Twitter
Visit Us
YOUTUBE
YOUTUBE
LINKEDIN
Share

Giriş

Atatürk’ün, Türk toplumunun güçlü ve mutlu olmasını sağlayacak amaçlar etrafında temelleri atılmış bir ekonomi ve sosyal politikası vardı. TBMM’nin kurulduğu 23 Nisan 1920’den itibaren, Kurtuluş Savaşı’nın, bütün ulusal özverileri üzerine çeken zor koşullarına karşın, Mustafa Kemal tarafından tespit edilen bu genel politika, Türk Milletini kayıtsız şartsız siyasi bağımsızlık hedefine götürecek yolun, ancak ekonomik bağımsızlık ve güç sağlayacak bir iktisadi kalkınma ile sağlanabileceği üzerine temellendirilmiştir. Kendisinin bu genel ekonomik politikası, onun 17 Şubat 1923 tarihinde İzmir’de toplanan Türkiye İktisat Kongresi’nin açış konuşmasında en özlü ifadesini bulmuştur.[[1]]

Türkiye Atatürk döneminde, ekonomik kalkınma mücadelesine çok olumsuz koşullardan başladı. Kalkınma modelini Türk Devrimi’nin ruhuna uygun bir tarzda demokratik bir yöntemle belirledi. Esasen bu konuda devrimin dogmatik bir tavrı söz konusu değildi. Pragmatik bir yaklaşım egemendi. Nitekim Türkiye 1930 sonrasında kendisine uygun modeli adeta sınama yanılma yoluyla keşfetmiş, devletçilik politikasıyla hızlı bir sanayileşme sürecine girmişti. Gazi dönemindeki on beş yılda ortalama yüzde 4-6 reel büyüme hızı enflasyonsuz şekilde gerçekleştirilmiş, sanayileşmede yıllık ortalama büyüme hızı yüzde 9,6 ya ulaşmıştır.

Gazi’nin “İstiklâlini kaybetmenin en iyi yolu, sahip olmadığı parayı sarf etmektir.” özlü sözünde yol haritasının ipuçları bulunan söz konusu on beş yıllık ekonomik mucizenin yapı taşlarını; kendine has yöntem, fikrî alt yapısını irdelemek ve belki de bilinçaltımızda, içinde bulunduğumuz açmazlara ışık tutmasını dilemek, aşağıdaki çalışmamızın ereği olmuştur.

Ekonomik Yapı

Türkiye Cumhuriyeti’nin Osmanlı İmparatorluğu’ndan devraldığı ekonomik yapı, çeşitli parametreleriyle “çökmüş” bir nitelikteydi. Yurt içi üretimin büyük bölümü, mevcut verimli ve büyük toprakların çok sınırlı bölümünde, tümüyle hava koşullarına bağlı olarak yapılan “tarıma” bağlıydı. Kapitülâsyonlar ve dış borçlar, ülkeyi tam bir açmaza sokmuştu. Cumhuriyetin kurulduğu 1923 yılında ülkenin GSYH’si yaklaşık 570 milyon Amerikan doları ($); kişi başına düşen GSMH sadece 65 $; ihracat 51, ithalât ise 87 milyon $; ülke geliri içinde sanayinin payı yüzde 11 idi.[[2]] Toplam nüfusun yüzde 82’si köylerde yaşıyor ve okuma-yazma oranı da yüzde 11’i geçmiyordu. Keza, yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı İmparatorluğu’ndan ağır bir Düyun-u Umumiye borcunu devralmıştı.[[3]]

Diğer yandan, Birinci Dünya Savaşı’nın (I.DS) hemen ardından girdiği Kurtuluş Savaşı’ndan yeni çıkmış olan Türkiye’de insanlar, Cumhuriyeti kuranların aksine, yorgun, bitkin, fakir ve dünyadan soyutlanmış bir durumdaydılar.

Yukarıda kısaca özetlemeye çalıştığımız 1923 yılına ait sosyo-ekonomik koşullar, takip eden 15 yılda önemli ölçüde düzelmiştir. Aşağıda irdeleyeceğimiz ekonomi politikaları sonucunda, hocaların hocası Ömer Celâl Sarç tarafından yapılan hesaplamaya göre, yeni cumhuriyetin GSMH’nin, 1923’deki 696 milyon TL’den 2,6 kat artarak, 1938 yılında 1.818 milyon TL’ye yükseldiği tahmin edilmektedir.

Bu tahminlere göre kişi başı GSMH, 1923’te 53 TL, 1938’de 108 TL’dir (yaklaşık 2 kat). 1923’den 1930’a kadar Türk Lirası Amerikan dolarından daha değerlidir: 1 $=80 krş. Bu durumda ülkenin kişi başı geliri 1923’te 66 $’dır. 1930’da ise, dolar değeri 1,3 TL olarak sabitlenmiştir. Buna göre, 1938 yılı kişi başı ulusal gelir ancak 83 $’a yükselmiştir (1,26 kat). Alınan sonuçlar, dönemin güçlükleri ve yoksunlukları göz önüne alındığında olağanüstüdür.[[4]]

Ekonomik Sistem

17 Şubat-4 Mart 1923 tarihleri arasında, 1135 delege ve izleyicilerle birlikte yaklaşık 3500 kişinin izlediği “İzmir İktisat Kongresi”nde, dönemin İktisat Bakanı Mahmut Esat Bey, yeni kurulan devletin uygulayacağı ekonomik sistemin üzerinde durmuş ve bu konudaki fikrini:

 “Yeni Türkiye, muhtelit bir iktisat sistemi takip etmelidir. İktisadî teşebbüs kısmen devlet ve kısmen teşebbüsü şahsî tarafından deruhte edilmelidir. Meselâ, büyük kredi müessesatını, sanayi teşebbüsatını ilâh … Devlet idare edecektir. Çünkü memleketimizde iktisadî vaziyeti bunu istilzam ediyor.”

sözleriyle aktarmıştır.[[5]]

Mustafa Kemal’in bilgisi dışında aktarılması olası olmayan bu tanımla, İzmir İktisat Kongresi’nde sistem yönünden temeli atılan ekonomik çatının “karma ekonomi” olduğu görülmektedir. Atatürk’ün ve sonuçta yeni Türkiye’nin “çağdaş iktisadî düşünce sistemine getirdiği en büyük yeniliğin” bu olduğunu söyleyebiliriz. Şöyle ki, demokratik yönetim biçimiyle idare edilen az gelişmiş ülkeler, ekonomik kalkınmalarını genelde bu sistem içinde gerçekleştirmekte ve iktisadî kalkınmada devlete düşen görevleri kamu sektörü faaliyetleri içinde yürütmektedirler.

