Twitter
Visit Us
YOUTUBE
YOUTUBE
LINKEDIN
Share

1600’lerde kontrolü zor büyüklükteki sınırlara ulaşılmıştı.

Kontrol gerçekten zorlaşmıştı:

–     Devasa sınırlardaki coğrafyanın fiziksel farklılıkları,

–     Üzerinde yaşayan halkların dokuları, kültür çeşitlilikleri,

–     Hasım devletlerin yayılma planları,

–     Halifelik sevdası sonrasında Arapların sempatisini kazanmak için Mısır’dan ve Arap bölgelerinden İstanbul’a getirilen molla ve ulemanın devletin yönetsel sisteminde yarattıkları olumsuz dönüşüm ve yabancılaşma,

–     Bilim ve teknolojiyi izleyememek ve üretememek vb birçok neden topraklar üzerinde egemenliği zorlaştırmıştı.

Sonuçta yaklaşık 250 yıl süren çekilme dönemi Sakarya Nehri sınırlarına kadar gelmişti.

Birbiri peşisıra yaşanan mağlubiyetlerin neden olduğu yılgınlık ve özgüven eksikliği adeta akılları ve ruhları tutsak etmişti. Haykıran bir lider ve örgütlenmiş bir disiplin aranıyordu.

İhtiyacın büyüklüğü mucizeyi de büyük kılmıştı.

Eşsiz bir liderin önderliğinde Türklük bilinci çevresinde toparlanmak bir başlangıç olmuştu. Sonrasında elde kalan ve süratle üretilen milli güç unsurları ölçüsünde jeopolitik kayıplar mümkün olduğunca kazanca dönüştürüldü. Büyüklüğü, dinamizmi ve devlet kurgusu son derece yeterli olan, hatta zamanın ötesine uzanan, ilkeleri ve yol haritası hazırlanmış ve Dünya’ya bildirilmiş harika bir Cumhuriyet oluşturuldu. Bize de emanet edildi.

Makaleye sahip olunan ülkenin değerini anımsatmak açısından küçük bir hatırlatma ile başlamak istedim.

1923-2018 arasındaki 95 yıllık sürede yaşamsal ana unsur olan coğrafyada Trakya-Ege adalarından Kıbrıs ve Artvin-Hakkâri hattına kadar risklere ve hatta tehditlere varan tehlikeli dönemleri de içeren zor zamanlar yaşadık ve yaşıyoruz. 

Belki gaz ve petrol gölleri üzerinde değiliz ancak yaşadığımız coğrafya farklı kriterlere göre nispeten kıymetli olduğu için üzerindeki dış destekli negatif kutbiyet de hiç eksik olmadı. Risk ve tehdit ortamının sürekliliği tedbirli olmayı gerekli kıldığı gibi abartılması da vurdumduymazlığa kadar gidebilen kanıksamalara ya da paranoyaklıklara neden oldu.

Sürekli alarm durumunda yaşayamayız. Devlet düzeninde, toplumsal yaşamda kurgu ve işleyiş sağlam ve yeterli olursa gerektiğinde tedbir almak da zor olmayacaktır.

Dış tehdit algısının izlenmesi konusu ilgili kurumların öncelikle üstlendiği ortak bir görevdir. Ancak sürekli tedirginlik ve korkulara varan algıların pompalanması birey ve toplum sağlığını olumsuz etkilemektedir. Akıl ve ruh sağlığı bozuk ya da kendi rolünü abartarak güç zehirlenmesine uğramış insanlar yığını yaratmamamız gerekiyor.

95 yıllık Cumhuriyetimiz genç görünse de binlerce yıllık kadim kodlara sahiptir. Türklerin en önemli özelliklerinden biri örgütlenme kültürüdür. Bu açıdan bakıldığında, dışarıdan yönelen tehditlerin yıkıcı etkisi içeride yaratılan sinerji ile azaltılabilmektedir. Tek koşul iç yapıda gaflet, dalalet ve ihanetlere engel olabilmektir.

Şimdi son dönemde Suriye öznesinde bizi doğrudan etkileyen jeopolitik şekillenmelere bir göz atalım.

Suriye’de 2011 yılında başlayan kaotik sürecin tedavi ya da ameliyat ikileminde sürdüğünü gözlüyoruz. Bölgedeki komşular hastanın asla kaybedilmemesi gerektiğini anlamış durumdalar. Hastalığı bizzat yaşayan Irak’ın deneyimleri ortadayken Türkiye, Rusya ve İran’ın hastalığın kendilerine bulaşmasının yaratacağı riskleri fark etmemeleri beklenemezdi. Her üç ülkenin de kendi çıkarlarını korumak açısından bazı tedbirleri alması son derece doğaldı.

