Twitter
Visit Us
YOUTUBE
YOUTUBE
LINKEDIN
Share

Giriş

Mustafa Kemal Atatürk önderliğinde verilen Ulusal Kurtuluş Savaşı ve bu savaşla iç içe geçmiş Aydınlanma Devrimi ile kurulan Türkiye Cumhuriyeti; ulusal, bölgesel, küresel düzlemde, tarihsel bir kırılma noktasında kurulmuştur. İç ve dış dinamiklerin kesiştiği bir dönemde ortaya çıkmıştır. Siyasal, toplumsal ve ekonomik düzlemde, tarihin doğal akışı içinde değil, kendine özgü bir gelişim süreci sonrasında ilan edilmiştir. Türkiye Cumhuriyeti, Batıda olduğu gibi bir Sanayi Devrimi’nin sonucunda kurulmamıştır. Batıdaki gelişme şemasına uygun tarihsel bir seyir içinde, bir sınıf mücadelesinin ürünü olarak hayata geçmemiştir. Kuvay-ı Milliye’nin mücadelesiyle, Müdafaa-i Hukuk, İrade-i Milliye ve Hâkimiyet-i Milliye için verilen kavgayla kurulmuştur. Bu kavramları Mustafa Kemal Paşa’nın, 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıktıktan sonra ısrarla ve sıklıkla kullanması, liderlik ettiği örgütlere, kurumlara, çıkardığı gazetelere isim olarak vermesi tesadüf değildir. Taklit, ithal, aktarma değildir. Bilinçli, kararlı, tutarlı, planlı, her aşaması önceden tasarlanmış bir mücadelenin sonucudur.

Bu yönüyle Cumhuriyet; kuruluş biçimi, kuruluş dönemi, kuruluş süreci açısından özgündür. Başkalarıyla kıyaslanamaz. Her savaş, aynı zamanda bir iç savaş olduğundan, bir yandan emperyalizme, diğer yandan onun ülkedeki uzantılarına karşı verilen bir kavganın eseridir. O nedenle Cumhuriyet’i, hedeflerini, kazanımlarını, neyi nasıl başardığını, neleri neden başaramadığını tartışırken; “Kurtuluş” ve “Kuruluş” sürecini gözden kaçırmamak gerekir. Ancak, iki anahtar kelime, yani “Savaş” ve “Devrim” birlikte, eş zamanlı olarak anılmadan, Cumhuriyet’in kuruluşu anlaşılamaz. Cumhuriyet, savaş ve devrimle kurulduğundan, uğruna savaş verilen, devrimle kazanılan her şey gibi çok değerli, çok önemlidir.

Cumhuriyet; hayır diyerek, itiraz ederek, savaş vererek kurulmuştur: Emperyalizme ve işbirlikçilerine hayır. Manda ve himayeye hayır. Ortaçağ kalıntısı, feodalizm artığı kurumlara, hanedana, saltanata, hilafete hayır… Milli Mücadele’de destansı bir kavga veren, ağır bedel ödeyen, büyük özveride bulunan Türk halkı, devletleşirken milletleşmiş, milletleşirken de devletleşmiştir. Türk Milleti, Kurtuluş Savaşı vererek egemenliğin kaynağı ve sahibi olmuştur. Cumhuriyet Devrimi’yle; teokratik yönü bulunan monarşiden, imparatorluğun tebaasından, padişahın kulundan, ulus egemenliğine dayanan, demokrasiyi hedefleyen, laik, bağımsız, çağdaş bir devletin özgür yurttaşını yaratmak amaçlanmıştır. O yüzden halkçılık ve eşitlikçilik Cumhuriyet’in mayasında vardır.

