Twitter
Visit Us
YOUTUBE
YOUTUBE
LINKEDIN
Share

TÜRKİYE’NİN KIBRIS POLİTİKASINDAKİ DEĞİŞİM VE ORTADOĞU JEOPOLİTİĞİ

 

Giriş

Türkiye’nin yakın çevresinde, özellikle de Ortadoğu’da yaşananlar, ABD’nin bölgeye yönelik hesaplarından, İsrail’le ilişkilerinden, bölgenin enerji zenginliğinden, İran’ı kuşatma iddiasından, Rusya ve Çin gibi bölgede nüfuzu artan rakiplerini geriletme çabalarından bağımsız düşünülemez. Bu bağlamda Kıbrıs’ta, Ege’de, Akdeniz’de yaşananlar, bir bütünün parçaları olarak görülmelidir. Türkiye gibi; üç yanı denizlerle çevrili, hem Asya hem Avrupa’da toprağı olan, Avrasya ve Ortadoğu açısından önemi büyük, jeopolitik değeri, stratejik önemi yüksek bir ülke, dış politikada hesap yaparken çok dikkatli olmalıdır. Sorunlar arasındaki bağlantıyı görmeyen, siyasal-iktisat bilmeyen, emperyalizmin Türkiye üzerindeki hesaplarını anlamayan hiçbir siyaset, başarılı olamaz.

ABD patentli Büyük Ortadoğu Projesi’nin (BOP)[1] inişli çıkışlı bir süreçte, özellikle de, 2010 yılı Aralık ayında başlayan Arap Baharı sonrasında farklı ülkelerde, farklı şekillerde güncellendiği dikkate alınırsa, Türkiye’nin de hedefte olduğu görülür. Bu nedenle Türkiye içeriden sıkıştırılmakta, dışarıdan kuşatılmaktadır. Bu kapsamda, Alevi ve Kürt kökenli Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlarının mezhepsel ve etnik kimlikleri üzerinden ABD ve AB, Türkiye’ye dayatmalarda bulunmaktadır. PKK terör örgütünü muhatap almasını, terörle mücadele değil, müzakere etmesini istemektedir. Batı emperyalizmi, Fener Rum Patrikhane’nin statüsü, Heybeliada Ruhban Okulu’nun açılıp açılmaması, sözde soykırım iddiaları konusunda taraftır. Türkiye’nin kırılgan, dış borcu yüksek, yabancı kaynağa bağımlı ekonomik yapısını da kullanarak Türkiye’ye baskı yapmaktadır. Kıbrıs’ta, Ege’de, Karadeniz’de Türkiye’yi yeni ödünler vermeye zorlamaktadır. İran, Irak ve Rusya ile ilişkilerini bozmaya çalışmaktadır. Türkiye’nin Suriye konusunda izlediği yanlış siyasetin de bir kez daha kanıtladığı gibi, Türkiye’nin hatalarından da yararlanan emperyalizm, Türkiye’yi dört bir yandan kuşatmaktadır.

1) Kıbrıs’ta Değişen Siyasetin Ağır Sonuçları

Dış politikada Türkiye’nin en haklı ve güçlü olduğu başlıklardan biri olmasına karşın, en yalnız kaldığı konu, Kıbrıs meselesidir. Avrupa Birliği’nin, hem kendi koyduğu yasalara, hem Kıbrıs’la ilgili antlaşmalara, hem de uluslararası hukuka aykırı olarak, Güney Kıbrıs Rum Kesimi’ni, tüm adayı temsilen ve Kıbrıs Cumhuriyeti adıyla tam üye yapması, Türkiye’yi daha da zora sokmuştur. Türkiye’yi yöneten siyasi heyetin de KKTC Kurucu Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş’ı yalnız bırakması, Kıbrıs konusundaki devlet politikasından vazgeçmesi, Denktaş’ı kamuoyu önünde sert sözlerle eleştirmesi, Annan Planı’nı desteklemesi, Türkiye’nin daha da zemin kaybetmesine neden olmuştur. KKTC’nin dünyadan tecrit edilmiş olmasının, maruz kaldığı ekonomik ambargoların, uluslararası havacılığın ve para sisteminin parçası olamamasının, ticaret yapamamasının KKTC halkını bezdirdiğini ve umutsuzluğa sürüklediğini de unutmamak gerekir.