Kuşkusuz Suriye’de 2011’de başlatılan olayların gidişatını değiştiren, Rusya’nın 2015 yılı Eylül ayında askeri ve siyasi açıdan bölgeye “oturması” olmuştu. Bu tarihten başlayarak Türkiye’nin de tutum değişikliği içine girdiğini gördük. Burada en önemli eşik 15 Temmuz 2016 tarihindeki dış destekli hain terörist kalkışma girişimiydi. Yaşanan acı yüzleşme hızlı bir şekilde Türkiye’nin dış politikasına da yansıdı. Ak koyun, kara koyun anlaşılmaya başlandı. Kalkışmadan kırk gün kadar sonra Suriye’nin kuzeyinde yaratılmak istenen sözde koridor yapısına yönelik ilk darbe vurulmuştu. Fırat Kalkanı Harekâtı ile Suriye’de dengeler kısmen değişecekti. Harekâta paralel olarak Rusya desteğindeki Suriye Halep’i kontrol etmeyi başarmıştı. Türkiye ise Suriye kuzeyinde inşa edilmek istenen sözde kantonların arasına bölgenin kalkanı gibi girmişti. Harekât sürerken ABD’nin ısrarla Türkiye’nin dikkatini Rakka’ya çekmeye çalıştığını gördük. Bu tuzağa düşülmedi. O dönemde Suriye’nin kuzeyindeki sözde kantonların Doğu Akdeniz’e çıkışı için Afrin’in Suriye coğrafyasındaki son halka olduğunu, sonra sıranın Hatay’a geleceğini, İskenderun, Mersin ve Kıbrıs’ın tehlike altında kalacağını, nihayetinde Doğu Akdeniz’deki münhasır ekonomik bölgemizde ve hatta Ege’de kayba uğrayabileceğimizi söylemiştik. Devlet aklı da bu durumu görmüştü.

2011-2014 yılları arasında uygulanan Türk dış politikasında BOP esintilerini yoğunlukla görmüştük. Ancak ABD öncülüğündeki koalisyonun içinde yaşanan fikir ve yöntem ayrılıkları, başta İngiltere olmak üzere Batı bloku içinde yaşanan ikilemler, Türkiye’nin konumunu değiştirmesi işlerin planlandığı gibi gitmesine engel oldu.

Rusya’nın bölgedeki etkisini artırması, hatta diplomatik liderliğe soyunması ve Rusya-Türkiye-İran birlikteliğinin istikrar kazanması yeni bir denklem kurulması ihtiyacını doğurdu. Kazananlar Kulübü olarak algı yaratan Batı istediği oyunu bir türlü oynayamıyor ve kazanamıyordu. Zemin kayıyordu. Bu noktada ABD’nin Körfez hamlesi geldi. Suriye’de bir ayağı kayan ABD diğer ayağı ile Körfez’e basarak doğrulmak istedi. Önce Suudiler sonra Katar ABD ile parasal yönden hayli yüklü silah anlaşmaları imzaladılar. Ardından Suudi Arabistan’da Prens Salman’ın operasyonları başladı. Anlaşmaların parasının bulunması da gerekiyordu. Bu sırada gözaltına alınan prenslerden anlaşma yoluyla tahsil edilen paranın 100 milyar doları geçtiği duyuldu. Diğer yandan Suudi Arabistan katı dinsel yaşayışa ayar vererek daha esnek ve ılımlı bir yapıya geçeceğini bizzat prensin ağzından açıkladı. Aslında bir noktada BOP tadil ediliyordu. Suudi Arabistan-İsrail ittifakı yine güçlü bir şekilde konuşulmaya başlandı. Mısır’la başlayan süreçte Müslüman Kardeşler merkezli kurgunun tasfiyesi sağlanarak BOP planının enstrümanları revize edilmeye başlanmıştı.