Türk Milleti; ırk, din, inanç, mezhep, etnik köken, cinsiyet, aşiret, kabile, sülale kavramlarından bağımsız, siyasal bilinç üzerinden tanımlanmıştır. Millet tanımında, ortak geçmişe ilişkin bağ, ortak geleceğe ilişkin umut öne çıkmıştır. Yurttaşlık, yurt sevgisi, ortak kültür ve tarih bilinci üzerine inşa edilmiştir. O nedenle Atatürk’ün yaptığı Türk Milleti tanımı, matematik formülü kadar nettir. “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına, Türk Milleti denir”. Burada millet, Cumhuriyet kuruculuğunda ortaklaşan halktır. Bu tanım; küçülmeyi, bölünmeyi, ötekileştirmeyi, dışlamayı değil; bütünleştirmeyi, kaynaştırmayı, kucaklaşmayı amaçlar. Kapsayıcıdır, kavrayıcıdır.

Cumhuriyet’le egemenliğin kökü, kaynağı, tanımı, anlamı, işlevi, sahibi değişmiştir. Egemenlik; gökten yere indirilmiş, şahıstan alınıp millete verilmiş, dini olmaktan çıkarılıp dünyevileştirilmiştir. Aydınlanma Devrimi; en kısa tanımıyla bilimin dinden, aklın inançtan bağımsızlığını kazanması, tarihin gördüğü en radikal, en hızlı, en kansız devrimle gerçekleşmiştir. Cumhuriyet Devrimi’nin programı ve özeti olan 6 Ok ile birbirini tamamlayan, bütünleyen bir ilkeler dizgesi sıralanmıştır. Bütüncül kalkınma ve iktisadi bağımsızlık için, siyasal bütünleşme ve uluslaşma, çağdaşlaşma ve özgürleşme aynı anda, birlikte, eş zamanlı olarak düşünülmüştür. Bir yandan Millet Mektepleri, Halk Evleri, Halk Odaları, Köy Enstitüleri, üniversite reformu; diğer yandan planlı kalkınma, sanayi hamlesi, sınırlı da olsa toprak reformu, demiryolu atılımı birlikte hayata geçirilmiştir. Cumhuriyet, bir yandan Osmanlı Devleti’nden kalan dış borcu ödemiş[[1]], bir yandan da dönemin en hızlı büyüyen ülkelerinden olmuştur.

1 – Cumhuriyet’in Özgünlüğü

Türkiye’de Cumhuriyet Kurtuluş Savaşı’nın çocuğudur, demokrasi ise Cumhuriyet’in. Avrupa’daki mezhep kavgalarını, Yüz Yıl Savaşları’nı yaşamayan Türkiye’de Cumhuriyet, bir devrimle gelmiştir. Hemen ardından da hukuktan alfabeye, eğitimden kılık-kıyafete, ekonomiden kültüre dek geniş bir alanda, köklü değişimler yaşanmıştır. Cumhuriyet sayesinde Türkiye; tüm eksikliklerine, aksaklıklarına rağmen, 57 üyesi olan İslam dünyasında, en ileri, en uygar, en gelişmiş ülkedir. Demokrasi deneyimi, demokratik kurumları ve kültürü en köklü devlettir. Bu nedenle unutulmaması gereken şudur: Cumhuriyet zayıflatılarak, demokrasi güçlendirilemez. Cumhuriyet azaltılarak, demokrasi çoğaltılamaz. Cumhuriyet küçültülerek, demokrasi büyütülemez. Cumhuriyet numaralandırılarak, demokrasi olgunlaştırılamaz. İkisi birlikte büyür, güçlenir, olgunlaşır ve zenginleşirler. Cumhuriyet’i yadsımak, yok saymak, küçümsemek, tahrip etmek kimseyi daha demokrat, daha solcu, daha devrimci yapmaz.

