Twitter
Visit Us
YOUTUBE
YOUTUBE
LINKEDIN
Share

Yunanistan 1829 yılında bağımsızlığını kazandıktan sonra, yürüttüğü “irredantist”* yayılmacı politika ile Avrupa devletlerinin de desteğini alarak, Osmanlı Devletine karşı genişlemeyi, dış politikasının hedefi haline getirdi. Yunanistan kurulduğu zaman 53 bin kilometrekare olan topraklarını, zaman içinde 120 bin kilometrekareye (Osmanlı Devleti ve Türkiye aleyhine en az 5 misli) genişletti. [1] Bu büyüme sürecini Batı’nın gücünü arkasına alarak gerçekleştirirken her zaman sahte, yumuşak diplomatik yaklaşımlarla veya de facto girişimler ile toprak kazandı.

Sayesinde kuruluşunu sağladığı iç savaş dâhil Yunanistan, bugüne kadar Türklere karşı hiçbir savaşı tek başına kazanamamıştır. Tarihten gelen, “büyük efendiye” sürekli yenilgi psikolojisi, Yunan halkının bilinçaltına yerleşmiştir. Bilinçaltına yerleştirilen bu psikoloji, Megalo İdea ülküsü ile idealize edilerek Yunan halkının zihinlerinde “Doğudan Gelen Tehlike” yaratıldı. Bu tehlike, diplomatik alana taşınarak sürekli Türkiye’ye karşı korkudan kaynaklanan saldırgan bir tutum içine girmesini sağladı. Bu saldırgan tutum Yunanistan’ın hassasiyetleri istismar edilerek başka güçler tarafından kullanılmasına imkan sağlayacak bir zemin yarattı. Şimdi bu ülkü hakkındaki bilgilerimizi yenileyelim.

MEGALO İDEA ÜLKÜSÜ

Batılı devletler (İngiltere, Rusya ve Fransa) tarafından Yunanistan’ın kuruluşundan itibaren bir ideal olarak dikte ettirilen tarihi “Büyük Fikir (Ülkü)” anlamına gelen Megalo İdea ülküsü, Yunanistan’ın Bizans’ı en parlak dönemine geri getirme (büyük Helen İmparatorluğu) ideolojisi olarak tanımlanabilir. [2]

Yunanistan’ın kuruluş döneminde Yunan milliyetçilerinin Megalo İdea ülküsü ile, bu fikri destekleyen Batılı devletlerin Balkanlar, Ege, Akdeniz ve Anadolu’daki yayılma hedefi çakışıyordu. Bu nedenle Megalo İdea’yı desteklemek, kendi yayılmacı emelleri açısından Batılıların çıkarlarına geliyordu. [3]

Megalo İdea ülküsünü besleyen, yayan esas örgütlü güç, Osmanlı Devleti içinde çok geniş imtiyazlar elde eden Ortodoks kilisesi idi. [4] Kilisenin kuşaktan kuşağa aktardığı bu ülkü ile yoğrulan Yunan aydınları, Osmanlı imparatorluğunu parçalamak isteyen Batı’nın desteğiyle, zaman içinde etkili bir hareket yaratmayı başarmışlardı.

Megalo İdea çerçevesinde, halen gerçekleştirilememiş durumda olan hedefler içinde; Ege adaları, Gökçeada (İmroz) ve Batı Anadolu’nun Yunanistan’a ilhakı, Kıbrıs’ın tamamen Rumlara bırakılması, Pontus Rum Devleti’nin kurulması ve son olarak İstanbul’un ele geçirilerek Grek Bizans İmparatorluğu’nun diriltilmesi bulunmaktadır. Bu idealin gerçekleşmesi durumunda, Türkiye Ege Denizi’ndeki hak ve menfaatlerinden vazgeçerek ve Batı’dan tamamen tecrit edilerek Anadolu’ya hapsedilmiş olmaktadır.