Mustafa Kemal’in ekonomi politikasını anlayabilmek için, bu politikanın temelini oluşturan iki ilkeyi kaçırmamak gerekir. Bunlardan birincisi, her alanda olduğu gibi “ekonomide de milliyetçilik” olup, Misak-ı Millî sınırları içerisinde kalan “yurttaşlarının refah ve mutluluğunu sağlamayı”, ana hedef olarak kabul eder. Bu bağlamda önemli olan ilkeler, millî ekonomik çıkarların gözetilmesi, dış pazarlara ve yabancı ekonomilere bağımlılığın kaldırılması ve millî bir ekonominin kurulmasıdır.[[6]]

Atatürk ülke yararına olduğu sürece yabancı özel sermayeye karşı olmadı. İmtiyazlı yabancı özel şirketlere karşı idi. Atatürk devletlerarası borçlanmalara da, uygun şartlarla sağlandığı vakit karşı çıkmadı, uygun olmayan şartlarla sağlanmış olduğu için Osmanlı borçlarının tasfiyesiyle sonuçlanan bir dış borç idaresi, onun bu fikirlerinin kaynağı olduğu açıktı.

Atatürk’ün “ekonomik bağımsızlık olmadan siyasi bağımsızlığın da olmayacağı” düşüncesinden hareketle yeni Cumhuriyetin, siyasi bağımsızlık sonrası iki önceliğinden birisi “ekonomi”, diğeri de “eğitim” olmuştur. Yeni devlet, ekonomik hayatta hızlı atılımlar yapmaya başlamıştır. 1923 İzmir İktisat Kongresi’nde alınan kararlara koşut olarak 1923-1929 döneminde “kısmî bir liberal dönem” yaşanmıştır. Ancak daha sonra, hem 1929 yılında bütün dünyayı etkileyen Büyük Buhran’ın etkisiyle, hem de sermaye ve girişimcilik faktörlerindeki yetersizlikler nedeniyle “devlet ağırlıklı” bir ekonomi politikası izlenmeye başlanmıştır.

Yukarıdaki gelişmelerin ışığında, Atatürk dönemi ekonomi politikasını, bu konudaki literatüre uygun olarak, 1923-1929 ve 1929-1938 olmak üzere iki dönemde incelenmesi yolunu tercih ettik.

* Plânlı Dönem Öncesi: 1923-1929 Yılları Arası Kısmî Liberal Dönem

Türkiye Cumhuriyeti, kuruluşunu izleyen yıllarda, Lozan Antlaşması’nda öngörülen “serbest ticaret” politikası çerçevesinde liberal politikalar izledi. Bunun başat nedeni, Lozan Antlaşması’nın ekinde yer alan ticaret sözleşmesinde, 1916 tarihli Osmanlı gümrük tarifelerinin beş yıl süreyle yürürlükte kalmasının, kapitülâsyonların kaldırılması karşılığında, koşul olarak yer almış olmasıdır.

Çalışmamızın önceki bölümünde değindiğimiz İzmir İktisat Kongresi’nde alınan kararlar, bu dönemin biçimlendiricisi olmuştur. Ankara Hükümeti, bir yandan Lozan’da karşılaşılan zorlukları Türk ve dünya kamuoyuna duyurmak, diğer taraftan ekonominin çeşitli sorunlarını tartışmak üzere İzmir İktisat Kongresi’ni topladı.[[7]]

Türkiye İktisat Kongresi’nin toplanma amacı, savaştan yorgun çıkmış olan ekonomik faktörlerin, kurumların ve aktörlerin birbirlerini tanımalarını sağlamak, ihtiyaçlarını saptamak, iktisadi konular üzerine dikkatleri çekmek ve iktisat politikalarını da bu sonuçlara göre belirleme isteğidir. Misak-ı İktisadi adı da verilen bu kararlar, yurt içi sanayii kurmayı ve geliştirmeyi amaçlayan, özel girişime öncelik veren ve mülkiyet haklarına saygılı bir ekonomik sistemi oluşturmayı amaç edinmiştir.[[8]] Toplanan Kongre’nin hedefi özetle; siyasal bağımsızlığın ekonomik bağımsızlıkla tamamlanması ve Türk girişimcilerin güçlendirilmesiydi.

Bu dönemde Devlet, özel kesimi teşvik etti, Türk girişimcilerin güçlenmesi için, Teşvik-i Sanayi Kanunu gibi, özel çabalar harcadı. Bu yasa ile özel sanayi teşebbüsleri ve maden işletmeleri, büyük ölçekli “muafiyet” ve “imtiyazlara” kavuşuyorlardı. Kamu İktisadi Teşebbüsleri’nin (KİT) kurulması da yine bu yıllarda başladı. KİT’lerin kurulmasındaki amaç, bir yandan eksikliği çekilen maddeleri yurt içinde üretmek, diğer yandan da, özel kesime nitelikli hammadde ve işgücü sağlamaktı.

Bu dönemin ekonomi politikasını, “dışa açık, sanayileşmeyi teşvik eden, ekonomik büyümeyi sağlamaya çalışan” bir politikalar bütünü olarak tanımlamak mümkündür. 1929 Buhranı’na kadar geçen süreye damgasını vuran ekonomi politikasının “maliye politikası” olduğu; kullanılan en önemli politika aracının da “teşvik politikası” olduğunu söyleyebiliriz.[[9]]

Söz konusu dönemin ekonomik göstergeler yönünden genel bir değerlendirmesini yaptığımızda, anılan 6 yılın “oldukça başarılı bir gelişmeye” sahne olduğu söylenebilir. GSYH 570 milyon $’dan 1 milyar $’a yükselerek, “iki kata yakın artış” sergilemiştir. İlk yılı sıfır kabul edip yapılan hesaplamaya göre “dönemin ortalama büyüme hızı yüzde 9,4” olarak hesaplanmaktadır. Dönem boyunca bir kez bütçe açığı yaşanmış olup, “ortalama olarak yüzde 0,2 oranında bütçe fazlası” verilmiştir.[[10]]

Dönemin dış ticaret açığı ortalama yüzde 4 olarak gerçekleşmiştir. Bu olguda, Lozan Antlaşması’nın zorunluluğu olarak Osmanlı gümrük tarife sisteminin 5 yıl süre ile uygulanmasının etkili olduğunu söyleyebiliriz.

