Twitter
Visit Us
YOUTUBE
YOUTUBE
LINKEDIN
Share

Gerek yerel gerekse küresel ölçekte oldukça yoğun ve yorucu bir yılı arkamızda bırakıyoruz. Bu yıl, ülkemizdeki ekonomik sorunların bariz bir biçimde sokağa indiği bir yıl oldu.  Geçtiğimiz yılda ekonomiye damgasını vuran en önemli sorunun kur krizi olduğunu söyleyebiliriz. Seneye 3,80 seviyelerinde başlayan dolar-TL kuru, TL’nin yaşadığı büyük değer kayıplarıyla 7 lira seviyesine kadar yaklaştı. TL’deki hızlı değer kaybı ekonomideki bozulmanın öncü göstergesiydi. Kısa süre içerisinde rekor seviyelere çıkan değer kaybı, kur krizi olarak adlandırıldı ve ekonominin ne kadar kırılgan bir durumda olduğunu gözler önüne serdi. Ekonomiye duyulan güvensizlik kur krizinin daha da büyümesine yol açtı. Gerek erken seçim, gerekse seçimden sonra yaşanan siyasal gelişmeler krizin etkilerinin daha da artmasına sebep oldu.

Kur kriziyle başlayan süreç, üretimin çok büyük bir kısmı için ithal ara mallar kullanmak zorunda olan üreticiler için maliyetlerin nerdeyse 2 kat artmasına yol açtı. Maliyetlerin hızla artması, enflasyon canavarının da yeniden doğmasına sebep oldu. Enflasyondaki artış, faizlerin de hükümetin aksi yöndeki bütün baskılarına rağmen artmasıyla neticelendi. Krediyle büyümeye, iş yapmaya ve çarkı döndürmeye alışmış pek çok firma için artan faiz oranları ve maliyetlerle iş yapmak sürdürülemez hale geldi. Reel sektörde kriz sert biçimde etkisini gösterdi ve son aylarda, pek çok ünlü firmanın arka arkaya gelen konkordato haberlerini duyar olduk. Sektörde lokomotif konumda olan büyük şirketlerin tedarikçilerine veya iş ortaklarına borç ödeyemeyecek duruma düşmesi de domino etkisi yarattı. Konkordatolar her sektörde kanser gibi yayılmaya başladı. Konkordato ilan etmiş borçlusundan alacağını alamayan pek çok şirketin sonu da bu piyasa koşullarında benzer olacaktır.

2019’a geldiğimiz şu günlerde ise reel sektörde krizin oldukça derinleştiğini görmekteyiz. Çoğu firmaların iş akışları durma noktasına geldi. Piyasada para dönmemekte, iş yapan da parasını almakta güçlük çekmektedir. Ticari hayatın böylesine aksaması elbette, sokaktaki vatandaşın da hayatını derinden etkilemektedir.

Türk halkı için 2018, ekonomik açıdan kötü bir yıldı. Peki 2018’de esasında ne oldu da böylesine sıkıntılı bir süreci yaşamaya başladık veya 2019’da işler daha mı iyiye gider yoksa daha kötüsüne hazırlanmak mı gerekecek gibi sorular sorulmakta. Yeni yıla girerken dünyadaki ekonomik gidişat ne yönde, buna bağlı olarak içerde ve dışarda bizi neler beklemekte? Bu sorular ışığında önümüzdeki yılın Türkiye için 2018’e kıyasla nasıl olacağını incelemek faydalı olacaktır.

Ekonomide Güven Bunalımı

Ekonomimizde pek çok uzmanın yıllardır dillendirdiği bir sistem bozukluğu vardı. Paranın bol ve ucuz olduğu dönemlerde, elde edebildiğimiz bütün kaynakları başta inşaat olmak üzere katma değer üretemeyen sektörlere harcadık. Krediyle sağlanan uzun bir refah döneminin ardından bir gün gelip de bunun bedelini ödemeye başlayacağımız belliydi. İçerisinde iş insanlarının, yerli ve yabancı yatırımcıların da bulunduğu çok geniş bir kesim bunun farkındaydı. Ancak para bolluğunun verdiği rahatlıkla yıllar boyu bu durum göz ardı edildi.