Cumhuriyet, kuruluşundan itibaren etnik, dinsel mezhepsel kimlikler, aidiyetler, mensubiyetler üzerinden siyaset yapılmasına karşı çıkmıştır. Yurttaşların alt kimliklerinin, etnik-dinsel kökenlerinin, tarikat, cemaat, aşiret, aile, hemşerilik ilişkilerinin devletin ilgi ve kaygı konusu olamayacağını vurgulamıştır. Alt kimliklerin siyasallaşmasına itiraz etmiştir. Devletin bu kimliklere karşı kör, sağır, duyarsız olmasını savunmuştur. Siyasal bilinci öne çıkarmaya çalışmıştır. Nitekim erken Cumhuriyet döneminin tek parti rejimi, çok partili demokrasiye açık, bunu arzulayan bir rejimdir. Atatürk hayattayken iki kez çok partili hayat denemesi yapılmış, ikisi de başarısız olmuştur.[[2]] Türkiye deneyiminde Cumhuriyet, demokrasi ve laikliğin altın üçgen olduğu, sacayağını oluşturduğu, birbirinden ayrılamayacağı yaşanan acı deneyimlerle görülmüştür. Bunlardan biri olmazsa, diğerinin olamayacağı ağır bedeller ödenerek anlaşılmıştır. Çünkü Cumhuriyet’in temelinde yurttaşlık vardır, yurttaşın eşitliği vardır. Altın üçgenin denge noktası da özgür yurttaştır.

Anımsatmak gerekir; adında cumhuriyet olan her ülke, ille de, ideal anlamda cumhuriyetin temel niteliklerine, mutlaka demokratik rejime sahip olmayabilir. Adında cumhuriyet olan her rejim, kategorik olarak demokrasiyi zorunlu kılmaz.[[3]] Dahası cumhuriyetin de farklı tanımları vardır. Biri; egemenliğin birden çok kişiye ait olduğu yönetim şeklidir. Diğeri; başta cumhurbaşkanı olmak üzere tüm yöneticilerin seçimle ve belirli süreler için işbaşına geldikleri yönetim biçimidir. Bir diğeri; monarşik olmayan rejimlerin ortak adıdır. Bu tanımlara başkaları da eklenebilir.

Cumhuriyet, kimilerinin öne sürdüğü gibi, bir avuç asker-sivil bürokratın, salt kendi tercihlerinin sonucu olarak kurulmamıştır. Halkı dışlayarak, tepeden inme bir yöntemle hayata geçmemiştir. Üstyapı devrimlerinden ibaret kalmamıştır.[[4]] Tersine, harcında halkın yoğun katılımı, emeği, özverisi vardır. Birinci Dünya Savaşı’nın 1918’de yenilgiyle sonuçlanmasından itibaren halkın katılımıyla gerçekleşen kongreler[[5]] bunun kanıtıdır. Bir kısmı, Mustafa Kemal Paşa’nın 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıkmasından önce Anadolu’da toplanan kongreler, kurulan örgütler, Milli Mücadele’ye belli bir zemin ve teşkilat hazırlamıştır. Mustafa Kemal Paşa, Samsun’a çıkmadan önce, Anadolu’da 14 kongre toplanmış, Milli Mücadele’nin gerekçesini, amacını, yöntemini millete duyuran belge olma özelliği taşıyan Amasya Tamimi (21-22 Haziran 1919) ilk önemli bildirge olmuştur. Ardından delegeleriyle bölgesel, kararlarıyla ulusal nitelikte olan Erzurum Kongresi (23 Temmuz-7 Ağustos 1919); hem delegeleri hem kararlarıyla ulusal nitelikte olan Sivas Kongresi (4-11 Eylül 1919) toplanmıştır. Vatanın kurtuluşu, hakkın-hukukun savunulması, işgalci düşmanın yurttan kovulması için mücadele eden tüm örgütler, Sivas Kongresi’nde tek çatı altında toplanmıştır: Anadolu ve Rumeli Müdafaai Hukuk Cemiyeti. “Manda ve himayeye hayır” kararı da Sivas Kongresi’nde alınmıştır.