Devletin bu dönemdeki ekonomik faaliyetlerinden bir diğeri de “ulaştırma” alanında olmuştur. Ekonomi ve askerî yönden çok önemli olan “ulaşım ağına sahip olma” bağlamında, Osmanlı döneminde yabancı şirketlerin denetiminde bulunan demiryolları, 1924 yılında çıkarılan “Anadolu Demiryollarının Devletleştirilmesi Hakkındaki Kanun” ile devletleştirilmiştir. Diğer taraftan da yeni demiryollarının yapımına önem verilmiştir. 1926 yılında Kabotaj Kanunu çıkartılmış ve böylece Türk deniz ticaretinin ve taşımacılığının gelişimi için çok önemli bir adım atılmıştır. Ayrıca havacılık alanında da gelişmeler yaşanmış,  1926 yılında Kayseri’de, ileri yıllarda DP Hükümetince kapatılıncaya kadar 112 savaş uçağı üreten uçak fabrikası açılmıştır.

İzmir İktisat Kongresi’nde benimsenmiş olan esaslara koşut olarak, izleyen yıllarda Türk ticaret ve sanayi hayatını finanse edecek bazı bankalar kurulmuştur. Bu bankalar Türkiye İş Bankası, Türkiye Sınai ve Maadin Bankası, Türkiye Sanayi Kredi Bankası, Emlak ve Eytam Bankası, yeniden düzenlenmiş Ziraat Bankası ve T.C. Merkez Bankası TCMB)’dır. Bu dönemde bankacılık alanındaki en ilginç gelişmelerden birisi de, çok sayıda yerel bankanın kurulmuş olmasıdır. Belirlenebildiği kadarıyla 29 adet mahalli banka faaliyette bulunmuştur. Cumhuriyetin ilk yıllarında ülkenin ulusal gelirinde dış ticaretin oldukça büyük pay alması, dışa açık bir ekonomi politikasının güdülmesi sonucu altı yabancı banka da faaliyete geçmiştir.[[11]]

İzmir İktisat Kongresi kararları doğrultusunda, ekonomiye faydalı olabilecek yabancı sermayenin girmesine ilke olarak izin verileceği açıklanmıştır. Ancak o dönemde dünyada,  gelişmiş ülkelerden gelişmekte olan ülkelere yönelik sermaye akımı sınırlı düzeydeydi. Bu nedenle Türkiye’ye de yabancı sermaye girişi olmamıştır.[[12]]

Özetle, 1923-29 yılları arasına ilişkin yukarıdaki gösterge sayıları; tüm varlığını peş peşe yaşanan I.DS ve Kurtuluş Savaşı’nda harcamış olan bir toplumun kurduğu “yeni devletin başarı öyküsünü”, kendi olanakları ile yeniden canlanışını, kurumlaşmasını göstermektedir.

* Plânlı Dönem: 1929-1938 Yılları Arası Devlet Ağırlıklı Ekonomi Politikası

Kısmî liberal ekonomi uygulama sonunda yönetici kadro tarafından yapılan değerlendirmede, bütün çabalara karşın özel kesimin beklenen gelişmeyi sağlayamadığı anlaşıldı. Zaten bu dönem, 1929 yılında başlayan ve Batı dünyasını geniş ölçüde etkileyen “Büyük Depresyon / Buhran” ile belki de doğal olarak sona ermişti. Sonuçta Türkiye de bu Krizden ciddi biçimde etkilendi, ekonomi politikasında değişikliğe gitti ve “devletçi” politikalara yönelmeye başladı.[[13]]

Buhran sırasında tarım ürünleri fiyatlarında yaşanan gerileme, ülkede üretiminde de düşme yaratmış, piyasaya açılmanın ve para ekonomisine geçişin sınırlı oranda gerçekleştiği Türkiye ekonomisinde de gerilemeye yol açmıştır. Ancak dünya ekonomik bunalımından Türkiye’nin olumsuz yönde etkilenmesi, diğer Batı ülkelerine göre daha hafif olmuştur. Bunun nedenlerini, Türkiye ekonomisinin dünya ekonomisine entegrasyon seviyesinin görece düşüklüğü, ihracatın sadece tarım ürünlerine dayanmayıp çeşitli sektörleri de içermesi ve Türkiye’nin kendi kendine yeten bir ekonomiye sahip olması olarak sayabiliriz.[[14]] Ancak halâ büyük ölçüde tarıma dayalı Türkiye ekonomisinde, 1929’da 224 milyon TL olan dış ticaret gelirleri, 1933’de 170 milyon TL’ye kadar düşmüştü.[[15]]

Devletçi bir sanayileşme modeli arayışına giren Türkiye Cumhuriyeti, bu dönemde dünyadaki ilk planlama deneyimlerinden biri olarak kabul edilen “sanayi plânları” doğrultusunda plânlı bir sanayileşme sürecini gerçekleştirmiştir. Sovyetler Birliği’nden Prof. Orlov başkanlığında bir heyet, plânlama konusunda yardımcı olmak üzere Türkiye’ye geldi. 1930 tarihli İktisadi Vaziyetimize Dair Rapor ile başlayan çalışmalar, SSCB’nin teknik ve mali yardımıyla hayat bulmuştur. Daha sonra Amerikalı uzmanların raporlarından da faydalanılarak, 1934 yılında sanayide plânlı dönem başlatılmıştır.[[16]]

Daha önce de belirttiğimiz gibi 1930 yılında TCMB kuruldu. Merkez Bankası’nın kurulmasıyla Türkiye’nin, bundan böyle ülkenin kendi ulusal parasını bu banka eliyle basabilmesi mümkün hâle geldi ve para politikasını yönlendirecek bir organa sahip olması gerçekleşti.

Aynı yıl Türk Parasının Kıymetini Koruma kanunu çıkarıldı. Anılan Kanun, Türk Lirası’nın yabancı paralarla olan ilişkisini “sabit döviz kuru rejimine” bağlayan ve kambiyo denetimini öngören bir yasadır.

