Twitter
Visit Us
YOUTUBE
YOUTUBE
LINKEDIN
Share

Halk arasında ekonominin durumunu yansıtan göstergeler arasında en popüler olanı hiç şüphesiz dolar/TL kurudur. Mevcut gidişata dair ana göstergelerin yönü ne derece kötüleşirse kötüleşsin, hiç biri dolar veya avronun Türk lirasına karşı değer kazanması kadar ilgi çekmemektedir. Bu durumdan dolayı büyük krizlerin sinyalleri ne kadar önceden alınırsa alınsın, sinyallerin kurlar üzerinden baskılı bir biçimde geldiği sürece kadar mevcut sıkıntının büyüklüğü halk arasında net olarak farkedilememektedir. Hiç şüphesiz bunda, 90’lı yılların başından bu yana yaşanmış döviz odaklı krizlerinin ve bu süreçlerde halkın bir güvence unsuru olarak elinde döviz bulundurma alışkanlığı edinmesinin etkisi büyüktür. Krizlere karşı elde döviz tutularak korunma alışkanlığı kazanılmıştır. İncelendiği zaman görülecektir ki, cumhuriyet tarihi boyunca yaşanan bütün devalüasyonlardan sonra da ekonomik veya siyasi krizler meydana gelmiş, çoğunlukla bu durum bir süre sonra (doğrudan bu nedenle olmasa bile büyük oranda yaşanan krizlerin etkileriyle) hükümetlerin düşmesiyle sonuçlanmıştır. Her ne kadar devlet eliyle mecburi devalüasyon yapılan günler geride kalmış olsa bile, son dönem içerisinde TL’nin yaşadığı bu değer kaybı da cumhuriyet tarihindeki büyük krizlerle gelen devalüasyonların oranlarına yaklaşmıştır ve sonuç itibariyle aynı şekilde ciddi bir krizin eşiğinde durduğumuza dair çok belirgin bir gösterge olarak okunmalıdır.

Dolar karşısında TL’nin değer kaybı 2016 yılı boyunca % 17 iken, sadece yeni yılın başlangıcından bu yana ise % 8,6’ya kadar ulaştı. Türkiye’nin son iki büyük krizine bakacak olursak, TL dolara karşı 5 Nisan 1994 tarihinde % 51 oranında ve 22 Şubat 2001 tarihinde % 28,4 oranında devalüe edilmiş, yani değer kaybetmiştir. Bu son iki krizde yaşanan değer kaybını dönem hükümetleri “mecburi olarak” gerçekleştirmiştir, şimdi ise bu değer kaybı kendiliğinden gerçekleşmektedir. Sonuçta kur politikaları farklı olsa bile yaşanan değer kayıplarının nedenleri ve sonuçları benzerdir.

Son iki yıl boyunca Amerikan Merkez Bankası FED’in uyguladığı parasal sıkılaştırma politikası sonucu dolar dünya çapında değer kazansa bile, şu anda bu daralmanın nispeten hız kaybettiği ve gelişen ülke para birimlerinin “nefes aldığı” bir süreçteyiz. İşte bu noktada TL’nin yaşadığı değer kaybının doların değer kazanmasından değil de TL’nin ciddi anlamda değer kaybetmesinden kaynaklandığını görmekteyiz. TL son dönem içerisinde kendisi ile benzer ülkeler arasında dolara karşı en çok değer kaybeden para birimi olması ise sorunun şiddetini daha net göstermektedir.

dolar performansı

 

Yılbaşından bu yana ülkelerin para birimlerinin dolara karşı performansı.

Kaynak: Bloomberg.com

TL’deki değer kaybının nedeni, özellikle son zamanlarda dış nedenlerden daha çok iç nedenlerden yatmakta. Özellikle 2015 yılından bu yana yaşanan seçimler, hain darbe girişimi, Suriye’deki karışıklıklar, artan terör saldırıları ve son olarak anayasa değişikliği gerilimi göz önüne alındığı zaman Türkiye’nin çok zor ve istikrarsız bir dönemde olması, Türkiye’nin riskli bir ülke olarak görülmesi dolayısıyla TL’nin diğer ülkelerin para birimlerine kıyasla büyük bir yara almasına neden olarak görülebilir.