Anadolu’da toplanan ve hepsi adeta küçük birer hükümet merkezi gibi çalışan yerel kongrelerde, söylemde saltanat ve hilafet karşıtı sözler edilmese de, eylemde hâkimiyet bu kongrelerdedir artık. Atatürk, bu kongreleri ulusal düzeyde tek çatı altında toplamış, onlara ulusal sorumluluk vermiş, onları ulusal hedef etrafında örgütlemiş, bu örgütlülüğü de ulusal meclisle zirveye taşımış ve taçlandırmıştır. Kongrelerin ardından payitahtın başkent İstanbul’a karşı, yoksul ve küçük bir Anadolu kenti olan Ankara’nın karargâh seçilmesi, Meclis’in 23 Nisan 1920’de Ankara’da toplanması, Cumhuriyet’in ilanından kısa süre önce, 13 Ekim 1923’te Ankara’nın başkent olması, kurulacak cumhuriyetin siyasal tercihini ve dayanacağı toplumsal tabanı göstermiştir. Çünkü Ankara; salt coğrafi konumundan dolayı, daha korunaklı ve güvenli olmasından ötürü değil, aynı zamanda Cumhuriyet’in ideolojik yönelimini yansıtması açısından da önemlidir. Meclisin duvarındaki şu sözler, hem rejimin karakterini, göstermiş, hem de işgalci emperyalist düşmana ve onun işbirlikçisi olan İstanbul’daki saltanata karşı söylenmiştir: “Hâkimiyet, kayıtsız şartsız milletindir”. Nitekim bu gidişatı ilk saptayanlardan biri İngiltere’dir. Kongrelerdeki yönelimi, İngiliz Gizli Servisi görmüş ve Londra’ya şu notu geçmiştir: “Türkler, Cumhuriyet’e gidiyor”.

Cumhuriyet, belirli bir tarihsel sürecin, önemli bir birikimin sonucudur. Osmanlı deneyimi, 1839’da ilan edilen Tanzimat Fermanı öncesinde başlayan, 1876 ve 1908 Meşrutiyetleri ile yükselen birikim, önemli bir zemindir. Nitekim büyük tarihçimiz Tarık Zafer Tunaya, 1908 Jön Türk Devrimi’ni (İkinci Meşrutiyet), “Cumhuriyet dönemi öncesi bir siyaset laboratuarı” olarak tanımlar. Osmanlı’nın reformcu devlet adamlarından Mithat Paşa’nın, Osmanlı’da ve batıda “Cumhuriyetçi” olarak nitelendiği bilinir. Osmanlı Harbiye Nezareti, Mustafa Kemal Paşa’nın personel dosyasına da, “Cumhuriyetçi” notu düşmüştür.

Eklemek gerekir, Türkiye Cumhuriyeti’nden önce de, yurdumuzda “cumhuriyet” adı kullanılmış, cumhuriyet deneyimleri yaşanmıştır. Batı Trakya’da İttihatçı liderler tarafından 31 Ağustos 1913’te kurulan, Gümülcine merkezli Garbi Trakya Hükümeti Muvakkatesi, 2 Ekim 1913’te Garbi Trakya Hükümeti Müstakilesi adıyla bağımsızlığını ilan etmiştir. Bayrağı, milli marşı, ordusu, resmi haber ajansı ve pulu olan bu cumhuriyet, 25 Ekim 1913’te kendi kendini lağvetmiştir. Keza, 5 Kasım 1918’de kurulan Kars Milli İslam Şurası’nın, ilerleyen günlerde daha da olgunlaşmasıyla, 17-18 Ocak 1919’da Kars’ta toplanan kongre sonrasında Cenubi Garbi Kafkas Hükümeti Muvakkate-i Milliyesi (Cenubi Garbi Geçici Kafkas Hükümeti) kurulmuştur. Kars, Ardahan Batum sancaklarını ve kazalarını içeren hükümetin adı, 25 Mart 1919’da Cenubi Garbi Kafkas Cumhuriyeti olarak kabul edilmiştir. 18 maddelik anayasası olan cumhuriyette, 18 yaşını dolduran herkes için genel oy ilkesi benimsenmiş, kadınlara seçme ve seçilme hakkı verilmiştir. Bu cumhuriyet deneyimi de 12 Nisan 1919’da İngilizlerin müdahalesiyle sona ermiştir.[[6]]