1933 yılında Sümerbank’ın kurulmasıyla başlayan, sonrasında faiz oranlarını devletin belirlemesiyle süren “ekonomiye müdahale” uygulaması hızlı bir şekilde sürdü. Birinci Beş Yıllık Sanayi Plânı (1934-1938) bu dönemde uygulamaya konuldu. Bu plân çerçevesinde, yaklaşık 100 milyon TL harcanarak 5 sanayi dalında (dokuma, maden işleme, kâğıt, kimya, toprak) sanayi tesisleri kurulmasına girişildi. Elektriklendirme, liman ve demir yolu yapımı gibi altyapı hizmetleriyle birlikte toplam 311 milyon TL harcanmıştır.[[17]]

Söz konusu birinci plânın gerektirdiği harcamaların bir bölümü SSCB’den sağlanan kredilerle yapıldı. Mayıs 1932 tarihinde Sovyetler Birliği ile 8 milyon $ tutarında faizsiz, 20 yıllık bir borçlanma anlaşması imzalandı. Bu, gelişmekte olan bir ülkeye verilen ilk borç örneğidir ve bunu izleyen 25 yıl içinde başka borçlanmaya gidilmemiştir. Bu borç, şeker fabrikaları ve Kayseri’ de kurulacak olan dokuma fabrikaları için Sovyet malzemesi alımında kullanılacaktı. Planın proje yapımı ve finansmanını Sümerbank üstlendi. Plânın öngördüğü fabrika sayısı 20, gerekli kaynak ise 45 milyon TL idi. Bunlardan ikisi dışında tamamı zamanından önce gerçekleştirilmiştir. Bu plânın uygulanmasında özel bir ticari banka olarak kurulan İş Bankası da görev almış, şişe ve cam fabrikasının kurulması ve işletmesi görevi bu bankaya verilmiştir.[[18]]

Plânın bütün hedeflerine ulaştığı söylenemezse de, zikredilen alanlarda sonraki gelişmelere altyapı oluşturacak birçok tesis tamamlandı. Plân uygulamasının bir başka yararı da, Türk mühendis ve işçilerinin bu tür işlerde kazandıkları deneyimler oldu.[[19]]

Birinci Plânın uygulanmasından elde edilmeye başlanan başarının da etkisiyle, daha birinci plânın ikinci yılına gelindiğinde İkinci Beş Yıllık Sanayi Plânı için hazırlıklara başlandı. Ne var ki bu ikinci plân, İkinci Dünya Savaşı’nın başlamasıyla birlikte uygulamaya giremedi.

Bu bölümü kapatmadan önce, bu dönemde uygulanan “devletçiliğin niteliği” üzerinde durmak istiyoruz. Dönemin uygulamaları ve devleti yönetenlerin bu konudaki görüşleri incelendiğinde, devletçilik uygulamasının bir “doktrin” gereği değil, “pragmatik” bir zihniyetle benimsendiği anlaşılacaktır.

Mustafa Kemal’in devletçilik ile ilgili görüşü ve uygulanan ekonomi politikasının içeriği yönünden en iyi açıklama, yine kendisine aittir (1931):

Bizim izlemeyi uygun gördüğümüz devletçilik prensibi bütün üretim araçlarını özel girişimden alarak, milleti tamamen başka temeller içinde düzenlemek amacı güden, özel girişimlere ve faaliyetlere meydan bırakmayan sosyalizm prensibine dayanan kolektivist, komünizm gibi bir sistem değildir. Bizim izlediğimiz devletçilik, özel girişimi esas tutmakla beraber, mümkün olduğu kadar milleti refaha, ülkeyi imara eriştirmek için milletin genel ve yüksek faydasını gerektirdiği işlerde -özellikle ekonomik anlamda- devleti gerçek anlamda ilgili kılmaktır.”

Atatürk’ün bu sözlerinden, uygulanan devletçiliğin doktriner bir yanının olmadığı, fakat bir zorunluluk sonucu ortaya çıktığı ve özel girişimi savunduğu anlaşılmaktadır. Bu konudaki görüşlerimizi güçlendirecek diğer açıklamalar da, Maurice Duverge’nin “Le Kemalisme” (1963) kitabında ve dönemin Başbakanı İsmet İnönü’nün 30 Ağustos 1930 tarihinde Sivas’ta yaptığı konuşmada bulunmaktadır.[[20]]

Tarım Konusunda Yapılanlar

Mustafa Kemal, tarımın her zaman Anadolu’daki yaşamın temeli olduğunu biliyordu. Anadolu halkı ve toprakları ile kendisi arasında her zaman sıkı bağlar vardı ve bu toprakların, Kurtuluş Savaşı sırasında canı pahasına mücadele eden en iyi askerleri temin etmekle kalmayıp “güçlü bir kırsal kesimi” de temsil ettiğinin farkındaydı. Gazi de, bu zahmetleri nedeniyle bu toprakların halkını ödüllendirmek ve tarımı geliştirmeye özel önem vererek, Osmanlı İmparatorluğu’nun onları, belki de koşulların gereği, içinde bıraktığı “yoksulluk” koşullarından kurtarmak istemiştir.[[21]]

O zamana kadar İç Anadolu’nun büyük tarım bölgeleri, sahip oldukları potansiyelin çok altında kalmıştı. Halk, ulaşım, alet ve pazar yokluğu yüzünden kendi içine kapanmış, sadece kıt kanaat kişisel ihtiyaçlarını karşılayarak yaşıyordu. Bütünüyle sürülmemiş büyük verimli topraklar çoraklaşmıştı. Geniş ve nüfus yoğunluğu fazla sahil bölgeleri, yabancı ülkelerden ithal edilen tonlarca tahılı tüketmekteydi.

Dönemin başlangıç yıllarında Türkiye’de ekilen toprakların miktarı 4 ile 5 milyon hektar kadardır. Bu sayı ekilebilir alanların yüzde 20’sinden azdır. Toplam alanın ise sadece yüzde 5 ile 6,5 kadarını oluşturmaktadır.

Demir ve karayolları iyileştirilince ve toprakların ürünü daha kolay pazara ulaşma olanağına kavuşunca, Anadolu köylüsü, buğday ektiği tarlaları arttırdı ve ekim yöntemlerini iyileştirdi. Saban ve yaba, yerlerini makineli döverlere ve traktörlere terk etti. Kurulan sulama sistemleri kurak topraklara su taşıdı ve 15 bin çeşme inşa edildi. Bu dönemde tarım kooperatifleri çoğaldı.