Yunanistan’ın Türkiye ve Türkler hakkındaki düşüncelerini Yunanlı tarihçi ve arkeolog Dr. Cosmos Megalommatis, Turkish-Greek Relations and The Balkans adlı kitabında şöyle ortaya koyuyor: “Yunanistan, Avrupa’yı ve Amerika’yı arkasına alarak Türkiye’den alabildiğince ödün almak istemektedir. Yunanistan için bu amaç “belirli sınırlara ulaşılınca bitirilecek” bir hadise değildir. Çünkü Kilise bu amacı devamlı kıldığı sürece toplumda gücünü de göstermiş olmaktadır.”

Türkiye (ve Türk) düşmanlığı, hem Yunan (ve Ortodoks) dünyasında kiliseyi ayakta, canlı tutarak, kendi cemaati içinde etkisini korumasına olanak sağlamaktadır, hem de Yunan Ortodoks Kilisesi, “Türk düşmanlığı ile kendi tarihi misyonunu” sürdürmektedir. Bu nedenle Yunanistan’ın Türkiye karşıtı politikası, basit bir hükümet ve dış politika meselesi olarak görülmemelidir. [5]

Günümüzde bu idealin gerçekleştirilmesinde Batı’nın Yunanistan üzerinden Türkiye’ye karşı kullandığı araçları ve bunların birbiriyle olan ilişkileri ile nasıl kullanıldıklarını anladığımız takdirde, nasıl bir tehdit ile karşı karşıya olduğumuz daha iyi anlaşılacaktır. Bu noktada Osmanlı Devletinin parçalanmasına ilişkin “Şark Meselesi” hakkında bilgilerimizi kısaca gözden geçirelim.

YUNANİSTAN VE “ŞARK MESELESİ”

Türk-Yunan ilişkilerine Soğuk Savaş’ın son yıllarında ve bitiminde sonra üç temel konu damgasını vurdu: 1) Yunan talepleri, 2) Ermenilerle işbirliği, 3) PKK terör örgütü ile işbirliği. Bu üç mesele Osmanlı Devleti’nin son döneminde “Şark Meselesi” olarak gündeme getirilen ve Osmanlı Devleti’nin paylaşılmasına yönelik bir politika idi.

Soğuk Savaş sonrasında Yunanistan ve onunla birlikte AB ve ABD’nin Türkiye’den isteklerinden birisi de Yunanistan (ve Batı’nın) üzerinden talep ettikleri idi. Bunlar: 1) Kıbrıs, 2) Ege Denizi 3) Fener Rum Patrikhanesinin Vatikanlaştırılması idi.

Bunlar karşısında 90’lı yıllarda yeni Soğuk Savaş’ın bitimiyle birlikte Batı’dan art arda kararlar çıkıyordu. Ermeni ve Kürt talepleri olarak Yunanistan’ın ve Batı’nın getirdiği ve Türkiye’ye dayattıkları meseleler, Osmanlı Devleti’ni yıkılmak ve parçalanmak istenirken “Şark Meselesi” olarak Avrupa’nın masanın üzerine koyduğu meselelerdi. Günümüzde o eski misyonun faaliyetini; Avrupa Parlamentosu, ABD Eyalet Meclisleri ve Atina Hükümetleri üstlenmiş bulunmaktadır. [6]

BÜYÜK SERMAYE VE TÜRK YUNAN İLİŞKİLERİ

Batı’nın Yunanistan üzerinden Türkiye’ye karşı kullandığı araçlarından birisi de büyük sermayedir. Batılı ülkelerdeki büyük sermaye ile azgelişmiş ülkelerde bulunan yerli sermayenin durumları farklılık göstermektedir. Bu farklılık, “Türkiye’deki bazı büyük sermaye çevrelerinin de, maalesef farklı bir konumda olmalarına” yol açmış ve açmaktadır.

Türkiye’deki bazı büyük sermaye çevrelerinin “Turgut Özal döneminde başlayan önemli dış bağlantıları”, bu çevrelerin söz konusu dış bağlantılarından fazla etkilenmelerine, hatta bir anlamda dışarıdakilerin denetimleri altına girmelerine yol açmıştır.