Fakat bütün bu zorluklara rağmen bu durumun önüne geçilebilir miydi? Bu soruyu sorduğumuz zaman, cevap olarak da hasarın boyutunun bu kadar büyük olmasının önüne geçilebileceğini söyleyebiliriz. FED’in dünyaya “ucuza” dolar dağıttığı bir dönemde, pek çok ülke bu durumu üretim yatırımları için fırsat olarak kullandı. Oysa Türkiye’de bu fırsat yalnızca toplumun daha fazla ithal ürün tüketmesi için bir fırsat olarak görüldü ve yatırımlar da inşaat sektörünün büyümesi için yapıldı. Sonuçta bu fırsat dönemini kaçırdığımız pek çok kez yazılıp çizildi. Peki ya şu an içinde bulunduğumuz durumda hasarın giderek artmasının nedeni olarak neleri görebiliriz? Bütün bu sıkıntının Türkiye’nin sınırları dışında gerçekleşenlerden ibaret olmadığı artık gün gibi ortada.

Özellikle yangına körükle gidercesine yapılan hatalı ekonomik söylemlerle, bağımsızlığına sürekli müdahale edilen Merkez Bankasına olan güvenin yok olma noktasına gelmesiyle eldeki müdahale imkanlarının işe yaramaz hale geldiği bir süreç yaşamaktayız. Darbe girişiminin ve artan terör saldırılarının açtığı sosyal ve ekonomik yaralar henüz sarılamamışken, sınır ötesi harekatın ve Kıbrıs sorunun hassasiyetle takip edilmesi gerektiği bir zamanda hükümetin toplumu iyice kutuplaştıracağı bilinen anayasa değişiklik teklifi ile uğraşması, ekonomimize olan güvenin bütünüyle sarsılmasına yol açmaktadır. Son üç yılda arka arkaya seçimlerin olduğu karışık ve istikrarsız bir dönemden geçen Türkiye’nin karşısında şimdi de ya referandum ya da olası bir erken seçim ihtimali belirmektedir. Bu iki durumdan hangisi gerçekleşirse gerçekleşsin, aylarca sürecek bir gerilime ve istikrarsızlığa neden olacaktır. Türkiye 2016’yı kaybettiği gibi 2017’yi de kaybedebilir.

Bu durumu gören yerli ve yabancı yatırımcı da pek tabi ki Türkiye’den parasını çıkartma derdine düşmekte veya uzun vadeli yatırımlar yapmaya yanaşmamaktadır. Yabancı yatırımcılar, yaşanabilecek süreci öngörebildikleri için ülkemizden paralarını çekmektedirler. Bu durum da yabancıların ülkeden paralarını çıkartabilmek için ellerindeki TL’leri dolara çevirmeleriyle ve sonuç olarak da dolara olan talebin artmasıyla sonuçlanmaktadır. Ülkemiz artık güvensiz, fırtınalı bir liman olarak görülmektedir ve yatırımcılar riskten kaçarak paralarını güvenli limanlara çekmeye başlamışlardır. Unutmamak gerekir ki, Türkiye’de ekonomik sistem ağırlıklı olarak dış finansmana yani bi nevi dış yatırımcılara bağlı olarak geliştirilmiştir. Düzen böyle kurulduğu için de mecburen sistemin dayanaklarını korumamız gerekmektedir. Üretime dayalı yerli ve güçlü bir ekonomi yarabileceğimiz sürece kadar bu konuda hassas davranmak gereklidir.  Yabancı yatırımcının bunca siyasal ve ekonomik riske rağmen ülkemizde kalabilmesi için de elde edeceği getirinin bu risklere değmesi gerekmektedir. Netice itibariyle, Türkiye’de özel sektörün yüklü bir döviz borcu bulunmaktadır ve bunun da finansmanı ülkeye giren döviz ile sağlanacaktır. Bu döviz akışının korunması, maalesef ki Türkiye’nin hassasiyetle dikkat etmesi gereken bir konudur.

İşte bu noktada da sürekli baskılanan bir faiz indirimi süreciyle bunun önünü kapatmış bulunmaktayız. İç yatırımcıyı ucuza finanse edebilmek ve ekonomik büyümeyi sürdürebilmek amacıyla da olsa siyasetçiler Merkez Bankası’nın bağımsızlığını yok ederek, yapılması gerekenin aksine bir hareketin yapılması için baskı yapmışlardır. Bu baskı sonucunda yatırım çekebilmek adına riskleri görmezden gelebilecek bir seviyede getiri ve dış finansman kaynağı sağlayacak seviyede faiz oranı belirlemesi gereken Merkez Bankası tam aksine, sürekli döviz ihtiyacı olan bir ülkeden dövizin gitmesine neden olacak bir faiz seviyesine yaklaşmak adına kararlar almıştır.