Önce Arabistan’a nazaran modern dünyaya nispeten daha uyumlu ve ilave olarak İran, Rusya, Türkiye dâhil her tarafla işini yürüten Katar’a ayar verilmeye çalışıldı. Ardından İran tekrar hedefe kondu. Çin’in Orta Doğu ve Akdeniz’e akışını geciktirmek için İran iyi bir hedefti. Yaratılacak her kargaşa ortamı Çin’in bölgeye sermaye transferi için risk yaratacaktı. Böylece “Bir Kuşak-Bir Yol (OBOR)” projesi de planlandığı gibi gitmeyecekti. Bu çerçevede İran Kuzey Kore’ye göre daha iyi bir hedef olarak öncelik alıyordu. Bir de İsrail’in güvenliği düşünüldüğünde ve İran’ın Suriye ve Lübnan’daki etkisi göz önünde bulundurulduğunda ABD açısından İran’ın etkisizleştirilmesi daha da önem kazanıyordu. Bu noktadan hareketle İran’ın önce dış etkisinin kırılması açısından şimdi sıra yeniden Suriye’de ve Lübnan’da mı? ABD merkezli bu kurguda planın işlemesi için Kürt enstrümanı joker olarak mı kullanılmak isteniyor? Öyle görülüyor. Ama bu planın işleyebilmesi için diğer önemli rol oyuncusu kim biliyor musunuz? Elbette Türkiye.

Ancak Türkiye’de de işler farklı yürüyor gibi. Özellikle Irak ve Suriye’de ABD ile çatışan çıkarlar ve hissedilen beka sorunu dış politikada önemli ölçüde ayrışmaya neden oldu. Amaç ve niyette ayrışma söz konusu olduğunda her ülke önce kendi çıkarlarına en uygun yaklaşımı seçer. Şu anda bölge ülkeleriyle güç birliği yapılmak zorundadır.

ABD yetkililerinin PYD’ye desteklerinin devam edeceği yönünde açıklamaları sürerken üst düzey ABD heyetlerinin Türkiye’yi ikna etmek amacıyla yaptığı seferler aslında eski günlere dönme yollarının arayışı. Pazarlıklar hangi konuları içeriyor bilmiyoruz. Ancak mili hedeflerle ayrışan tüm vaatler konuşulduğuyla kalabilir.

ABD 1991’den bu yana Irak başta olmak üzere bölgedeki Kürtlerle ilgili yatırım yapıyor. Bu planlamasından kolay vazgeçmez. Ancak Türkiye’nin olmazsa olmazlarına kulak vermek zorundadır. Üstelik olası devlet parçalanmalarının yaratacağı domino etkisini Türkiye, İran ve Rusya’nın yüksek bir tehdit algısıyla izlediğini görüyorlar. Çin’in sakin adımlarla bölgeye gelişi ve İngiltere’nin politikasında hissedilen tutum değişikliği de işin cabası.

Bölgede 100 yıl önce İngiltere ve Fransa’nın öncülüğünde oluşturulan haritaların şimdi ABD mühendisliğiyle değiştirilmek istenmesi kaotik bir dönemin başlamasına neden olmuştu. Sonuçta haritalar öyle kolay çizilmiyor. Bölgedeki insanlar bir-iki kuşaktır sıcak savaş yaşıyorlar. Kan, gözyaşı, göç, kayıplar ve aslında uygarlığın zayiatına yol açılıyor. İnsan kayıplarının yanında önemli oranda kültürel ve tarihi doku da bilinçli olarak talan ediliyor.  Hiçbir ekonomik gerekçe bu kadar pervasız olamaz. Bu tarz ihtiras kurbanı tutumlar uygarlığın kendini yok etmesine kadar gider. Amerikalıların bu bölgeye yönelik yıkım planlarını gözden geçirmeleri kendileri ve herkes için iyi olacak. Tarih boyunca hiç kimsenin/devletin yaptığı yanına kâr kalmadı.

Bu temenninin gerçekleşmesi kolay değil. Bu noktada ABD politikalarını Orta Doğu öznesinde hangi lobinin daha fazla etkilediği önem kazanacak. Trump Yahudi Lobisi’ne daha fazla yaslanmış görünüyor. Bu noktadan bakıldığında önümüzdeki dönemde de İsrail’in önceliklerine ve hassasiyetlerine uygun hareket edilebileceğini söylemek mümkün. İsrail ise Orta Doğu’da sürdürdüğü var olma mücadelesini yayılmaya dönüştürmek için sadece ABD ile değil Rusya, Avrupa ve Çin ile de paslaşabilir. Son derece pragmatik olabilirler. ABD devlet aklı da bu durumu görüyordur. Ancak siyasetçilerin para ve nüfuzla kontrol edilebildiğini biliyoruz. 