Mustafa Kemal’in, Ankara’nın yakınında, kendisini hayvan yetiştiriciliğine ve tarıma verdiği bir çiftliği vardı. Öneriler üzerine çiftliği, henüz bir örneği Doğu’da olmayan şekilde, bir “deneme ve eğitim merkezi” haline dönüştürüldü.[[22]] Söz konusu “ziraat enstitüsü” Ön Asya’ya paha biçilmez değerde hizmetler vermiştir. Anadolu çiftçisine, ırkları iyileştirilen damızlık hayvanlar ve köylülerin “başkomutan buğdayı” dedikleri tohumluk sağlamıştır.[[23]]

Verimlilik ve Ziraat Bankası’nca verilen kredilerin yaygınlaştırılması, köylülere modern aletler edinme olanağı sağlamıştı. Diğer yandan bu krediler onları, ürün kötü olduğu dönemde tefeci kapısına gitmekten de kurtarmıştı.

Cumhuriyet’in ilk yıllarında, köylünün büyük bir kısmının topraksız olması, tarımsal üretimi olumsuz etkilemekteydi. Dönemin hükümeti, köylüyü toprak sahibi yapmak için birçok kanunlar çıkardı. 1925’te kabul edilen bir kanunla birlikte; devlete ait arazilerin, uygun bir arazisi olmayan köylüye dağıtılmasına başlandı. İlk on yılda köylüye 1 milyon dönümü aşkın arazi dağıtılmıştır.[[24]]

İyileşen koşulların somut sonuçları kısa sürede görülmeye başlanmıştır. Öncesinde yıkık dökük olan çiftlikler daha geniş ve temiz bir görünüme kavuşmuşlardı. Hastalıklar azalmış, çocuk sayısı artmıştı. Verimlilik, nicelik ve nitelik bakımından yükselmişti. Bu dönemde ekilebilir toprak yüzeyi 1.829 bin hektardan (1925) 6.338 bin hektara (1938) çıkmıştır. 1923-1939 arasındaki ekilen toprak miktarı her yıl ortalama yüzde 2,5 oranında genişlemiştir. Dönemin sonunda ekilebilir toprakların yüzde 35’i ekilebilir hale gelmişti. Tarıma bağlı sanayiler kurma çabaları da, iktisadi bütünleşmeye yönelik politikalar arasında ön sırada sayılabilir. Söz gelişi Alpullu ve Uşak şeker fabrikalarının 1926 yılında faaliyete geçmesi, pazar için üretilen pancar miktarını 4 yıl içinde 5 katına yakın artmasına yol açmıştır.

İktisadi bütünleşme ve pazara açılma yönündeki gelişmelerin Türk tarımı açısından taşıdığı önem, ihraç ürünleri açısından bakıldığında daha açık görülmektedir. Söz gelişi 1923-24 yıllarında 2 bin kadar çiftçi 12 bin dekar alanda 980 bin kilo tütün üretirken, 1927’de 6.600 çiftçi 75 bin dekar alanda, 3,5 milyon kilo tütün üretir hale gelmiştir.[[25]]

Sanayi Dalında Gerçekleştirilenler

Ülkenin sanayi yapısındaki dönüşümleri, yapılanları ve sonuçları da, çalışmamızın önceki bölümümde de uyguladığımız iki dönem başlığında irdelemeyi uygun bulduk.

* 1923-1929 Kısmî Liberal Dönem

1923’te Cumhuriyet’in ilanını gerçekleştiren ve ulusal bilinci doruk noktasına ulaştıran siyasal kadrolar, ekonominin ve devletin mevcut olanaklarının kısıtlılığının da bilincindeydiler. 1923 yılına ilişkin bütün rakamlar, çeşitli yönlerden bu kısıtlılıkları gösterir. Örneğin, 1923 yılına ait toplam 145 milyon TL olan dışalımın aşağıdaki dökümü bu konuda fikir vermektedir.

Kaynak: Uğur Korum, A.Ü. SBF Yayınları, Sayı.513, Ankara, 1982, s.66

Yukarıdaki tablonun sözcüklere dönüşmesini, “hurmaya verdiği kadar ağır maden yağları, limon kadar tarım aletleri, çaydan az benzin satın alan; sonradan en önemli ihraç kalemlerini oluşturacak dokuma ve gıdada kesinlikle kendine yetersiz” şeklinde özetleyebiliriz.

Liberal dönem olarak adlandırılan bu zaman dilimindeki devlet politikaları, “özel teşebbüsün gücüne inanmışlığın” bir sonucu değil, böyle bir ulusal girişimci sınıfın yeterince bulunmayışının, bu sınıfın oluşturulmak isteğinin ve devletin ekonomik kaynaklarının bazı ekonomik faaliyetleri fiilen üstlenmeye yetmemesinin sonucudur. Bu dönemde devlet, doğrudan imalat sanayii yatırımlarına girişmek yerine, Sanayi ve Maadin Bankası kurmak (1925) ve yatırımları teşvik ve katılım yöntemlerini yeğlemiştir. Özel sermayenin katılımı ve karma ortaklık sisteminin özendirilmesi, özel kesime nitelikli işgücü ve hammadde sağlanması tercih edilmiştir.[[26]]

Bu dönemde Devletin özel sektöre sağladığı teşviklerin sonucunu irdeleyen Uğur Korum’a göre, 1927 yılında yapılan sanayi sayımının ışığında, bugün Türkiye’de geçerli “büyük sanayi” tanımına girebilecek işletme oranı sadece yüzde 3,1’dir. Keza, 1927 de motor kullanan işletmeler toplam işletmelerin %4,3’ünü oluşturmaktadır, işletme başına yaklaşık 4 işçi düşmektedir. 1927’nin 211 milyon liralık ithalâtı içinde sanayinin payı 29,3 milyon TL’dir. Bu sonuç da, dış alımdaki “tüketim payının” henüz “yüksek” oranını koruduğunu göstermektedir. 1927’de özel kesim üretiminin yüzde 44,3’ü gıda maddelerinde, yüzde 23,83’ü ise tekstil alanında yoğunlaşmaktaydı. Sanayileşmenin en önemli göstergesi olan imalât malları üretimi ise, yüzde 7-10’u geçmemekteydi.[[27]]

Toparlarsak, 1923-29 dönemi, içsel ve dışsal çeşitli engeller nedeni ile gerçek sanayileşme dönemi olmaktan ziyade, bir ekonomik enkazı kaldırma, sanayileşmenin ön koşullarını hazırlama dönemi olarak, ülke ekonomi tarihindeki yerini almıştır. Yine de bu dönemde, Osmanlı borçlarının düzenli geri ödenmesi, sanayileşme öncesi hız kazandırıcı önlemlerin getirilmesi, ekonomiye genel bir canlılık ve görece bir refah düzeyinin kazandırılması açısından, küçümsenmeyecek başarılar elde edildiğini söyleyebiliriz.