Batı kapitalizminin öngördüğü düzen, azgelişmiş ülkelerde yerel büyük sermayenin, “sistemin gereklerine bağlı kalmalarına” neden olmaktadır. Sistemin gerektirdiği unsurlar ise; sadece iktisadi, ticari, teknolojik meselelerle sınırlı kalmamakta, iç ve dış siyasi meselelere kadar değişik konularla bütünleşmektedir. [7] Bu kapsamda, AB ve ABD “iş ve siyaseti tamamen iç içe sokmuşlardır” Güçlü tarafta bulundukları için “iş ve siyasetin karşılıklı dışsallıklarından” kendileri yararlanır duruma geldiler.

Türkiye’de, Özal dönemi ile birlikte yerli büyük sermayenin Türkiye’nin yönetiminde etkisi büyüdükçe uluslararası büyük sermaye ve büyük ülkelerin siyaset adamları ve diplomatları, Türk işadamlarını doğrudan doğruya kullanmaya ve yönlendirmeye başladı. [8]

Soğuk Savaş sonrasında Türkiye’nin Batı kapitalizmine ve AB’ye tek taraflı bağlanmasının bazı bedelleri oldu. Bu bedellerin başında da Yunan taleplerinin karşılanması geliyordu. Çünkü Yunanistan Batı’nın, Türkiye’nin bulunduğu coğrafyadaki son durağı idi. Türkiye’nin, Batı’nın içine alınmasa da, Batı’nın (ve AB’nin) himayesi altına alınması için “en başta, Yunanistan’a ödemesi gereken bedeller vardı. Tek yanlı bağlanmanın, himaye altına alınmanın bedeli ödenecekti. [9]

Türk ve Yunan sermayeleri karşılaştırıldıklarında, “Türk-Yunan sorunlarına yönelik tutumlarında aralarında büyük farkların olduğu göze çarpmaktadır. Yunan büyük sermayesi, Türkiye ile ilişkilerinde “ulusalcı bir çizgidedir”. Atina Hükümeti ile işbirliği içindedir; Ortodoks Kilisesi ile dahi ”işbirliği” içindedir. Uluslararası forumlarda Yunanlı işadamları, “kendi tezlerini savunucularıdır”. Türk işadamları ise Türkiye’nin tezlerini savunmak bir yana, bu sorunlarla “muhatap olmaktan bile hoşlanmazlar”. Çünkü kendileri yerli büyük olarak, dışarıdaki büyükle, “eşit koşullarda değillerdir; iktisadi ortaklığın bir parçası da siyasi ortaklıktır; ortaklık demek, büyük ve güçlü ortağın dediğini yapmak demektir. Böylece Batı kapitalizmine bağlanıldığı zaman gereği yapılmak zorunda kalınmıştır. Türk işadamları arasında bu hava ve anlayış, Özalcı politikalardan sonra yaygınlaşmıştır. [10]

Yerli büyük sermaye “kendisi bağımlı olunca”, sisteme göre, “Türkiye’nin de bağımlı olması gerekmekte”. Yani siyasi dayatmaların büyük sermaye tarafından yumuşatılarak içeriye aktarılması gerekmektedir. Sistemin ve ortaklığın kuralı budur; anlaşma maddelerinde yer almasa da böyle yürütülüyor. İşte, özellikle 2000’li yıllarda başlayan ve günümüzde de devam eden bazı büyük sermaye çevrelerinin; “Kıbrıs önemli değildir, verilebilir; Ege için katı olmamıza gerek yok, Patrikhaneyi öne çıkarmak turizmi geliştirir” türünden, kendilerinin bile inanmadıkları şeyleri savunur durumda olmaları, gerçekte, “kendilerinin tek taraflı bağlanmış olmalarının bir sonucudur”. [11]

Yerli büyük sermayenin yerel yönetimler üzerinde siyasal sistem, devlet bürokrasisi ve ticaret odaları üzerinden baskı oluşturma; kendileri ve yabancıların çıkarları doğrultusunda hareket etme; yerel yönetim seçimlerinde etkili olma eğiliminde oldukları bilinmektedir. Böylece yerli büyük sermaye, ülkemiz üzerinde kötü emelleri şüphe götürmez gerçek olan ve kendi ulusal çıkarları doğrultusunda (ülkemiz üzerindeki stratejik çıkarlarını Yunanistan üzerinden temin etmek üzere) hareket eden Batılı büyük/küresel sermayenin isteklerini yerine getirmeye çalışmaktadırlar. Bunun ne anlama geldiğini okuyucuların takdirine bırakıyoruz.