İsrail’in öncelikle Lübnan ve Suriye’nin güneyi başta olmak üzere yakın bölgesinde etki alanını artırmak istediği sır değil. Gelişmeler kapsamında:

Saad Hariri’nin iddia o ki Suudi Arabistan’da alıkonarak İran aleyhine açıklama yapmaya motive edilmesi, ardından Macron’la Fransa’da görüşmesi [1], Lübnan Meclisi Başkanı Nebih BERRİ’nin ABD Dışişleri Bakanı yardımcısı David SATTERFIELD ve ABD Lübnan Büyükelçisi Elizabeth RICHARD’ı kabulünde Lübnan karasularının Nisan 1996 mektubu doğrultusunda 3’e bölünmesine ilişkin talebi Lübnan karasularının bölünmesine ilişkin teklifi külliyen reddetmesi [2], Tillerson’un Lübnan ziyaretinde bekletilme kriziyle yaşatılan soğukluk, Netanyahu’nun Almanya’nın Münih kentinde gerçekleştirilen 54. Uluslararası Münih Güvenlik Konferansı’nda, Birleşmiş Milletler (BM) Genel Sekreteri Guterres’e, “Golan Tepeleri sonsuza kadar İsrail’in elinde kalacak.” demesi [3].

Bu gelişmeler çerçevesinde ABD’nin Suriye’de işlerin kontrolünden farklı seyretmesi durumunda Suriye’ye yönelik yeni bir askeri müdahale yapabileceğini gözden uzak tutmamak lazım. Trump’ın Ulusal Güvenlik Danışmanı McMaster’ın “Fotoğraflar, Esad’ın kimyasal silah kullanmaya devam ettiğini gösteriyor. Tüm devletlerin Esad hükümetini bundan sorumlu tutulmasının vakti geldi.” demesi [4], ABD’nin Birleşmiş Milletler Daimi Temsilcisi Nikki HALEY’in Washington’un Suriye hükümet güçlerine karşı askeri güç kullanmayı ihtimal dışı tutmadığını söylemesi [5], Fransa Cumhurbaşkanı Macron’un, Suriye’de sivillere karşı kimyasal silah kullanıldığı ispatlanırsa Suriye’ye saldırı düzenleyeceklerini söylemesi [6] ve İngiltere Dışişleri Bakanı Boris JOHNSON’un, “ABD’nin kimyasal saldırıya misilleme olarak bir tür harekât teklifi olursa buna hayır demenin çok zor olacağını düşünüyorum. Bize gelir destek isterlerse, ki bunun Başbakan’ın da görüşü olduğunu biliyorum, bizim için hayır demek zor olacaktır.” [7] demesi önümüzdeki dönemde nelerle karşılaşabileceğimizi gösteriyor. Bu arada Putin’in Macronu’un düşüncesine katıldığını ve ancak bunun da ötesinde, konunun daha geniş ortaya konması gerektiğini düşündüğünü söyleyerek “Kimyasal silahı kim kullanırsa kullansın, uluslararası toplum bu kişilere, bu yapılara karşı genel bir politika oluşturmalı ve bu tür silahların herhangi biri tarafından kullanılmasını imkânsız hale getiren bir cevap verilmeli” ifadelerini kullanması ayrı bir ironi oldu [8].

Rusya’nın diplomaside ve askeri alanda yaptığı taktik hamlelerle Suriye Silahlı Kuvvetleri’nin askeri harekâtı aşamalı bir başarı trendi yakaladı. Suriye Silahlı Kuvvetleri’nin etki alanı biraz arttığında ve özellikle Suriye’nin güneyi ile doğusuna uzandığında ABD ve İsrail’in müdahale ettiğini görüyoruz. ABD özellikle Fırat nehri doğusunda Deyr ez Zor bölgesinde oluşturduğu nüfuz alanında ve güneyde Irak-Ürdün sınırındaki Al Tanf bölgesinde tahammülsüz davranıyor. Deyr ez Zor-Rakka bölgesi Suriye’nin doğal kaynaklarının en yoğun bulunduğu yer. Al Tanf ise özellikle İsrail’in güvenliği için önemli. Her iki bölge için de seslendirilen şüphe Suriye savaşında kullanılan muhaliflerin ve terör unsurlarının bu bölgelerde üretildikleri ya da geçiş yaptıkları yönünde. İşte Rusya Dışişleri Bakanı Lavrov da 19 Şubat 2018’de yaptığı açıklamada bu şüpheyi dile getirdi. Lavrov: ABD’nin, Suriye’nin Ürdün sınırı yakınında koruması altına alıp etki alanına çevirdiği bölgede, bir mülteci kampının yer aldığını, bu kampın militanların yeni savaşçıları yanlarına çekebilmeleri için zemin hazırladığına inandığını kaydetti [9].