2 – Cumhuriyet’in Nitelikleri  

Türkiye Cumhuriyeti başı dik kurulmuş bir devlettir. Çünkü emperyalizme karşı verilen ve zaferle taçlanan bir Kurtuluş Savaşı sonrasında kurulmuştur. O nedenle, Birinci Dünya Savaşı’ndan yenilgiyle çıkmış olan imparatorluklarda görülen eziklik, öfke ve tepki, hırslı, hınçlı ve hırçın tutumlar Türkiye Cumhuriyeti’nde görülmemiştir. Bu özgüvenin de etkisiyle Cumhuriyet, o dönem örnekleri çok görülen, deyim yerindeyse zamanın ruhuna uygun olan totaliter, faşist, militarist, yayılmacı rejimlere öykünmemiştir. Aydınlanmacı siyasetiyle, demokrasiyi amaçlayan bir tek parti yönetimi öne çıkmıştır. Tarihte jakoben yöntemlerin öne çıktığı devrimler arasında Cumhuriyet dönemi, en başarılı örneklerden biri olarak kabul edilir.

Türkiye’de sadece demokrasi değil, ulus devlet, üniter yapı ve milli kimlik de Cumhuriyet’in eseridir. Osmanlı’da “millet” ile kastedilen dini mensubiyet iken, Cumhuriyet buna milli ve laik bir içerik kazandırmıştır. Cumhuriyet; ulus devleti aşındıran, çözen, parçalayan alt kimlikleri, feodal bağları, mikro milliyetçi, etnikçi, mezhepçi, ümmetçi yaklaşımları ulusal bütünlüğe tehdit olarak görmüştür. Bilgili, donanımlı, sorumluluk sahibi yurttaşı yetiştirmeye çabalamıştır. Akla ve bilime öncelik vermesini istediği yurttaşı, Cumhuriyet’in, demokrasinin, ulus devletin güvencesi olarak görmüştür. Medeni Kanun’u, kadın erkek eşitliğini, Türk kadınının seçme ve seçilme hakkına Avrupa’da pek çok ülkedeki hemcinslerinden daha önce kavuşmasını, bu zeminde yorumlamak gerekir. Belirtmek gerekir, toplumun yarısını oluşturan, ailenin temeli olan kadınlar dışlanarak, göz ardı edilerek, ne devrim yapılır, ne toplumsal dönüşüm başarılır, ne de demokrasi sağlıklı biçimde işletilir.

Laiklik ile egemenliğin kökü, kaynağı, anlamı, işlevi değişmiştir. Egemenlik; gökten yere indirilmiştir. Dini olmaktan çıkarılıp dünyevileştirilmiştir. Şahıstan alınıp millete verilmiştir. Laiklik siyasal rejimin niteliğidir. Dinle, dindarlıkla, dinsizlikle ilgisi yoktur. Dini alana ait bir kavram değildir. Siyasi, hukuki alana ait bir kavramdır. Akılla, bilimsellikle, özgürlükle, bu dünyayla ilgilidir, öteki dünyayla değil. Demokrasi ve hukuk devletinin yanında, insan hakları ve inanç özgürlüğünün güvencesi olmasının nedeni de budur. Çünkü laik devlet, din olgusu karşısında yansızdır. Siyasal meşruiyetin, hukuk rejiminin, toplum düzeninin din dışı kurallara dayanması demek olan, yönetenlerin yönetme yetkisini dinsel olmayan bir kaynaktan alması anlamına gelen laiklik sayesinde devlet, kamu düzeninin koruyucusu olarak, kamu düzenini korumak adına düzenlemeler, sınırlamalar getirecek güce kavuşmuştur. Bu kapsamda, tüm özgürlüklerin kullanılmasında olduğu gibi, dini özgürlüklerin kullanılmasından da; dinin kötüye kullanılmasının, sömürülmesinin, baskı aracına dönüştürülmesinin engellenmesinden de devlet sorumludur.