Son zamanlarda ise herkeste tedirgin bir bekleyiş hakimdi, gerek küresel çapta gerekse ülkemizde bir tür güvensizlik ortamı oluşmaya başlamıştı. Sonuçta, yıllar boyu dünyaya bedava dağıtılan paralar FED tarafından geri toplanmaya başlanmıştı. Böyle bir ortamda da, kırılgan veya sıcak paraya bağımlı ekonomilerin yavaş yavaş sorunlar yaşamaya başlayacağı herkesin bildiği bir durumdu. Ayrı olarak Türkiye’de, ekonomik ve hukuksal alanlarda bozulmaların başladığı da bariz bir biçimde ortadaydı. Yani Türkiye’nin, küresel açıdan olumsuz gelişmelerin yaşandığı bir döneme, kendi iç yapısal sorunlarından kaynaklı olarak oldukça sağlıksız bir biçimde girdiği görülmekteydi.

İşte bu noktada iç ve dış sıkıntıların da ötesinde 2018’deki asıl yangın, ülkedeki hukuksal ve ekonomik ortama olan güvenin yok olma noktasına gelmesiyle çıktı. Yalnızca yatırımcılar veya iş adamları açısından değil, ortalama bir vatandaşın bile Türk lirası tutmak istemediği, Türk lirasına güvenmediği bir noktada bulduk kendimizi. Vatandaşın kendi parasına ve ekonomisine güven duyamadığı bir ortamda, yabancıların güven duymasını beklemek mümkün değildir. Eğer imkanımız varken ekonomik sistemimizin sağlığını, dışarıdan gelecek finansmana bağlı olmaktan çıkartabilseydik bugün geleceğe daha umutlu bakma imkanımız olacaktı, yabancıların güven duyup duymadığı bu kadar önemli olmayacaktı. Ancak büyük bir kesim için tablo ortadadır. Türkiye’nin fırsat dönemini boşa harcadığını ve dış finansmana bağımlı kaldığını da herkes bilmektedir.

Ekonomideki güven problemi ise yalnızca ekonomik politikalara yönelik olarak değil, kurumlar İçin de ciddi ölçüde arttı. Örneğin enflasyon veya işsizlik rakamları açıklandığı zaman, her tarafta resmi rakamların yanında gayri resmi rakamların da konuşulmaya başlandığını görür olduk. Kimse kurumların açıkladığı rakamlara güvenemez oldu çünkü son zamanlarda gördük ki açıklanan çoğu rakam, pratik hayatta karşılaşılaların yanında gerçek dışı kalmakta. Kurumlara olan güvenin kaybolduğu bir ortamda ise verilerle ilgili spekülasyonlar ortalığı doldurmaktadır. Ekonomideki güvensizliği arttıran önemli etmenlerden biri de budur.

Adalet sistemine olan güvenin kaybolması ise Türkiye’yi dış dünyadan iyice uzaklaştırdı. Memlekete yatırım çekmek mümkün olmadığı gibi, mevcut yatırımcılar da bu açıdan kendilerini güvende hissetmedikleri için yatırımlarını çıkartmaya başladılar. Yerli sanayiciler ve iş insanlarının büyük bir bölümü de aynı gerekçeyle varlıklarını yurt dışına kaçırdılar. Varlığını yurt dışına çıkarma imkanı olmayan halk kesimi ise TL’den kaçmaya başladı, birikimlerini döviz olarak saklamaya yöneldi. Sonuçta Türk lirası kısa sürede rekor değer kayıpları yaşadı.

Ülkemizde hukuk ve adalet sisteminin bariz bir biçimde bozulmuş olması, ekonomiye başlı başına en büyük zararı vermiş oldu. Güven unsurunun olmadığı bir ortamda kimse ticaret veya yatırım yapmak istemez, herkes köşeye çekilir elindeki nakiti korumaya, saklamaya çalışır. Özellikle bizim gibi sıcak parayla dönmesi beklenen bir ekonomiye dışardan sıcak para getirebilecek kimseyi bulamayınca, kriz çanları çalmaya başladı.

Bütün bu sebeplerle ekonomi uçağının inişe geçeceği gün gibi ortadaydı, ancak bu inişin yumuşak mı yoksa sert mi olacağı belli değildi. Sonuçta yumuşak iniş yapıldıktan sonra az hasarla ve doğru yönetimle uçağı tamir etmek ve tekrar kaldırmak mümkün olabilirdi. Genel temenni de bu yöndeydi. Ancak inişin neredeyse çakılacak gibi sert olacağının ortaya çıkmasıyla ekonomik gidişata olan güven daha da kötü duruma düştü. Halkın birikimlerini döviz cinsinden tutmaya başlaması, hesaplarını döviz cinsinden yapmaya başlaması düzeltmesi güç bir sorundur. Dolayısı ile enflasyonun en hızlı şekilde düşürülmesi ve rasyonel adımlarla TL’ye olan güvenin yeniden tesis edilmesi gerekmektedir. Ancak hukuk düzeninin, siyasal iktidara bu denli bağımlı hale geldiği bir ortamda bunu sağlamak oldukça zordur.