Son dönemde Suriye’de Fırat Nehri sanki bir nüfuz sınırı olarak ilan ve kabul edildi. Ancak işin aslı şu: Fırat’ın doğusu da batısı da Suriye Devleti’ne ait. Eğer Suriye bağımsız bir devlet olarak yaşamını sürdürmeye kararlıysa kaybettiği topraklarını yeniden kazanmayı planlıyordur. Burada zaman, mekân ve kuvvet kriterleri öne çıkıyor. Suriye bölünmemek için uzun bir süredir Rusya’nın stratejik, İran’ın da taktik desteğine dayanan bir mücadele yürütüyor. Son dönemde Türkiye’nin terör örgütlerine karşı yürüttüğü sınır ötesi harekâtların olumlu etkisinden de faydalanıyor. Daha önce de ifade ettim: Suriye Fırat Kalkanı Harekâtı ile Halep’i kontrol etmeyi başardı. Zeytin Dalı Harekâtı ile de İdlib ve Afrin sırada. Ancak 2011-2015 sürecinde Türkiye’nin yanıltılmış zihin haritalarıyla izlediği politikanın yarattığı olumsuz etki ve bazı siyasi söylemlerde siyasetçilerin söylemlerinde zaman zaman görülen maksadı aşan ifadeler ve doğrudan temasın bir türlü kurulamaması güven ortamının sağlanmasını engelliyor. Burada iki ülke arasındaki sorunlar kişi bazına indirgenmemelidir. Yaşanan kafa karışıklığı Türkiye’ye de zarar vererek zaman ve zemin kaybetmesine neden oluyor. Bütün olumsuzluklara rağmen Rusya-Türkiye-İran arasında sağlanan ortak anlayış ve kullanılan ortak akıl sürekliliğini korudukça manevra yapılabiliyor. Burada Türkiye’nin jeopolitik çıkarlarını önceliklendirerek hareket etmesi ve Suriye ile doğrudan temas kurulması yaşamsal önemdedir. Unutmayalım bölge ülkeleri aynı coğrafyada yaşamaya devam edecekler. Üstelik Suriye Yunanistan gibi ekonomik çıkarlarımıza ve topraklarımıza da kastetmiyor.

Türkiye Suriye’de yıkımın etkilerinin azaltılmasına, Suriye’nin yeniden huzura kavuşmasına ve imarına odaklanmalı. Suriye’de kargaşanın devam etmesinin Türkiye’nin çıkarlarına katkısı olmadığı gibi aksine dış tehdidin artmasına neden olur. Suriye kuzeyinde terör örgütlerinin faaliyetlerine olanak veren istikrarsızlaştırma hem Türkiye’nin, hem de Suriye’nin ortak sorunu olmalı. Sorun birlikte çözülmeli. Suriye yerleşim yerleriyle, sanayisiyle yeniden ayağa kaldırılmalı. Savaşın yıkımları kaldırıldıktan sonra yeniden tesis edilecek güvenli havza Türkiye’de bulunan 4 milyona yakın Suriyelinin de vatanlarına dönmesine fırsat verecektir. Önemli olan milletlerin barış içinde yaşayabilmesidir.

Bu noktada önümüzdeki dönemde Türkiye yakın geçmişten aldığı derslerle zihin haritasını yenilemeli, başarı vaadeden hareket tarzları geliştirmelidir. Bu çerçevede:

– Suriye Devleti ile doğrudan temasları başlatmalı,

– Suriye kuzeyinde terör unsurlarının illegal yapılar oluşturmak istediği bölgede siyasi ve askeri kararlılığını sürdürmeli, 

– Küresel güçlerin çekişme ve pazarlıklarının konusu olmamaya dikkat etmeli,

– Bölge ülkelerinin dayanışmasına içten katkı verilmeli,

– Türkiye açısından Türkmenlerin hak ve çıkarlarının korunması dışında etnik ve mezhep tabanlı tüm politikalardan uzak durulmalıdır.

– ABD Irak kuzeyinden Suriye kuzeyine kadar kurduğu oyunu aynı enstrümanla yani Kürt kartıyla sürdürmek isteyecektir. Üstelik 1991’den bu yana projelerine yatırım yapıyorlar. Söz konusu yapıdan kolay vazgeçmeyeceklerdir. ABD’yi ikna etmek gerek. Bu da bölge devletlerinin dayanışmasından geçiyor.

