’nin kur savaşlarını başlatması domino etkisi yarattı ve gerek Avrupa Merkez Bankası, gerek diğer gelişmiş ülkelerin merkez bankaları aynı yolu izledi. Finansal sisteme her taraftan para girişi başladı. Avrupa, İngiltere, Çin ve diğer Uzakdoğu ülkelerinin merkez bankaları hızla para basmaya, faizleri ve kurları düşük tutarak paranın değerini düşük tutmaya çabaladılar. Bu şekilde modern tarihin son kur savaşı başlamış oldu. Bu dönemde ucuz para dünyaya yayıldı ve kriz sonrası yalancı bir refah dönemi etkisini gösterdi.

ABD ekonomisinin toparlanması, basılan devasa miktarda dolarlara rağmen uzun yıllar sürdü. Yıllar boyunca FED tarafından basılan dolarların çok büyük bir kısmı da halka ulaşamadan sermaye piyasalarına aktı. Yani 2008 krizine sebep olan bankaların veya şirketlerin kasalarına girdi. Dolayısı ile halkın hissettiği ekonomik yaşamda sıkıntılar devam etmekteydi. ABD ekonomisinin toparlanabilmesinin kaynağı hep tüketimin artırılmasından geçmiştir. Tüketimin sekteye uğramaması için uygulanan gevşek para politikaları veya düşük faiz oranları bu defa derin bir krizin yaralarını sarmak için kullanılmıştı. Krizin yaraları sarılmıştı ama ekonomik gidişatın uzun vadede iyiye gitmeyeceği belli olmuştu ve tüketimi arttırabilecek silahların cephanesi tükenmişti. ABD için geriye tek bir çözüm kalıyordu o da üretimi ve ihracatı arttırarak ekonomiyi toparlamaktı.

2008 krizinden sonra ABD parasal genişleme politikasıyla beraber başlattığı kur savaşlarında istediğini alamadı. Bu süreç içerisinde Çin kur politikasını uygulama açısından daha avantajlı konumdaydı. Dolayısı ile savaştan küresel pazardaki payını daha da arttırarak çıktı. ABD için kur savaşlarındaki mağlubiyet, küresel ölçekte dolar bazlı finans sisteminin iyiden iyiye sorgulanmasıyla birleşince daha sert önlemler almasını gerektirecek bir süreci başlatmış oldu. Tekrardan üretim ekonomisine geçerek, hem doların itibarını korumak hem de ekonomik çöküşten kaçınmak istemektedir. Bir önceki yazımızda anlattığımız ticaret savaşları işte tam da bu nedenle ortaya çıkmıştır.

Başta Çin olmak üzere ABD’nin karşısında duran pek çok devlet, dolar sonrası oluşabilecek bir yeni düzen adına adımlarını atmaya başlamıştır. Özellikle son yıllarda ABD’nin kendi kurduğu finans düzeninin gücüne dayanarak Rusya, İran, Venezuela gibi ülkelere keyfince yaptırım uygulaması, sistemin ne kadar sakıncalı ve sürdürülemez olduğunu göstermektedir. ABD, karşısına aldığı Çin ve Rusya gibi ülkelerin, mevcut finansal düzeni sarsacak adımlar atmaya hazırlandığını görmektedir. Buna karşı da yıllar önce olduğu gibi tekrardan üretim ekonomisine dönmeye yönelik adımlarını hızlandırmıştır.

Çin’in günümüz kapitalist sistemini manipüle ederek dengeleri alt üst etmesi sonucu kur savaşları ile başlayan mücadele, ticaret savaşlarıyla birlikte iyice kızışmış ve tarafları yeni bir çıkış yolu arayışına itmiştir.  Çin açısından bakacak okursak, birden bire sistemin altüst olmasından belki de en çok zarar görecek ülke olur. Çünkü elinde bulundurduğu devasa dolar rezervi sayesinde dünyanın dört bir tarafına stratejik yatırımlar yapmakta, nüfuzunu genişletebilecek adımları atmaktadır. Ancak görüleceği üzere sistemin tıkanacağı ve sorun çıkartacağı bir noktaya doğru hızla yaklaşmaktayız. ABD açısından baktığımızda ise, Çin tehdidinin kendini göstermeye başladığı bir dönemde 2008 krizinin yaşanması sorunun çok daha büyük bir boyuta taşınmasına yol açtı.

Hiç şüphesiz bu süreç yepyeni bir dönemin kapılarını açacaktır. Ancak bu dönemin nasıl olacağını, nasıl bir düzen kurulacağını öngörmek zordur. En azından geçiş süreci boyunca çok büyük bir finansal kriz yaşanacağı pek çok uzman tarafından öngörülmektedir. Başta Çin ve Rusya olmak üzere pek çok devlet altın rezervlerini arttırarak böyle bir kriz anı için önlemlerini şimdiden almaya başlamıştır. Yüzyıllık finansal düzenin değişmesi sancılı bir süreç olacaktır. Muhtemelen bunu tetikleyebilecek olay yakın zamanda taraflar arasındaki mücadelelerin kızıştığı bir dönemde petrol, doğalgaz veya başka bir enerji kaynağının dolar dışında bir para birimi ile satılmaya başlanması olabilir. Böyle bir adımda dolar bazlı küresel finans düzeni en büyük yarasını alacaktır ki bu da mücadelenin çok daha düşmanca boyutlara taşınmasına yol açacaktır. İçinde bulunduğumuz gidişat bu türden bir adım atılmasının yakın olduğunu göstermektedir.

Dışarıdan bakıldığı zaman ABD ekonomisinin durumu, içinde bulunduğumuz aylarda uzun yıllar boyu olmadığı kadar iyi görünmektedir. Ancak uzun vadeli olarak bakıldığı zaman ciddi bir sistem ve düzen problemi olduğu apaçık ortadadır. Kur veya ticaret savaşlarının yaşanması, ortada derin bir kriz olduğunun göstergesidir. Bu kavganın bir kazananının olmayacağı da belli olmuştur. Bu nedenle mevcut sorunlar, her şeyi alt üst eden nihai bir krize yol açana kadar devam edecektir. Benim “yaklaşan finansal fırtına” olarak adlandırdığım bu sürecin kısa süre içerisinde başlaması muhtemeldir.  Bunca sorunun birikmişliği sonucu oluşacak türden bir finansal krizin yaşanması, tarihte eşi benzeri görülmemiş türden hasarlara yol açacaktır. Ülkemizin böyle bir krizden sağ çıkabilmek adına şimdiden tedbirler almaya başlaması hayati öneme sahiptir.