Kredi Değirmeninin Suyu Kalmadı

Kredi ile büyümeye böylesine alışmış bir ülkede faiz oranlarının uzun süre bu seviyelerde kalması, büyümenin durma noktasına gelmesine sebep olacaktır. Büyümenin durduğu bir ortamda da işsizlik artacaktır. Ancak görülen odur ki, en iyi kurtarma planında bile bunları yaşamamız gerekecektir. Çünkü üretim yönü tüketimine kıyasla zayıf kalan bir ülkede, yıllardır borçlanılarak yapılan bunca tüketimin bir yerde dengelenmesi gerekecekti.

Diğer taraftan bakınca, hükümetin yerel seçimlerden önce ekonomiyi canlandırabilmek adına faiz oranlarını düşürmeye çalışması hepten bir güvensizlik unsuru olacaktır ki bu beklenen bir gelişmedir. Çünkü içinde bulunduğumuz koşullarda mücadele etmemiz gereken öncelikli sorun enflasyondur. Önümüzdeki yılda, en azından yerel seçimlere kadar bu mücadeleye önem verilmeyeceği görülmektedir. Enflasyon sorununu baskılayabilmek için faizlerin yüksek seviyelerde tutulması, piyasadan para çekilmesi gerekmektedir. Hükümetin, yerel seçimlerden önce piyasaları daha da daraltıcı tedbirler almasını beklemek yersiz olur. Aksine, yerel seçimlerde ekonomik gidişattan dolayı oy kaybetmemek adına bütün imkanları zorlayarak piyasaya para aktarmaya çalışacaktır. Böyle bir politika da birkaç aylık sahte mutluluk sağlandıktan sonrası yaşayacağımız sıkıntıların kat kat artmasına sebep olacak, Türk lirasının değerinin erimesine yol açacaktır. İşte bu nedenle faiz oranlarının yerel seçimler sebebiyle düşürülmeye çalışılması, ekonomik sorunun ciddiyetinin farkına varılamadığını ya da seçim uğruna göz ardı edildiğini gösterecektir.

Hangi açıdan bakarsak bakalım, faiz gibi ekonomiyi dengeleme mekanizmalarının artık etkisini kaybettiği bir döneme girmiş bulunmaktayız. Geçtiğimiz yıllarda Merkez Bankası baskılanmasaydı, piyasaya güven verebilseydi ve küçük faiz artışları yapabilmiş olsaydı, bugünlerde borçlanma maliyetimizin böylesine yüksek olmasına gerek kalmazdı. Hükümetten beklenildiği gibi enflasyona rağmen faiz indirimleri yapılması da, faiz oranlarının bu seviyelerde veya daha yukarısında kalması da 2019 için olumsuz sonuçlar doğuracaktır. Yıllar boyu faizle kavga ettikten sonra dünyanın en yüksek faiz ödeyen ülkelerinden birisı olmak güven sorununu pekiştirmiştir.

Bankalarımız, yurtdışından aldıkları kredileri iç piyasaya sürmektedir. Ancak son zamanlarda yurtdışından edinilen bu kredilerin maliyeti de ciddi ölçülerde artmaya başlamıştır. Ekonomideki ve hukuk sistemindeki sorunlar Türkiye’nin riskli bir ülke olarak görülmesine yol açmaktadır. Bu da dışardan verilen borçların maliyetinin artmasına sebep olmaktadır. Dünyada artık geçmiş yıllarda olduğu gibi bir risk iştahı kalmadı. Küresel ölçekte risklerin giderek arttığı bir ortamda, bizim gibi riskli görülen ülkelere borç vermenin maliyeti önümüzdeki yıl daha da artacaktır. Artan maliyetlerle bankalarımızın dışardan para getirmesi de, getirdikleri parayı kullanacak birilerini bulması da zor olacaktır. 2019 yılında ne yapılırsa yapılsın borçlanma maliyetleri daha da yükselebilir. Bu şartlarda durgunluk kaçınılmaz görünmektedir. Faizle kavga etmek yerine, ekonomiyi kurtarabilecek diğer planlara yönelmek mantıklıdır.