* Devlet Ağırlıklı Sanayileşme Dönemi

Büyük Buhran’dan de etkilenmiş yeni Cumhuriyetin önünde bu dönem iki temel sorun vardı. Birincisi, büyük buhranın olumsuz etkilerine karşı korunmak, ikincisi de daha önceden plânlanan sanayileşme hamlesini başlatmaktı. Aslında, bunların ikisi de aynı sorunun parçalarıydı ve kendine yeterli millî bir ekonominin kurulması en radikal çözüm olarak gözükmekteydi.

Bu dönemde, sanayileşme ana hedefinin gerçekleştirilebilmesi için alınan üç karar vardır ki, bunlar o dönemin iktisat politikasının, felsefî temellerini oluşturuyordu. Bunlardan birincisi, sanayi-tarım ikilemi içinde sanayi kesimine ağırlık verilmesi kararıydı. İkinci olarak, alt yapı yatırımları ve stratejik sanayilerin kurulmasıyla, diğer yan ve bağımsız sanayi dallarının da teşvik edilmesi ve böylelikle geniş bir iç pazar yaratılması düşünülmüştü. Örneğin, demir-çelik sanayiinin kurulması, demir cevheri ve kömür üretimi alanlarında canlılık yaratabilecekti. Devlet ayrıca en büyük tüketici olduğuna göre, geniş bir fabrika ağının kurulmasıyla, özel sektör tarafından üretilen mallara da büyük bir talep yaratacaktı. Üçüncü olarak da, önceki iki kararın tam olarak uygulanması için, bir “iktisadi yönetim modeli” gerekiyordu. İşte bu düşüncenin ışığında, “plâncılık” anlayışı ilk kez gündeme girdi.[[28]]

Hazırlanan Birinci Beş Yıllık Plân’da üç hedef gözetiliyordu. Birinci olarak, eldeki tüm sermayenin mümkün olduğu kadar sanayi sektörüne aktarılması veya sanayileşme için kullanılması öngörülmüştü. İkincisi, özel girişimciliğin zayıf olduğu ülkemizde daha çok sayıda kamu iktisadî kuruluşunun kurulması, sanayileşmede devletin öncülüğü ilkesi açısından uygun görülmüştü. Sonuncu ve en önemli hedef ise, Türkiye’de ham maddesi bulunan üretim alanlarında temel sanayilerin kurulması idi.

17 Nisan 1934 yılında kabul edilerek uygulanmaya başlayan Plân’da, maden (demir-çelik, kükürt, bakır), kâğıt (selüloz), kimya (suni ipek, fosforik asit, süper fosfat, kireç kaymağı, posata, kibrit), taş-toprak (cam, çimento, şişe, seramik), dokuma (pamuk, kendir, yün) sanayileri gibi sektörler yer almıştır. Bu sanayi dallarında 20 fabrikanın kurulması, bunlar için 43.453 bin TL yatırılması ve finansmanın da Sümerbank ve İş Bankası’nca karşılanması öngörülmüştür.

Bu bağlamda vurgulamamız gereken bir diğer konu da, devlet ağırlıklı sanayileşme sürecinin finansmanı sırasında, ülkede iç ve dış borç yükü arttırılmadığı gibi, istikrarlı bir para politikası izlenerek, açık finansman modeli tercih edilmemiş olması olgusudur. Finansmanın temel kaynağını tüketim malları üzerine konulan vergiler oluşturmuştur.[[29]]

Bu dönemde, 1934 yılında Bakırköy Bez Fabrikası, Keçiborlu Kükürt Fabrikası, 1935’te Kayseri Bez Fabrikası, Paşabahçe Cam Fabrikası, Zonguldak Türk Antrasit Fabrikası, 1936’da İzmit Birinci Kâğıt Fabrikası ve Çubuk Barajı, 1937’de Nazilli Basma Fabrikası ile Ereğli Bez Fabrikası, 1938’de Gemlik Suni İpek Fabrikası, Bursa Merinos Fabrikası ve Divriği Demir Madeni İşletmesi açılmıştır. Ayrıca yukarıda sayılan devlet kuruluşlarının dışında yeni kurumlar da faaliyete geçmiştir. Bunlar; Başvekalet İstatistik Genel Müdürlüğü (1930), Tekel Genel Müdürlüğü (1931), PTT Genel Müdürlüğü (1933), Hava Yolları İşletmesi (1933), Türkiye Şeker Fabrikaları Genel Müdürlüğü (1935), Maden Tetkik Arama Enstitüsü (1935), Elektrik İşleri Etüd İdaresi (1935), Tapu Kadastro Umum Müdürlüğü,  (1936), Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü (1937)’dür.[[30]]

Bu bölümde son olarak belirtmemiz gereken bir diğer husus da, devlet ağırlıklı bu sanayileşmenin, yatırım malları üretimini hedef alan endüstri tipi bir sanayileşme değil, temel tüketim ve ara malı üretimine yönelik, “ithal ikameci” bir sanayileşme modeli olduğu gerçeğidir. Bu çıkarımımızı, hem plândaki prensip ve tercihler, hem de, yukarıda sayılan gerçekleşmelerin nitelikleri teyit etmektedir.

Atatürk’ün Devletçi Ekonomi Politikası

1929 yılına kadar liberal ekonomi politikaları uygulamasının dönemin yöneticilerine verdiği resim, zayıf olan özel girişimin, devlet teşvikleri ile kalkınamayacağı gerçeği olmuştur. Bunun nedenleri olarak da, 1928 yılında Osmanlı borçlarının ödenmesini ve 1929 Büyük Buhran’ın etkilerini söylemek mümkündür. Dünya pazarlarında tahıl ve hammadde fiyatlarının düşmesi Türkiye’nin ihracat gelirlerini düşürmüş ve devletin müdahaleci bir yapıyı tercih etmesine yol açmıştır.