Türkiye hariç, halen tek bir ülkenin bile KKTC’yi tanımaması, Türkiye’nin başarısızlığı olduğu kadar, Türk dünyasının ve İslam âleminin de birlikten yoksun, etkisiz olduğunun kanıtıdır. Buna karşın Yunanistan ve Güney Kıbrıs Rum Kesimi, AB içinde de olsa birleşmiş, bir yandan Mısır, diğer yandan İsrail’le, enerji odaklı işbirlikleri geliştirmeye yönelmişlerdir. Güney Kıbrıs Rum Kesimi, Akdeniz’de kendine ait olmayan kıta sahanlığında Avrupalı ve ABD’li şirketlere ihale dağıtmaya başlamıştır. İtalya’nın önemli enerji şirketi ENİ, Akdeniz’de Rumlar adına petrol ve doğalgaz aramak için çalışmalara başlayınca, bu faaliyetleri Türkiye’nin tepkisini çekmiştir. ENİ’nin arama yaptığı bölge sadece KKTC’yi değil, Türkiye’yi de ilgilendirmektedir. Türkiye’nin kıta sahanlığı bölgesinde yer almaktadır, Antalya açıklarındadır. Türk Silahlı Kuvvetleri, Rumların Türkiye’yi hiçe sayan bu hamlelerini boşa çıkarırken, Ankara’ya karşı en sert tepki, hiç beklenmedik şekilde Mısır’dan gelmiştir. Mısır, Türkiye’ye karşı çok sert bir açıklama yapmıştır.[2]

2) Türkiye’nin Güvenliği Kıbrıs’tan Başlar

Türkiye, sadece Kıbrıs’taki soydaşları için değil, Türkiye’nin güvenliği için de adaya önem vermektedir. Bu kapsamda adada; Türk-Yunan dengesinin; Türkiye’nin etkin ve fiili garantörlüğünün; iki ayrı halkın, iki eşit, egemen ve bağımsız devletin varlığının kabul edilmesi gerekir. KKTC tarafındaki Mehmet Ali Talat-Mustafa Akıncı zihniyeti, ne kadar büyük ödün verirse versin, adada tarafların mülkiyet, toprak ve güvenlikle ilgili garantilerde uzlaşmaları zordur. Türk tarafının sürekli olarak “Biz daha yapıcı, daha uzlaşmacı tarafız. Dünya bizim çözümden yana olduğumuzu gördü.” demesi, bu tutumuyla övünmesi, aslında “Biz daha çok ödün veren tarafız.” anlamına gelmektedir. KKTC’nin eski cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat’ın, konumunu ve sıfatını unutarak, “Bağımsız KKTC bir hayaldi.” diyerek, Güney Kıbrıs Rum Kesimi ve Yunanistan’ın eline büyük koz vermesi, KKTC’nin bağımsızlığı ilan edildiğinde, üzüntüden ağladığını söylemesi, Türk tarafını temsil eden, adadaki Türklerin haklarını, çıkarlarını, kazanımlarını savunması gereken bir şahsın tutumu açısından ibret vericidir.

Şurası açıktır: Kıbrıs’ta bu kadar çok ödün vermek işe yaramamıştır. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, bir zamanlar, “Kıbrıs konusunda herkesten bir adım önde olacağız.” demesi, Türkiye’nin daha çok ödün vermeye hazır olduğunu göstermiştir. 2004 yılında oylanan Annan Planı’na, Türkiye’nin de isteğiyle, yüzde 65 “Evet” diyen KKTC’nin hiçbir kazanımı olmamıştır. Buna karşın, yüzde 75 oranında “Hayır” diyen Güney Kıbrıs Rum Kesimi AB üyesi olmuştur. ABD ve AB Rumlara hiç baskı yapmamıştır. Sürekli olarak Türk tarafının daha çok ödün vermesini istemiştir. Dahası, Batı emperyalizminin desteğiyle Yugoslavya bölünmüş, Irak ve Suriye’nin bölünmesi yönünde bunca yol alınmışken, aynı Batı’nın, yıllar önce bölünmüş olan Kıbrıs’ı birleştirmek için çalışması da dikkat çekicidir.

AB’nin; Kıbrıs meselesiyle Türkiye’nin asla gerçekleşmeyecek olan AB üyeliği arasında bağ kurması, Türkiye’nin de bunu dolaylı olarak kabul etmesi, büyük yanlıştır. Zira Türkiye’nin asla AB üyesi yapılmayacağı, AB tarafından, 17 Aralık 2004’teki Brüksel Zirvesi’nde ilan edilmiştir. Ne var ki Türkiye bunu anlamak istememiştir. Anlamak, bazı kesimlerin işine de gelmemiştir. En acısı, AB kararları, başkent Ankara’da, gündüz vakti havai fişek atılarak kutlanmıştır. Oysa o kararlarda Türkiye’nin tam üye yapılacağı değil, asla yapılmayacağı yazılıdır. Çünkü;

1) Müzakerelerin ucu açıktır.