VATİKAN MODELİ FENER RUM PATRİKHANESİ, KANAL İSTANBUL VE HİLAFET

Patrikhane’nin statüsü konusu, ekümeniklik iddiaları, Heybeliada Ruhban Okulu’nun yeniden açılması, Türkiye’yi uzun süredir meşgul eden bir sorundur.

Fener Rum Patrikhanesi’nin hukuki statüsü Lozan Konferansı’nda müzakere edilerek belirlenmiş ve taraflarca varılan mutabakat sonucu Lozan Anlaşması’ndaki yerini almıştır. Çok hukuklu, teokratik bir İmparatorlukta “Milletbaşı” sıfatıyla bazı siyasî ve idarî görev ve yetkileri bulunan Patrikhane, tek hukuklu laik, demokratik Cumhuriyette sadece dinî yetkilerle donatılmıştır ve tüzel kişiliği yoktur. Patrikhane sadece bir din kurumudur ve bu kurumun adı Lozan Andlaşması’nda bir sözleşme hükmü olarak dahi geçmemektedir.

Dolayısıyla Lozan Anlaşması’na göre bir Türk Kurumu olan Patrikhane, tümüyle Türk Hukuku’na tâbidir. Bu nedenle de Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş belgesi olan Lozan’da Patrikhane, azınlıklar kapsamında yer almıştır. Patrikhane’nin tarihten geldiği iddia edilen fakat birçok patrikhane tarafından da kabul edilmeyen “ekümeniklik” iddiası, Türkiye Cumhuriyeti tarafından kabul edilmedikçe, hukuken geçerli bir statü değildir. [12] Buna karşın günümüzde ABD ve AB, Atatürk’ün “ihanet ve fesat odağı” olarak nitelendirdiği Fener Rum Patrikhanesi’ni Türk hukukuna tabi dini kurum olmaktan çıkarıp, uluslararası platformda hem dinsel, hem siyasal bir aktör haline getirerek Türkiye’de İkinci Vatikan Devleti kurma stratejisi izlemektedir.

Her fırsatta, Türk yurdunun bölünüp parçalanması için faaliyet gösteren Fener Rum Patrikhanesi ekümenik, yani evrensellik ünvanını almak için yıllardır sürdürdüğü savaşı kazanmak üzeredir. Tarihi boyunca, temel politikası “Türk-Müslüman düşmanlığı” olan Fener Rum Patrikhanesi, gizli emellerine ulaşmak için, her geçen gün yeni bir cephe kazanmaktadır. Patrikhane’nin nihai hedefine şu aşamaları elde ederek ulaşmayı hedeflemiştir:

       Birinci aşamada; ekümeniklik statüsü ile Patrikhane ve bağlı ruhanilerini Türkiye Cumhuriyeti Kanunlarının vesayetinden kurtarmak.

       İkinci aşamada; Sur içi İstanbul’u, Patrikhane’nin ekümenik damgası altında eski Kostantinapolis olarak yeniden ihya etmek.

       Üçüncü aşamada; Hıristiyan Ülkelerin İstanbul’da dinî ataşelikler açmalarını sağlamak.

       Dördüncü aşamada; BM, AB ve UNESCO gibi uluslararası kuruluşların desteğiyle, surlar içindeki tarihî Konstantinopolis’in “açık şehir”** haline getirilerek Türkiye’nin hükümranlık hakkını tartışmaya açmalarını sağlamak.