Ankara yönetiminin uygulamaya koyduğu devletçi ekonomi konusunda literatürdeki genel yaklaşım, o dönemdeki uygulamaları, bir “sistem sonucu” ortaya çıktığını kabul etmemek yönündedir. Dönemin uygulamaları ve devleti yönetenlerin bu konudaki görüşleri incelendiğinde, devletçilik uygulamasının bir doktrin gereği değil, pragmatik bir zihniyetle benimsendiği anlaşılmaktadır

Bunun ötesinde, Gazi’nin eşsiz sezgisi ile devletçilik, basit bir devlet müdahalesi olmaktan çıkmıştır. Yani özel bir kesim oluşturmak veya özel kesime özendirici destekler sağlamanın ötesinde, “yeni” bir olgudur. Ekonomik olduğu kadar sosyal yönleri olan, ekonomik gelişmeyi, ekonomik bağımsızlığı gerçekleştirecek tarzda oluşturulup uygulanması ve dönüşen ekonomik / sosyal yapılara uyarlanabilen esnekliği olan nitelikleri bulunmaktadır.[[31]]

Atatürk’ün daha önce yer verdiğimiz devletçilik ile ilgili sözlerinden, 1929 sonrasında ekonomide uygulanan devletçiliğin doktriner bir yanının olmadığı, fakat bir zorunluluk sonucu ortaya çıktığı ve özel girişimi savunduğu anlaşılmaktadır.

Atatürk’ün 1933 yılında açıkladığı devletçilik rejimi aşağıdaki ilkeleri içermekteydi:

– Özel teşebbüs esastır. Ancak özel teşebbüsün girişemediği işler devlet yatırımlarıyla sağlanacaktır.

– Devlet teşebbüsleri esas itibariyle sanayi sektörü için söz konusu olacaktır. Özel girişimi ve devlet teşebbüslerini finansal bakımdan desteklemek üzere devlet tarafından bankalar kurulacaktır.

– Tarımda devletin rolü olmayacaktır. Devlet tarımda araştırma amacıyla çiftlikler kuracak ve çiftçilere teknoloji aktaracaktır.

– Özel teşebbüs herhangi bir alanda yeterince uzmanlaştığı takdirde, o sektör kamudan özel teşebbüse devredilecektir.

Bu bölümde son olarak, devletçilik döneminin ana hedeflerini de; özellikle sanayideki üretim artışı yoluyla hızla kalkınmak, ödemeler bilançosunu iyileştirmek, ekonomik büyüme sağlamak, tarımsal ve sosyal reformlar aracılığıyla hayat standardını yükseltmek, “ekonomik tam bağımsızlığı” elde etmek ve bu yolla emperyalizme karşı direnç kazanmak olarak özetleyebiliriz

Sonuç

Atatürk’ün ekonomi politikası, bağımsızlık temelleri üzerine oturtulmuş ulusal bir politikadır. Politik bağımsızlığın ana koşulunun ekonomik bağımsızlık olduğunu çok iyi kavrayan Atatürk, bu amacını çok büyük olanaksızlıklar içinde gerçekleştirmiştir. Ulusunun bağımsızlığını hedef almış emperyalistlerin ekonomi politikası öğretilerinin benimsenmesi zaten söz konusu olamazdı; bunların ulusal bağımsızlık amacıyla bağdaşmadığını çok önceden görmüştü.

Yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nde, 1923 yılında İzmir İktisat Kongresi’nde alınan kararlar paralelinde ekonomik yapı ve kurumlar oluşturulmaya çalışılmıştır. Bu dönem (1923-1929) içerisinde kısmi bir liberal yapı yaşanmıştır. Devlet özel sektörü yatırım yapmaya teşvik etmiş, çeşitli yasal ve kurumsal düzenlemeleri gerçekleştirmekle birlikte, doğrudan ekonomik yatırımlara girişmemiştir.

Daha sonraki yıllarda ekonominin kısmi liberal dönemden müdahaleci döneme geçişinin temel nedenleri, 1929 yılında yaşanan Büyük Dünya Bunalımının etkisi, bu döneme kadar özel kesimin istenilen ekonomik kalkınmayı gerçekleştirmekte yetersiz kalması ve Osmanlı Devleti’nden kalan borçların ödenmesinin getirdiği ağır yük ve emperyalizme karşı güçlü bir ekonomiye sahip olma ihtiyacı olarak sayılabilir.

Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin izlediği devletçilik politikasına bakıldığında, modelin doktriner bir yanının bulunmadığı görülmektedir. Atatürk’ün devletçilik modeli, sosyalizm prensibine dayanan kolektivist, komünizm gibi bir sistem değildir. Atatürk’ün devletçilik modeli, özel kesime öncülük yaparak ekonomik kalkınmayı hızlandırmak ve ülke halkını refaha taşımak isteyen bir ekonomi politiktir. Sonuçta ortaya çıkan devletçilik (devlet ağırlıklı ekonomi sistemi), belirli bir ideolojik görüşten çok, gereksinimlerin gereği olarak ortaya çıkmış,  Türkiye’ye özgü bir sistem olduğu söylenebilir. Sonuç olarak Atatürk Dönemi, Türkiye ekonomisinde enflasyonsuz ve her yıl istikrarlı büyüme hızıyla en başarılı dönem olmuştur. Devletçilik modelinin özellikle vurgulanması gereken işlevi de, Türkiye’de özel sektörün doğmasında ve gelişmesinde yapıcı bir rol oynamış olmasıdır.

Büyük önderin liderliğinde 15 yıl gibi kısa bir sürede ekonomi boyutunda gerçekleşenler, O’nun: “İktisaden zayıf bir millet, fakirlik ve sefaletten kurtulamaz, kuvvetli bir medeniyete, refah ve saadete kavuşamaz, içtimaî ve siyasî felâketlerden yakasını kurtaramaz.” sözlerinde ifadesini bulan ve temellenen bu dönemin ekonomi politika hedefinde aynı zamanda, savaş zamanı tüm sıkıntıyı mal ve canıyla ödemiş olan ulusunun hak ettiği “refah” konusunda duyduğu “vefa”da bulunmaktadır.