Stagflasyon Riski

Türkiye’nin 2019 yılında karşılaşabileceği en büyük risk stagflasyon, yani durgunlukla beraber enflasyonun da yüksek olması riskidir. Normal şartlarda durgunluk olan dönemde enflasyonun da düşmesi beklenir. Çünkü harcamalar ve tüketim azalır, azalan tüketim fiyatların düşmesine yol açar. Ancak Türkiye’de durum farklı, bizde güven kaybından kaynaklı bir risk artışı var. Bu yüzden de Türk lirası sürekli değer kaybediyor. 2019 yılında tüketim azalsa, piyasa iyice daralsa bile Türk lirasındaki değer kaybından dolayı üretim ve enerji maliyetleri yükselmeye devam edebilir. Yani, üretici arzı ne kadar azaltırsa azaltsın, büyük çoğunluğunu ithal hammadde ile yaptığı için fiyatlar yükselme eğilimi gösterecektir. Tüketimimizin büyük çoğunluğu da ithalata veya ithal enerjiye dayalı olduğu için, Türk lirasındaki değer kaybı otomatikman bu ürünlerin fiyatlarının da benzer şekilde yükselme eğilimi göstermesine sebep olacaktır.

Son zamanlarda haberlerde karşımıza sıklıkla çıkmakta; ithal et ve tarım ürünlerinin miktarındaki artış göze batar hale geldi. Tarımsal üretimimizdeki bozulmaların sonucunda çözüm olarak hemen ithalat kanalını seçmeye başladık. Bu ürünlerin ithalatına alışılması kısa zamanda yerli üreticinin silinmesine yol açacaktır. Kısa zamanda en temel ihtiyaçların bile ithalata bağımlı kalacağı görünmektedir. Türkiye gibi tarıma elverişli bir ülkenin en azından kendine yetebilmesi gerekmekteyken, geçmişten beri yerli üretim olan pek çok gıda ürününün artık yurtdışından gelmeye başladığını görmekteyiz. 2019 yılında çiftçinin durumunu birden bire düzeltmek mümkün olmayacağına göre (ne kadar çabalanır bu da bilinmez), tarım gibi hayati bir alanda bile ithalat kaynaklı olarak fiyat artışları görmemiz kaçınılmaz olacaktır. Kısacası, gıda enflasyonu da 2019 yılında engellenemez bir sorun haline dönüşecektir.

Bu yıl herşeyin pahalandığını görsek bile aslında artan maliyetler henüz tam anlamıyla tüketiciye yansıtılmış değil. Üretici fiyat enflasyonu %40’lara dayanmışken, tüketici enflasyonu bildiğimiz üzere %20-21 seviyelerinde bulunmaktadır. Yani aradaki yirmi puanlık fark kadar bir maliyet artışı tüketiciye henüz yansıtılmış değil. 2019 yılında üreticiler bunu mecburen tüketiciye yansıtmak zorunda kalacaktır. Görüldüğü üzere, 2019 yılı enflasyonu düşünebilme açısından pek iç açıcı geçmeyecektir. Ekonominin durgunluğa girmesi ise bu sene için kaçınılmaz olacaktır. En akıllıca politikalarla bile bu çıkmazdan kurtulmamız 1-2 seneyi bulabilir. Stagflasyon ciddi bir ekonomik sorundur. Ülkedeki hayat koşullarını ciddi anlamda değiştirir ve halkın hızla yoksullaşmasana neden olur.

2019’da Küresel Gidişat

Türkiye’de ekonomik gidişatın iyi olmadığı açık bir biçimde görülmekte, üstelik bizim sıkıntı yaşadığımız bir dönemde küresel çaptaki sıkıntılar da çoğalmakta, Türkiye’nin manevra alanları hepten daralmaktadır. Akılcı politikalara geri dönsek bile, dış borcu çevirip ekonomiyi canlandırabilmek adına finansmana ihtiyacımız bulunmaktadır. Bu finansmanı da ancak dış piyasalardan sağlayabiliriz. Fakat önümüzdeki 1-2 yıllık süreç içerisinde dünyada para bulmak oldukça zor bir hal alacaktır. Dünyada risk algısı oldukça yükselmiş durumda. Geçtiğimiz yıllarda oldukça yüksek olan risk iştahı ise giderek kaybolmaktadır.