Beşinci aşamada; Bizans’ın resmen yeniden kurulmasını gündeme getirmektir. [13]

Fener Patrikhanesi için düşünülen nihaî hedef “Vatikan Modeli” olduğuna göre, bir toprak parçasına da ihtiyaç olacaktır. Bu da, Patrikhane’nin tarihi misyonuna uygun olan yerde, hiç şüphesiz surlar içindeki İstanbul’dur. İstanbul’la ilgili en korkunç proje 1995 yılı sonunda ortaya atılmıştır. ABD’li uzmanlarca hazırlanan proje devrin Başbakanı Tansu Çiller tarafından basına açıklanmıştır. Projeye göre İstanbul üçe bölünecekti; 1) Anadolu Yakası; tamamen yerleşim birimi olacak, 2) Surlar içindeki İstanbul; tarihî ve kültürel İstanbul olacak, 3) Surlar dışındaki İstanbul; sanayi, yerleşim ve iş merkezlerinden oluşacaktı. Böylece Türkiye’nin federasyona dönüştürüleceği planda İstanbul’un yeniden başkent olma, sonra da ayrı bir devlet olma yolu açılmış olacak idi. [14]

Vatikan modeli bir Patrikhane ile AKP iktidarınca olmazsa olmaz bir proje olarak kamuoyuna duyurulan ve son ekonomik krize rağmen adım adım ilerleyen Kanal İstanbul Projesi ve Cumhurbaşkanı olan Tayyip Erdoğan’ın geçmişte İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı iken Ağustos 1998’de gündeme getirdiği “İstanbul vizesi” (İstanbul’a gelecek olanlardan nakil ilmühaberi istenmesi) uygulaması ile birlikte değerlendirildiği takdirde, idari yapılanması nasıl bir İstanbul hayal edildiği ortaya çıkmaktadır.

Yunanistan tüm Ortodoks ülkeler üzerinde etkinlik sağlamak, Megalo İdea’yı canlı tutmak, Bizans’ın mirasçısı olarak Patrikhaneyi ön plana çıkarmak maksadıyla, Patriğin faaliyetlerini desteklemektedir. Bu kapsamda 22 Ekim 1991’de Birinci Bartholomeos Patrik seçildikten sonra Yunanistan Dışişleri tarafından “Fener Patrikhanesi’ne gerçekleştirilmesi istenen hedefler” verilmiştir. Bu hedefler şunlardır:

       — Patrikhane’nin faaliyetlerinde “ekümenik” vasfını kanıtlaması,

       — Patrikhane’nin Rus Kilisesi ve Doğu Avrupa’daki kiliselerle ilişkilerini güçlendirmesi,

       — Heybeliada Ruhban Okulu’nun faaliyete geçirilmesi,

       — İsviçre/ Şambiri Ortodoks merkezinin güçlendirilmesidir. [15]

Günümüzde Patriğe yurt dışı ziyaretlerinde devlet başkanı protokolü uygulanmakta, Türkiye’ye gelen ABD ve AB yetkililerince, devlet başkanı protokolü kapsamında ziyaret edilmektedir. Burada Türkiye’ye verilen mesaj son derece açıktır. Türkiye, Patriğin fiili statüsüne uygun bir hukuk düzenlemesine zorlanmaktadır.

Siyasal İslamcılar konuya, Hilafet’in de ihya edilmesi gerektiği noktasından bakmaktadır. Nitekim Yeni Şafak gazetesi yazarı Altay Ünaltay, 12 Kasım 1995’te “Ekümenik Patrik ve Tarihimizin Diğer ‘Ekümenik’ Kurumları”, başlıklı yazısında şunları yazdı: “Gerek Hilafet, gerekse de Patriklik Osmanlı siyasetinde önemli ve belli bir denge oluşturan kurumlardı. Türkiye Cumhuriyeti her ikisinin işlevlerini ellerinden alarak bir anlamda bu dengeyi korumuştur. Eğer bugün Patriklik ‘ekümenik bir müessese’ olarak ihya edilecekse, o zaman dengeyi korumak için Hilafetin de ‘ekümenik bir müessese’ yani ‘ümmete ait müessese’ olarak ihyası gerekir. Dolayısıyla, Patrikhanenin ekümenik olduğu kabul edildikten sonra halifeliğin de siyasal iktidar tarafından yeniden ayağa kaldırılmasına ilişkin adımlar atılabileceğinin şimdiden tahmin edilmesi mümkündür. [16]

Ulus devlet, Siyasal İslamcıların bir bölümü için gayri meşru bir oluşumdur. Bu bakımdan Türkiye’deki mevcut siyasal iktidar için Türkiye’nin üniter yapısı tartışılabilir bir kavramdır.