Kaynakça:                    

[[1]] Muslih Fer, Atatürk Dönemi Ekonomi Politikası ve Türkiye’nin Ekonomik Gelişmesi Semineri’nde yaptığı konuşma, Atatürk Dönemi Ekonomi Politikası ve Türkiye’nin Ekonomik Gelişmesi, A.Ü. SBF Yayınları, Sayı.513, Ankara, 1982, s.2

[[2]] Söz konusu sayıların Angus Maddison tarafından Geary-Khamis, 1990 uluslararası Amerikan Doları ile hesaplanmış karşılıkları: GSYH 9.882 milyon $, kişi başı gelir ise 712 $’dır. http://www.ggdc.net/maddison/oriindex.htm

[[3]] İsmail Türk, Atatürk Dönemi Ekonomi Politikası ve Türkiye’nin Ekonomik Gelişmesi Semineri’nde yaptığı konuşma, Atatürk Dönemi Ekonomi Politikası ve Türkiye’nin Ekonomik Gelişmesi, A.Ü. SBF Yayınları, Sayı.513, Ankara, 1982, s.7

[[4]] Mustafa A.Aysan, Atatürk Dönemi Ekonomi Politikaları, Minval Yayınları, İstanbul, Ocak 2014 (8.baskı), s.42

[[5]] İsmail Türk, ag sunum.

[[6]] Muharrem Tünay, “Atatürk Dönemi Ekonomi Politikası”, Atatürk Araştırma Merkezi, http://www.atam.gov.tr/dergisi/sayi-04/ataturk-donemi-ekonomi-politikasi (12.10.2018) 

[[7]] İlker Parasız, Türkiye Ekonomisi, 1923’den Günümüze İktisat ve İstikrar Politikaları, Ezgi Kitabevi Yayınları, Bursa, 1998, s.3

[[8]] Hasan Sabır,, “Atatürk’ün İktisat Zihniyeti”, Dış Ticaret Dergisi, Yıl:8, Sayı:28, Nisan 2003, s.77-92.

[[9]] Mahfi Eğilmez, Değişim Sürecinde Türkiye, Remzi Kitabevi, İstanbul, Temmuz 2018 (8.basım), s.137

[[10]] Cahit Kayra, Cumhuriyet Ekonomisinin Öyküsü, I.Cilt, 1923-1950 Devletçilik-Altın Yıllar, Tarihçi Kitabevi, İstanbul, Nisan 2013, s.252

[[11]] Cihan Paçacı, “Cumhuriyet Döneminde Türk Bankacılık Sektörü”, Yeni Türkiye Dergisi, Sayı:23-24, Cumhuriyet Özel Sayısı V, s.3398-3406

[[12]] Mükerrem Hiç, “Atatürk ve Ekonomik Rejim, Devletçilikten Günümüzde Piyasa Ekonomisine”, Yeni Türkiye Dergisi, Sayı:23-24, Cumhuriyet Özel Sayısı V, s.3285-3292

[[13]] Aytekin Altıparmak, “Türkiye’de Devletçilik Döneminde Özel Sektör Sanayiin Gelişimi”, Erciyes Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Sayı:13, s.35-59

[[14]] Yakup Kepenek ve Nurhan Yentürk, Türkiye Ekonomisi, Remzi Kitabevi, İstanbul, 2001 (12. Basım),s.67

[[15]] Tümay, agm.

[[16]] Alkan Soyak, “Türkiye’de İktisadi Planlama: DPT’ye İhtiyaç Var mı?”, Doğuş Üniversitesi Dergisi, 2003, Yıl:4, Sayı:2, s.167-182.

[[17]] Tümay, age.

[[18]]   Okan H. Aktan, “Atatürk’ün Ekonomi Politikası: Ulusal Bağımsızlık ve Ekonomik Bağımsızlık”, Hacettepe Üniversitesi Edebiyat FakÜltesi Dergisi, Cumhuriyetimizin75. Yılı Özel Sayısı, http://www.edebiyatdergisi.hacettepe.edu.tr/index.php/EFD/article/viewFile/257/161 (14.10.2018)

[[19]] Eğilmez, age.s.138-139

[[20]] Aysan, age. s.67-69

[[21]] Benoist Méchin, Mustafa Kemal-Bir İmparatorluğun Ölümü, Bilgi Yayınevi, İstanbul, Mayıs 1999 (3.basım), Çev.Zeki Çelikkol, s.283

[[22]] Söz konusu çiftlik ve diğerleri, Atatürk’ün 2 Haziran 1937 tarihli dilekçesi ile Devlet’e bağışlanmıştır. http://ziraat.akdeniz.edu.tr/ataturk-ve-tarim/ (15.10.2018)

[[23]] Méchin, age. s.284,285

[[24]] İrfan Donat, “Atatürk’ün tarım politikası”, Bloomberg, 10.11.2016, https://www.bloomberght.com/yorum/irfan-donat/1943447-ataturkun-tarim-politikasi (13.10.2018)

[[25]] Çelik Aruoba, Atatürk Dönemi Ekonomi Politikası ve Türkiye’nin Ekonomik Gelişmesi Semineri’nde yaptığı sunum, Cumhuriyetin Kuruluş Yıllarında Türkiye’nin Tarımsal Yapısı ve Tarıma Yönelik Politikalar, A.Ü.SBF Yayınları, Sayı.513, Ankara, 1982, s.79-85

[[26]] E. Oyal, Karma Girişimlerde Kamu Katılımları ve Türkiye’deki Uygulama,

TODAİE Yayını No. 193, Ankara, 1981.s.79

[[27]] Uğur Korum, Atatürk Dönemi Ekonomi Politikası ve Türkiye’nin Ekonomik Gelişmesi Semineri’nde yaptığı konuşma, 1923-1929 Döneminde Türkiye’de İmalat Sanayii ve Sanayi Politikaları, A.Ü. SBF Yayınları, Sayı.513, Ankara, 1982, s.63-78

[[28]] Tünay, agm.

[[29]] Parasız, age. s.50

[[30]] Özer Özçelik ve Güner Tuncer, “Atatürk Dönemi Ekonomi Politikaları”, Afyon Kocatepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, Ocak 201, https://www.researchgate.net/publication/295073693_Ataturk_Donemi_Ekonomi_Politikalari_Afyon_Kocatepe_Universitesi_Sosyal_Bilimler_Dergisi (16.10.2018)

[[31]] Beşir Mamitoğulları, Atatürk Dönemi Ekonomi Politikası ve Türkiye’nin Ekonomik Gelişmesi Semineri’nde yaptığı konuşma, Atatürk Devletçiliği ve Ekonomik Bağımsızlık, A.Ü.SBF Yayınları, Sayı.513, Ankara, 1982, s.105-137