– Türkiye açısından Türkmenlerin hak ve çıkarlarının korunması dışında etnik ve mezhep tabanlı tüm politikalardan uzak durulmalı,

– Suriye’de dönemsel olarak birlikte hareket edilen muhalif unsurların siyasi beklentileri istismar malzemesi haline getirilmemeli, (Bu noktada barış sağlandıktan sonra her düşüncedeki unsur Suriye Devlet düzeni içinde siyaset yapabilir. Konu bizi doğrudan ilgilendirmez. Müdahil olursak Türkiye iç siyasetine olası müdahalelere de söz söyleyemeyiz.)

– Doğu Akdeniz ekonomik bölgesinde yapılacak pazarlıkların içinde olmalıyız. Bu konuda Kıbrıs argümanımız bize yaşamsal fırsatlar yaratacaktır.

Öte yandan makale içinde ayrıntılarına girmediğim başta Ege Denizi ve Adaları’ndaki yüksek hak ve çıkarlarımız olmak üzere Doğu Akdeniz’de ve Kıbrıs’ta olup bitenleri gecikerek takip eden ve tedbir alıyor görünen değil gidişatı yönlendiren ve kaybettiğimiz değerleri yeniden kazanan olmak zorundayız. 

İran’la ilişkilerimiz iki devletin tarihsel birikimine yakışan tarzda ve ortak çıkarlarına uygun şekilde yürütülmeli.

Irak’ta muhatabımız öncelikle Irak Devleti olmalıdır.  Barzani sürecinde yaşadıklarımız ve aldığımız dersler yaşayacaklarımızın dayanağı olmalı.

Rusya Federasyonu ile sağlam temelli çok yönlü ilişkiler “edilgen” olmadan sürdürülmelidir.

2018 ilk çeyreğinde Orta Doğu’da küresel nüfuz savaşı ve bilindik senaryolar devam ediyor. Türkiye ise zihin haritasını baştan kurgularsa ve enstrüman rolüyle sanal çıkarlara değil oyun kurucu rolüyle kendi somut çıkarlarına odaklanırsa kaybetmeyecek hatta bölgesel ve küresel anlamda önemli bir güç olma şansını yakalayacaktır. Ülkeler için kişiler geçici, milletler kalıcıdır. Biz coğrafyamızda mevcut ülkelerle devam edeceğiz. Hancı belli yolcu bellidir. 

Türkler için devlet önemlidir. Devlet ise devlet aklıyla yönetilir. Devlet’in aklı hür ve milli olmalıdır.

Akıl yolundan şaşmayalım.

(Bu makale kapsamı genişletilmiş şekliyle ANKA Strateji Dergisi’nin Mart-Nisan 2018 sayısında yayımlanmıştır.)

[1] http://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-41964287, http://www.dw.com/tr/l%C3%BCbnan-ba%C5%9Fbakan%C4%B1-hariri-pariste-macron-ile-g%C3%B6r%C3%BC%C5%9Ft%C3%BC/a-41441236

[2] https://www.tasnimnews.com/tr/news/2018/02/17/1658545/nebih-berri-tillerson-un-yard%C4%B1mc%C4%B1s%C4%B1n%C4%B1n-%C3%B6nerisini-reddetti

[3] https://tr.sputniknews.com/ortadogu/201802161032287312-netanyahu-golan-tepeleri-sonsuza-kadar-israil-elinde-kalaca HYPERLINK 

[4] http://www.dw.com/tr/m%C3%BCnih-g%C3%BCvenlik-konferans%C4%B1nda-abd-rusya-at%C4%B1%C5%9Fmas%C4%B1/a-42630570

[5] https://tr.sputniknews.com/ortadogu/201802231032376397-haley- HYPERLINK “https://tr.sputniknews.com/ortadogu/201802231032376397-haley-suriye-hukumet-askeri-guc/”suriye-hukumet-askeri-guc/

[6] https://tr.sputniknews.com/avrupa/201802141032237552-macron-kimyasal-silah-kullanildigi-ispatlanirsa-suriyeye-saldiri-duzenleyecegiz/ 

[7] http://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-39731167

[8] https://tr.sputniknews.com/rusya/201705301028678982-putin-macron-suriye-kirmizi-cizgi-fikrini-destekliyorum/

[9] https://www.mepanews.com/haberler/13271-rusya-dan-abd-ye-sert-aciklama-el-tanf-tan-derhal-cekilin.html