Lozan Antlaşması’nın 14’üncü maddesi ve Türk ve Rum Ahali’nin Değişimi Sözleşmesine göre İstanbul, Gökçeada ve Bozcaada dışındaki tüm Rumlar mübadeleye tabi tutuldu ve tüm dinî örgütler lağvedildi. Buna karşın Fener Rum Patrikhanesi, Lozan Antlaşması’nı ve Anayasa’nın 90’ncı maddesini ihlal ederek 2004 yılında İznik ve Bursa’da, 2016 yılında da İzmir’de metropolitlik açtı.

Patrikhanenin internet sitesinde ekümenikliğini ilan eden Bartholomeos, Türk adası olan Eşek (Agathonision) ve Nergizçik (Arkioi) adaları ile etrafındaki küçük adaları, doğrudan sözde ‘Ekümenik Patrikliğin’ yönetimi altına aldı. Fener Rum Patrikhanesi, hâlihazırda Yunan işgali altında olan Türk adalarındaki kiliseleri işletiyor ve kiliselere papaz atıyor.

Ayrıca 6 Ocak 2019’ta Ukrayna’daki yeni birleşik kilisenin lideri seçilen Metropolit Epifaniy, kiliseye otosefallik (bağımsızlığını) tanıyan “tomos” adlı özel kararnameyi Cumhurbaşkanı Petro Poroşenko ile birlikte Fener Rum Kilisesi Başpapazı Bartholomeos’tan teslim aldı. [17] Ukrayna Cumhurbaşkanı’nı Türkiye Cumhuriyet Cumhurbaşkanı’nın davet etmemesi, bunun yerine Başpapazın daveti açıkça Türkiye’nin egemenlik hakkının paylaşımı anlamına gelmektedir. Yani, Türkiye Cumhuriyeti Devleti aynı zamanda Fener Rum Kilisesi’nin ekümenik siyasetini onaylayan belgeyi dolayısı ile onaylamış olmaktadır.

Meydana gelen gelişmeler, Fener Rum Patrikhanesi’nin Ukrayna’da ismen bağımsız, fakat fiilen kendisine bağlı bir kilise teşkilatı kurarak, sadece İstanbul ve Gökçeada’daki birkaç bin Rum’un değil, milyonlarca Ukraynalı’nın doğrudan ruhani merkezi olduğunu ortaya koydu. Böylece, Batı’nın Patrikhane için istediği uluslararası platformda hem dinsel, hem siyasal bir aktör olmasında önemli bir adım daha atılmış oldu.

EGE’DE “AÇIK ŞEHİR”LERE DOĞRU (AYVALIK ÖRNEĞİ) VE BİZANS’IN AYAĞA KALDIRILMASI

Diğer yandan Ege sahil şeridinde özellikle mübadelenin yaşandığı bazı yerleşim merkezlerinde özerk yönetimlerin oluşturulmasına yönelik dikkat çekici çabaların arttığı gözlemleniyor. Söz konusu mahallerden birisi olan Ayvalık’ta 2004 yılında Belediye Başkanı, “Ayvalık, uluslararası anlamda açık bir kent olacaktır” şeklinde bir açıklama yaptı. Bunun yanında, 1923 yılındaki mübadeleden (30 Ocak 1923 tarihinde Lozan’da imzalanan Yunan ve Türk Halklarının Mübadelesine İlişkin Sözleşme ve Protokol’e göre Türkiye’deki Rum-Ortodokslar ile Yunanistan’daki Müslümanların değişiminden) bu yana Ayvalık’ta kaderine terk edilen Ortodoks Rumlara ait ibadethaneler bölgede hiçbir Hristiyan yaşamamasına yani cemaati olmamasına rağmen teker teker restore edilmeye başlandı. Bu kapsamda, 2004 yılında Ayvalık’ta 1 şapel, 1 manastır, 2 kilise, 1 ayazma restore edildi. Halen Ayvalık Belediyesi tarafından bir kilisenin restorasyonu başlatıldı. Bunlardan sadece 1 kilise Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından restore ettirildi. Diğer dini yapıların restorasyonu ise tamamıyla yukarıda belirtildiği gibi Türk-Yunan sorunlarının çözümünde Türkiye’nin tezlerinin savunulmasında ulusal çıkarların savunulmasında gerekli duyarlılığı gösteremeyen yerli büyük sermaye (TÜSİAD’a bağlı) tarafından üstlenildi. Ayvalık’ta Ortodoks Rumların kalan diğer dini yapıların da resterasyon planlamalarını yapıldığı, sırası gelenin restorasyonunun yine Ayvalık’ta mülk edinmiş TÜSİAD üyeleri tarafından yaptırılacağı bölgede yaşayan herkesin bildiği ve konuştuğu bir konu.