2) Müzakerelerde tam üyelik güvencesi verilmemektedir.

3) Tam üyelik gerçekleşse bile Türkiye, diğer üye ülkelerin yararlandığı bazı haklardan (ör: serbest dolaşım) mahrum bırakılabilir.

4) Tam üye olmasa da Türkiye, Avrupa kurumlarına sıkı sıkıya bağlanmalıdır.

5) Türkiye’nin tam üyeliğini hükümetler ve parlamentolar onaylasa bile, dileyen ülke bu üyeliği halkoyuna sunabilir.

6) Türkiye, tüm istenilenleri yapsa bile, Türkiye’nin tam üyeliği, AB’nin hazmetme kapasitesine bağlıdır.

Türkiye’ye verilen sözler tutulmamıştır. Türkiye, AB’nin bekleme odasındadır. Buna karşın, tam üyelik vaadiyle Türkiye’den pek çok ödün koparılmıştır. AB, Gümrük Birliği sayesinde Türkiye’den ekonomik açıdan alacağını fazlasıyla almıştır, halen de almaktadır. Bu sayede Türkiye’nin gümrük rejimi, dış ticaret rejimi ve iç pazarı üzerinde büyük vesayet kurmuştur. Kıbrıs meselesi de, AB’nin tek yanlı olarak kazançlı çıktığı bir konudur. AB müktesebatına, AB tarafından yapılan açıklamalar da girdiği için, AB’nin, Türkiye’nin deniz ve hava limanlarını Güney Kıbrıs Rum Kesimi’ne açmasını talep etmesi, bu ülkeyi Kıbrıs Cumhuriyeti adıyla ve tüm adanın temsilcisi olarak tanımasını istemesi, adadaki Türk Barış Gücü’nü işgalci olarak görmesi, Türkiye’nin KKTC’yi, kendi eliyle tasfiye etmesi demektir. Keza AB’nin, Kıbrıs sorunu çözülmeden Güney Kıbrıs’ı üye yapması, Türkiye’ye ise Kıbrıs sorunu çözülmeden, AB üyesi olamayacağını söylemesi, tam bir çifte standart örneğidir. AB’nin ikiyüzlülüğünün çok sayıdaki kanıtından biridir. AB, Kıbrıs Türklerini, adada “korumaya alınmış azınlık statüsünde” görmektedir.

3) Kıbrıs’tan Sonra Sıra Nerede? 

KKTC Cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı, siyasi eşitlik, veto hakkı, mülkiyet, KKTC’nin tanınması, toprak, yer değiştirme, Türkiye’nin garantörlüğü gibi konularda net değildir. KKTC’nin adada sahip olduğu toprak oranında, yüzde 28,8’e inebileceğini söylemiştir. Siyasi eşitlik ve iki kesimlilik konusunu, Türkiye’nin etkin ve fiili garantörlüğünü tartışmaya açmıştır. Yetinmemiş, geçtiğimiz aylarda Güney Kıbrıs Rum Kesimi’ne yüzde 5 toprak tavizi veren bir öneri sunmuştur. Yunan-Rum tarafına sunulan öneriyle, Türk tarafı sadece toprak ödünü vermemekte, aynı zamanda, Rum lider Anastasiadis’in ifadesiyle 47 yıllık süreçte ilk kez güvenlik ve garantileri de aktif şekilde tartışmaya açmıştır. Akıncı ayrıca, “Garanti ve ittifak anlaşmalarının müzakeresi tabu değildir.” demiştir. KKTC’de, Akıncı’nın bu tavrı büyük tepki çekmiştir. İş o noktaya gelmiştir ki, KKTC Hükümeti, KKTC Cumhurbaşkanı’na 7 maddelik bir ültimatom vermiştir. Ültimatomda hükümet Mustafa Akıncı’ya, “Bize bilgi vermeden toprak tavizi veriyorsun. Harita sunuyorsun. Kabul etmiyoruz.” demiştir.