Üstelik bütün bu faiz indirimleri ve Merkez Bankası’nın bağımsızlığının kalmadığına dair genel görüş, zaman içerisinde Merkez Bankası’nın gerek faiz artırımı gerekse diğer araçları yoluyla piyasaya müdahale ettiği zamanlarda etkisinin oldukça sınırlı seviyelerde kalmasına neden olmuştur. İstikrarlı ve güven veren ekonomilerin temel taşlarından birisi Merkez Bankası’nın bağımsızlığına olan güvendir. Türkiye’de ise Merkez Bankası güven vermeyen bir kurum haline dönüşmüştür.

Eğer Merkez Bankası yeni yıldan bu yana yaşanan şokları atlatabilmek adına faiz artışına gitmiş olsaydı bu sefer de çok geç kalınmış olacaktı. Geçtiğimiz yılda, doların değer artışının yaşattığı ilk şokların geldiği esnada yapılması gereken hamlelerin maalesef şu an bir etkisi olmayacaktır. Bu hem Merkez Bankası’nın kaybettiği güven dolayısıyla etkisinin azalmasından dolayı hem de içine düştüğümüz ekonomik durgunluğun üzerine yapılan geç kalınmış bir faiz artışı, piyasalarda oluşan panik ortamı içerisinde bir işe yaramayacak ve ekonomiyi daha da durgunluğa sürükleyecektir. Bir yandan doların değerlenmesiyle iyice körüklenen enflasyon artışı, diğer yandan yaşanan durgunluğun daha da derinleşmesiyle Türkiye “durgunluk halinde enflasyon” olarak bilinen stagflasyona sürüklenecektir. Dolayısı ile faiz Merkez Bankası için bir silah olmaktan çıkmıştır. Son günlerde Merkez Bankası günlük repo ihalelerini iptal ederek TL üzerinden borçlanmanın maliyetini artırarak TL’ye olan talebi artırmaya çalışmaktadır. Bu hamle şimdilik ciddi bir karşılık verememiştir.

Şu an yaşadığımız aslında bir tür panik durumu. Türkiye’de döviz borcu bulunan yüzlerce şirket doların gelecek günlerde daha da yükseleceğinden endişelendiği için, gelecekteki borçlarını ödeyebilmeyi şimididen garanti altına alabilmek adına döviz taleplerini yoğunlaştırmaktadırlar. Buna bir de halk arasında oluşmaya başlayan panik sonucunda döviz talebi eklenmiştir. Maalesef ki dövize yönelen halkı veya şirketleri terörist ilan etmek bu soruna rasyonel bir çözüm olamamaktadır. Öbür yandan geçtiğimiz günlerde popüler hale gelen dolar bozdurma çağrılarının da etkisi oldukça sınırlı kalmıştır. Maalesef ki bu durum da ellerinde büyük miktarda döviz tutan kesimin katılmadığı, sadece halk arasındaki küçük birikimlerle gerçekleşen etkisi sınırlı bir hareket olmuştur. Böyle bir durumda halkın panikle ve ihtiyatla dolara yönelmesinin önüne geçilmek istendiyse bile sonuçta bu olay doların kısa süreli değer kaybı yaşaması ve bu değer kaybı süresince çoğunlukla spekülatörlerin daha da ucuza dolar alabilmesine olanak sağlamıştır. Ayrıca eklemekte fayda var, Türkiye’nin dolar üzerinden ciddi miktarda yükümlülüğü bulunmaktadır. Bu yüzden sorunun asıl kaynaklarına müdahale etmek yerine, halkın veya şirketlerin dolarını bozdurmasını isteyerek aslında kısa sürede ödememiz gereken borcun maliyeti büyük oranda artmış oldu. Çünkü bu hareket sorunu çözmediği için, kurdaki yükseliş devam etti. Sonuçta TL’deki değer kaybını önleyebilecek, yapılması gereken hareket bu değildi ve atılan bu yanlış adım kısa sürede halk ve şirketler adına zararın daha da büyümesine yol açtı.