Yapılanlar değerlendirildiğinde, TÜSİAD üyelerinin Ayvalık’taki varlıklarının/misyonlarının en önce ve kilise restorasyonları olduğu görülüyor. Bu da sebepsiz olmasa gerek.

Genel olarak, hangi inanca ait olursa olsun ibadethanelere saygı gösterilmesi ve bu saygının günümüzdeki göstergesi olan tarihi eser niteliğindeki ibadethanelerin restore edilmesi gerektiğine inanılmaktadır. Fakat bu noktada, tarihi bir kent niteliğindeki Ayvalık’ın bütüncül bir yaklaşımla ele alınması gerektiği düşünülmektedir.

Söylenmek istenen şudur ki: Ayvalık sadece kiliselerden ibaret değil. Tek tek evleriyle, endüstriyel yapılarıyla, tarihi eser niteliğindeki diğer binalarıyla, sokak çeşmeleriyle ve benzeri birçok mimari değeriyle Ayvalık’ın bir bütün haliyle ele alınması gerekirken sadece dini mabetlerin (kilise, şapel vb) restore edilmesi dikkat çekici. [18] Yapılanlar, yukarıda Türkiye Cumhuriyetini dönüştürülmesi kapsamında Batı’nı hedeflediği “Büyük Resim” ile ilgili açıklanmaya çalışılanlar ile birleştirildiği zaman bir anlam kazanmaktadır. Ve bu anlamlandırma ile, çok ciddi bir tehdit ile karşı karşıya bulunduğumuz ortaya çıkmaktadır. Yereldeki bazı güç odaklar, kendilerine yöneltilen benzer sorulara, geçmişte veya günümüzde “Kıbrıs önemli değildir, Ege için katı olmamıza gerek yok; Patrikhaneyi öne çıkarmak turizmi geliştirir” yanıtlarının bir benzerini burada da, “Restore edilen her kilise inanç turizmindeki payımızı arttırıyor” şeklinde yanıtlamaktadırlar.

Bugüne kadar yapılan yasal düzenlemeler, devlet yetkililerinin ve siyasilerin yaptığı açıklamalar ile güney sınırımızda, Irak ve Suriye’deki gelişmeler göz önüne alındığında Türkiye Cumhuriyeti’nin federasyona dönüştürülmesi durumunda, örnek verdiğimiz Ayvalık gibi Ege Bölgesindeki bazı kasabalar/yerleşim bölgelerinin, geçmiş yıllarda hazırlanan raporlarda belirtildiği “Açık Şehir”lere dönüştürülmesi ve Ege’de Roma İmparatorluğu döneminde kurulan 7 kilisenin [Efes (Ephesos) (Selçuk), İzmir (Smyrna), Bergama (Pergamon), Salihli (Sardes), Alaşehir (Philadelphia), Denizli (Laodikeia), Akhisar (Thyateira)] yeniden ihyasının hazırlıkları mı yapılmaktadır? sorusu akla geliyor.

Yunanistan devlet yetkililerinin işgal altındaki adalarımızda konuşlanan askeri birlik ve işgalci oluşumları ziyaretleri sırasında çekilen fotoğrafları hepsinde Yunanistan bayrağının yanında Bizans flamalarının kullanıldığı görülüyor. Tüm bunlardan, Megalo İdea’nın gerçekleştirilmesi kapsamında Yunanistan’ın işgal ettiği Türk adaları ile Ege kıyı şeridinde oluşturulmaya çalışılan “açık şehir”lerin Vatikan modeli Fener Rum Patrikhanesi’ne bağlanarak Bizans’ın yeniden ayağa kaldırılabileceği değerlendirilmektedir.