Bu manzara, Türkiye ve KKTC açısından son derece olumsuzdur. Hükümeti ve cumhurbaşkanı arasında böylesin temel bir konuda uyumsuzluk, güven bunalımı yaşayan bir ülkenin, muhataplarına karşı müzakere masasında başarılı olması olanaksızdır. Eğer bir cumhurbaşkanı, ülkesinin en temel sorununda, varlık-yokluk meselesinde, kendi hükümetinden gizli iş çeviriyorsa, hükümet cumhurbaşkanına güvenmiyorsa, onu gizli kapaklı işler yapmakla suçluyorsa, o milli davayı kazanmak mümkün değildir. Dahası, Yunanistan ve Güney Kıbrıs Rum Kesimi, her aşamada kendi halklarına bilgi verirken, Rum-Yunan basını bu konudaki hassasiyetini korurken, Türkiye ve KKTC’de konu adeta kamuoyundan saklanmaktadır. Aynen Ege Denizi’ndeki 18 adanın Yunanistan tarafından işgal edilmesinin kamuoyundan saklanması ve bu işgale karşı hiçbir tepki verilmemesi gibi.

Anımsatmak gerekir ki, Kıbrıs’ta 1974 Barış Harekâtı’ndan beri iki taraf arasında çatışma çıkmamış, ciddi sorun yaşanmamıştır. Adadaki sorun, Rumların adanın tamamına tek başına sahip olma iddiasından kaynaklanmaktadır. Rumlar, adanın güneyinde 2 tümen ve 4 tugaydan oluşan askeri güce sahipken ve kimse bu gücün çekilmesini istemezken, tamamen haklı ve meşru gerekçelerle, Türkiye’nin garantörlük hakkına dayanarak adanın kuzeyinde bulunan Türk Barış Gücü, ısrarla “işgal kuvveti” olarak gösterilmektedir. Adanın tamamen askerden arındırılması halinde, kuzeydeki Türklerle güneydeki Rumların, iki ayrı devlet içinde yan yana değil de, tek bir devlet içinde iç içe yaşaması durumunda, barış içinde yaşayacaklarının hiçbir güvencesi yoktur. Dahası, adanın güney kesiminde iki İngiliz üssü (Agrotur ve Dikelya) dururken, Türkiye’den adadaki askerlerini çekmesini istemek, hiç de samimi ve iyi niyetli olmadığı gibi, tutarlı bir öneri de değildir.

4) Kıbrıs Sorununda Türk Tarafının Hataları

Türkiye, KKTC’nin tanınması, üzerindeki ambargonun kalkması için yeterince çaba göstermemiştir. KKTC’nin iktisadi açıdan güçlenmesi, kendi ayakları üzerinde durması, sağlıklı ve sürdürülebilir bir ekonomik yapıya sahip olması için de ne KKTC, ne Türkiye üzerine düşeni yapmıştır. Türkiye’de ve KKTC’de, Kıbrıs’taki Türk askerinin işgalci olduğunu söyleyenler, AB şemsiyesini benimseyenler, adada Rum vesayetini savunanlar, AB’nin Annan Planı oylanmadan önce KKTC’deki Türklere verdiği sözleri niçin tutmadığını da söylemek durumundadırlar. Kuzeydeki Türklere “KKTC’yi tanımak hariç tüm adımları atacağız.” diyen AB, niçin aradan geçen bunca yıla rağmen bu yönde tek bir adım atmamıştır?

Çünkü adada Türk tarafına dayatılan çözüm, gerçekte emperyalist merkezlerin çözümüdür. Adadaki Rumlar, bu sayede adadaki Türkleri adadan atmanın, ABD ve AB ise Türkiye’yi Doğu Akdeniz’den çıkarmanın hesabını yapmaktadır. ABD’nin bölgedeki önemli bir hedefi, Rusya’nın bölgede artan nüfuzunu kırmak ve İsrail’in güvenliğini pekiştirmek olduğundan, ada üzerinde stratejik hesapları vardır. Bunlara karşın Türkiye; adadaki Türk Barış Kuvvetleri Komutanlığı kolordu düzeyinde bir kuvvet olduğu için, dolayısıyla da komutanı korgeneral olduğu halde, ilk kez, 2017’de bu kolordunun başına bir tümgeneral atamıştır. Bu atama da hem Yunanistan, hem Güney Kıbrıs Rum Kesimi, hem de dünyada dikkat çekmiştir.