Kur baskısı ve kurdaki oynaklık bir yıldan fazladır devam etmektedir, bu süre boyunca da hatalı adımlarla sorun içinden çıkılamaz bir hale gelmiştir. Bunun sonucunda Türkiye ekonomisi iyiden iyiye kırılgan hassas bir yapıya bürünmüştür. Kurdaki şok dalgaları artık rutin hale gelmiştir ve dolar borcu yüksek olan ülkemizdeki piyasaları alt üst etmektedir. Anayasa değişiklik pakedinin meclise gelmesiyle beraber bu hassasiyet iyice kendini göstermektedir. Aşağıdaki grafikte son bir yıl içerisindeki yükselişi net bir şekilde görmek mümkündür.

 

dolar grafik

USD / TL kurunun son bir yıl içerisindeki değişimi.

Kaynak: Bloomberg.com

Görüşülmekte olan ve büyük gerilimlere yol açan anayasa pakedinin bu kadar fazla iç ve dış sorunun çözüm beklediği, ekonominin çözülmesi gereken yapısal sorunları olduğu bir dönemde görüşülmesi ise sorunun telafi edilemez ölçüde büyük hasarlara yol açmasına sebep olmaktadır. Meclisin ve hükümetin mevcut sorunların çözümü yerine, toplumu daha da kutuplaştırarak yeni sorunlara yol açacağı bilinen bir teklifle uygunsuz bir zamanda ilgilendiği görülmektedir. Bu da piyasada bariz bir istikrarsızlığa sebep olmaktadır.

Çözüm olarak bazı basit şeylerin yapılması hiç değilse kısa vadede yeterli gelecektir. Bunların başında da toplumsal kutuplaşmayı durdurmak, siyasilerin Merkez Bankası gibi bağımsız olması gereken kurumlara olan müdahalesinin önüne geçmek, siyasi gerilimleri azaltarak Türkiye’nin dış ülkelerle ve AB ile ilişkilerini eskisi gibi normal seviyelere getirmek ve en önemlisi de ekonomide de eğitimde de sürekli dillendirilen bilime dayalı yapısal reformları gerçekleştirmek geçmektedir. Aynı zamanda sorunu çözebilmek için sorunun varlığını açıkca kabul etmek de gereklidir. Türkiye’de eleştirel düşünceye karşı gelişen büyük bir “komplo” algısı oluşturulmuştur. Kurdaki yükselmenin ya da ekonomik sorunların tek sorumlusu “dış güçler” algısı yaratılmıştır, ki buda sorunların gerçek nedenini ve çözüm yollarını tıkayan bir kısır döngüye yol açmaktadır. Bu topraklarda var olduğumuz süre boyunca hedef ülke olduğumuz ve olacağımız doğrudur, fakat kendi hatalarımızdan kaynaklanan sorunların sonuçlarını maalesef bu şekilde yok etmemiz mümkün değildir. Neticede, toplumdaki kutuplaşmanın ve siyasi gerilimlerin önüne geçilmesi bile kur baskısını kısa vadede önemli ölçüde azaltacaktır. Türkiye bu ekonomik kırılganlık içinde referandumdan da erken seçimden de derin yaralar almadan kurtulamaz maalesef.

Bir daha belirtmek gerekirse, Türkiye’deki bu kur baskısının ve oynaklıkların nedeni ilk olarak hatalı ekonomi politikaları olmakla birlikte son dönemde çoğunlukla siyasi risklere dayanmaktadır. Siyasi risklerin önüne geçilmeden, ekonomik hamleler doğru yapılmaya başlansa bile etkisi sınırlı kalacaktır. Aksi takdirde TL’de görülen değer kaybı daha da derinleşecektir. Unutmamak gerekir ki, Türkiye’nin hem özel kesim hem de kamu kesimi olarak toplam 200 milyar dolardan fazla bir yükümlülüğü bulunmaktadır. Bu yükümlülülüğü karşılamanın maliyeti her gün artmaktadır. Paramızın değersizleştiği bir süreçte, üretimin tüketimi karşılayamadığı bir ekonomide bu koşullar içerisinde bir döviz krizi kaçınılmaz hale gelmektedir. Türkiye’nin çevresinde bu kadar sorun olduğu bir dönemde ekonomik olarak zayıf düşmesi oldukça tehlikelidir. Bunun en kısa sürede önüne geçilmediği takdirde sorunu çözmek için çok büyük bedeller ödemek, çok yıllar kaybetmek gerekecektir.