2018 yılından kalma pek çok sorun, yarattıkları bütün belirsizliklerle birlikte 2019 yılına taşınmaktadır. ABD ve Çin, ticaret savaşları için 90 günlük bir müzakere ateşkesi ilan etmiş olsalar bile, görüşmelerden kapsamlı bir anlaşma çıkmaması riski bulunmakta. Almanya gibi büyük ve üretken bir ülkenin ekonomisinden dahi yavaşlama sinyalleri gelmekte. İngiltere’de Brexit sorunu ise bütün karmaşıklığıyla devam etmekte, İtalya ekonomisi çıkmaza girmiş halde ve Fransa’da yıl sonunda başlayan devasa sokak gösterilerinin yarattığı karmaşa endişe vermekteyken rahat geçecek bir 2019’dan bahsetmek mümkün görünmemektedir. Avrupa’nın bu kadar karışık olduğu bir yıla, ticaret savaşları da doz arttırarak devam ederse, küresel çapta ucu krize varabilecek bir dönem yaşayabileceğimizi öngörebiliriz.

Türkiye’nin en önemli ihracat pazarı olan Avrupa’da oluşan bunca sorun, hiç şüphesiz birinci elden bizi de etkilemektedir. FED’in faiz artırımları yeni yılda da devam edecektir. Yani borçlanma maliyetlerimiz düzenli bir biçimde artmaya devam edecektir. Görüldüğü üzere dış gelişmeler de 2019 yılı için olumlu sinyaller vermemektedir.

Yeni Yılda Umutla Devam Edebilmek İçin

İçinde bulunduğumuz durum Osmanlı’nın son yüzyılında yaşadıklarıyla çok benzer aslında. O dönemlerde de en büyük dert borcu borçla çevirebilmek olmuş, sonu da imparatorluğun çöküşüne varmıştı. İçinde bulunduğumuz dünya o dönemlerden farklı şartlara sahip olsa bile, bu düzenin böyle gitmesi bağımsızlığımızı zedeleyici bir unsurdur. Rahip Brunson vakasında gördüğümüz gibi, ekonomimizin dışa bağımlılığı siyasi açıdan elimizi bir hayli zayıflatmaktadır.

2019 yılında ve sonrasında izlenebilecek en doğru politika, ekonomiyi faiz veya para politikaları gibi araçlar üzerinden zorla yürütmeye çalışmak yerine, katma değer üretebilen ve sağlıkla kalkınabilen bir modele geçirmeyi planlamaktır. Maalesef ki ülkemizdeki eğitim sistemi de herkesin bildiği üzere bu planlamaya uygun bir biçimde işlememektedir. Bu eğitim sistemi ile yetişen nesillerin, üretime dayalı bir ekonomi yaratma kapasitesi maalesef ki pek az olacaktır. Her ne kadar bu eğitim sistemini düzeltmeye çabalamayacaklarını bilsek bile, umudumuz acil olarak hataların farkına varılması ve akılcı bir eğitim modelinin benimsenmesidir.

Tarımda ve sanayide kağıt üzerinde büyük teşvikler yapılmasına rağmen pratik hayatta bu teşvikler üretimi canlandıramamaktır. Özellikle tarım sektörü bazında baktığımız zaman, yerli ürün sayısının giderek azaldığı görülmektedir. Türkiye’de kolaylıkla yetişebilen çoğu ürün için ithalat yapılmaktadır. Hayvancılıkta da giderek ithal ete bağımlı duruma gelmekteyiz. Türkiye gibi bir ülke için bu durum utanç kaynağıdır. Hiç yoktan hayvancılık ve tarım alanında dışa bağımlılığımızdan acil bir biçimde kurtulmamız gereklidir.

2019 yılında istesek de, istemesek de kemerleri can acıtıcı ölçüde sıkmamız gerekecek. Önemli olan kemerleri sıkarken, ekonomik darboğazdan çıkabileceğimiz adımları akılcı bir biçimde atabilmektir. Bunun da en sağlam yolu, ekonomik anlamda dışa bağımlılığımızı azaltabilmekten geçmektedir. Son elli yıldır şevkle peşinden koşulan “küreselleşme” politikaları birden bire değersiz bir amaç haline gelmeye başladı. Küreselleşmenin mimarı ve savunucusu ABD bile içe kapanık ve korumacı politikalara yöneldiği bir ortamda, dış dünyaya bağımlılığı en az olan ülkeler önümüzdeki finansal darboğazdan en az zarar gören ülkeler olacaktır.