Türkiye ve KKTC şunu görmelidir: Hukukta nasıl usul esastan önce gelirse, diplomatik müzakerelerde de usul esastan önce gelir. Çoğunlukla usul esası belirler, yönlendirir, şekillendirir. Misal; Kıbrıs müzakerelerinde Türk tarafı için “toplum” denmesi, Rum kesimine “devlet” denmesi kabul edilemez. Misal; KKTC cumhurbaşkanının oturduğu masada, “Bay Akıncı” veya “Kıbrıs Türk toplumu lideri” yazması, Rum liderin oturduğu masada ise “Kıbrıs Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı” yazması kabul edilemez.

Kıbrıs, Türk jeopolitiği açısından önemlidir. Doğu Akdeniz’de stratejik konumdadır. Adanın çevresi enerji kaynakları açısından zengindir. Kıbrıs, Ortadoğu ve Avrasya bağlamında değerlidir. Türkiye adadan vazgeçerse, kendi kendini karaya hapseder. Akdeniz’deki nüfuzunu kendi eliyle ortadan kaldırır. Bunun sadece jeopolitik, diplomatik, askeri sonuçları olmaz. Aynı zamanda ekonomik sonuçları da olur. O yüzden Türkiye adada

1) Etkin ve fiili garantörlük hakkından,

2) Tarafların siyasal eşitliğinden,

3) Toprak ve nüfus açısından iki kesimlilikten vazgeçemez.

“Asker tavizi, toprak tavizi, güvenlik tabu değildir, tartışılabilir.” demek, her türlü ödüne hazır ve hevesli olunduğunu göstermiştir. Mustafa Akıncı, bu tutumuyla, sadece Annan Planı’ndan bile daha geri hükümlere değil, adadaki 1960 Anayasası’nın bile gerisindeki hükümlere razı olmuştur. Sürekli ödün verdiği halde, tek bir ödün koparamamıştır. Buna karşılık Güney Kıbrıs Rum Kesimi, sürekli müzakere masasından kalkarak, Türk tarafından taviz koparmıştır. Türk tarafının ödün vermeye hazır, hevesli tavrı, her seferinde Rumların masada daha çok taviz istemesini sağlamıştır. Ancak, adanın tamamını tek başına istemeleri ve bu konuda çok aceleci davranmaları nedeniyle, karşılarında ödün vermeye bunca hevesli, dahası kendi içinde bölünmüş bir Türk tarafı olduğu halde, umduklarını henüz bulamamışlardır.

Sonuç

ABD, AB ve BM Güney Kıbrıs Rum Kesimi’ni, tam adayı temsilen ve Kıbrıs Cumhuriyeti adıyla tanımıştır. Rumların uzlaşmaz tavrı adeta ödüllendirilmiştir. Buna karşın Türk tarafı, verdiği onca ödüne rağmen, hiçbir kazanım elde edememiştir. Bunun yanında, batı emperyalizminin bir diğer ikiyüzlü tutumu da şudur: Dünyada federasyonların dağıldığı bir süreçte, AB içinde bile İspanya’nın bölünmeyi tartıştığı, Belçika’nın gelecekte bölünebileceğine ilişkin ihtimallerin yüksek sesle konuşulduğu bir dönemde, adada, aralarına kan girmiş iki tarafı zorla birleştirmek, iyi niyetli bir çaba değildir.

Kıbrıs Türkiye’nin milli davasıdır. Türkiye Kıbrıs’ta kaybederse, sadece güneyden, Akdeniz’den değil, Ege Denizi’nden de dışlanır. Kıbrıs bölgede sadece Türkiye için değil, Ortadoğu için, Mısır, İsrail ve Suriye için çok önemlidir. Hem bölgesel, hem küresel ölçekte stratejik önemi büyüktür. Avrasya, Ortadoğu, Kuzey Afrika jeopolitiğinde değerlidir. Kıbrıs’ı elde tutmak, tüm bu bölgelerin siyasetinde, ticaretinde, güvenliğinde güçlü bir koza sahip olmak demektir. En önemlisi büyük önder Atatürk’ün şu uyarısı unutulmamalıdır: “Efendiler, Kıbrıs düşman elinde bulunduğu sürece, bu bölgenin ikmal yolları tıkanmıştır. Kıbrıs’a dikkat ediniz. Bu ada bizim için çok önemlidir.”

[1] BOP’un adı sonradan Genişletilmiş Ortadoğu ve Kuzey Afrika Projesi (GOKAP) olarak değiştirilmiştir.

[2] Zeynep Gürcanlı, “Türkiye enerji yarışında dev re dışı”, Sözcü, 19. 02. 2018, s: 10.