Sonuç olarak, bugün ülkemizde yaşananlar 100 yıllık acı tecrübeden çıkarılan derslerden, emperyalistlerin Yunanistan’ı yeniden tarihi Megalo İdea peşinde koşturmak suretiyle kullanarak, Sevr’i yeniden hayata geçirmek istedikleri açıkça ortaya çıkmaktadır. Ulu Önder Atatürk’ün bütünlüğünü sağladığı ve Türk Milleti ile kurduğu ulus devleti, devletin temellerini, onun maddi manevi mirasını, ordusu dâhil, yıkmak, parçalamak, dağıtmak ve yok etmek…

Diğer bir anlatımla emperyalistler Atatürk’ün Türkiye’sinden 100 yılın intikamını alıp mazlum milletlere bir kez daha boyun eğdirmek, onları esir etmek, ülkelerini sömürge, halkını köle yapmak ya da vatanında mülteci konumuna düşürmek istiyorlar…

Atatürk’ün maddi mirası halen paylaşılmaya çalışılmakta ancak manevi mirası yok edilmesinin mümkün olmadığını ve Türk Milleti’nin bu mirasa sahip çıktığını herkes görüyor. Emperyalist güçler işbirlikçileri vasıtasıyla maddi mirası zayıflatmak, çalmak, ortadan kaldırmakla meşguller. Manevi miras ile onları Çanakkale’de yendiğimiz, İzmir’den denize döktüğümüz gibi, Atatürk’ün “Türk Gençliğine Hitabe”sinde belirtildiği şekilde geri püskürteceğiz.

AÇIKLAMALAR:

* İrredantist: Kaybedilen toprakları geri isteyen

**Açık Şehir: Savunması olmayan, savunulmayan kent.

Düşmanın karadan, denizden veya havadan yapmakta olduğu

işgal girişimlerine karşı koyabilmek için hiçbir maddi savunma

araçları olmayan veya içinde askerî hedef bulunmayan kente denir.

DİPNOTLAR :

[1] https://www.aydinlik.com.tr/yunanistan-pusuda-soner-polat-kose-yazilari-ekim-2018

[2] Yunanistan ve Bitmeyen Kin Ertan Köse, 2005, IQ Kültür Sanat Yayıncılık sf. 47

[3] http://bilgihazinesi.blogcu.com/yunanistan-in-megali-ideasi-nedir/4008909

[4] http://caganturker.blogcu.com/megali-idea-ve-enosis/545944

[5] Dünyada ve Türkiye’de Büyük Sermaye, Erol Manisalı, Truva Yayınları, 2008, sf. 152

[6] Manisalı, a.g.e sf. 154-155

[7] Manisalı, a.g.e sf. 155

[8] Manisalı, a.g.e sf. 160

[9] Manisalı, a.g.e sf. 171

[10] Manisalı, a.g.e sf. 171

[11] Manisalı, a.g.e sf. 172

[12]https://www.turkishnews.com/tr/content/2013/08/26/heybeliada-ruhban-okulu-ve-ekumenik- patrikhane-sorunu/

[13] Doç.Dr. Emruhan Yalçın, Ankara Üniversitesi Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü Atatürk Yolu Dergisi S 50, Güz 2012, s. 497-498

[14] Yalçın a.g.e sf. 496

[15] https://www.frmtr.com/tarih/6676251-fener-rum-patrikhanesi-icin-vatikan-giden-yol.html

[16] Doç.Dr. Emruhan Yalçın, Ankara Üniversitesi Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü Atatürk Yolu Dergisi S 50, Güz 2012, s. 494

[17] http://www.agos.com.tr/tr/yazi/21876/patrikhane-nin-pozisyonu-pekisti

[18] Bizim Ayvalık Dergisi, Sayı:33 Halil Gür, Bedel Ödeyen İbadethaneler, sf. 20-21