Cumhuriyet, laikliği koruyabildiği ölçüde, demokrasi ve hukuk devletini de koruyabilir. Cumhuriyet’in öncelikleri olan sosyal devlet ilkesi, eşitlik, halkçılık, kamuculuk ve planlama, yalnız ve ancak laikliğin, özgür yurttaşın, örgütlü toplumun olduğu bir düzende söz konusu olabilir. Atatürk, “Cumhuriyet, bilhassa kimsesizlerin kimsesidir.” derken, Cumhuriyet’in bu eşitlikçi, sosyal adaletçi, toplumcu yönüne dikkat çekmiştir. Halkçı ve milli bir ekonomiyle ülkenin olanaklarının ve varlıklarının öncelikle halk yararına seferber edileceğini vurgulamıştır. O yüzden Cumhuriyet; eğitimde halkçıdır, aydınlanmacıdır. Bilimsel, eşit, nitelikli, ücretsiz eğitim politikalarını benimsemiştir. Sağlıkta toplumcudur. Sağlık hizmetlerini piyasada alınıp satılan, kâr amacı güden bir hizmet olarak görmemiştir. Devletin temel görevleri arasında saymıştır. Asli bir kamu hizmeti, yurttaş hakkı olarak görmüştür.

3 – Cumhuriyet’in Felsefesi

Cumhuriyet Devrimi, a) felsefi olarak b) ideolojik olarak c) siyasi-askeri olarak d) kalkınma modeli olarak 4 boyutta incelenebilir.

Felsefi açıdan aydınlanma devrimidir. En kısa tanımıyla, bilimin dinden, aklın inançtan bağımsızlığını kazanmasını amaçlar. Her türlü dogmaya, feodal kimliğe ve ilişkiye karşıdır.

İdeolojik açıdan, Cumhuriyet Devrimi’nin programı, özeti ve simgesi 6 Ok’ta ifadesini bulur. Bütüncül kalkınmacıdır.

Siyasi ve askeri açıdan emperyalizmin, “Türkleri Anadolu’dan atmak, geldikleri yere sürmek” çabasına karşı verilmiş bir yanıttır. Antiemperyalisttir, tam bağımsızlıktan yanadır, mazlum milletler arasında dayanışmayı önemser, bölge merkezli bir dış politikayı benimser.

Kalkınma modeli açısından, Türkiye’ye özgü toplumsal, bütüncül bir kalkınma modelidir. Kalkınmayı salt maddi boyutta düşünmez, insani ve toplumsal boyutu dışlamaz. Kalkınmayı yol, su, baraj, köprü, fabrikaya indirgememiştir. Eğitim, bilim, kültür, sanat, sporda da kalkınmayı öne çıkarmıştır.

Türkiye’de demokrasinin temelini atan, altyapısını kuran Cumhuriyet, tarihin gördüğü en iddialı, en kapsamlı devrim atılımlarından biridir. Cumhuriyet’le birlikte olgunlaşan siyasal, hukuksal, kültürel, kurumsal ve ekonomik temeller, çok partili hayata geçilmesini, demokrasinin zemin bulmasını sağlamıştır. Cumhuriyet bu bağlamda, demokrasiyi salt şekilsel açıdan benimsemez. Katılımı sandığa, seçime indirgemez. Piyasa ekonomisine itiraz etmese de, piyasanın mutlak egemen olduğu piyasa toplumuna karşı çıkar. Siyasi partileri ve seçimleri demokratik yaşam için gerek şart olarak görür, yeter şart olarak görmez. Demokrasinin gelişmesi için örgütlü toplumu, özgür bireyi, bilinçli yurttaşı yaratmaya çalışır. İleri bir eğitim düzeyi, ileri bir gelir düzeyi, özgür basın, güçlü, etkin, bağımsız, tarafsız, saygın hukuk düzeni gerektiğini bilir. Siyaset bilimindeki demokratik devletin, hukuk dilindeki karşılığının ve bütünleyicisinin hukuk devleti olduğunu unutmaz. Ayrıca kurumsal kültüre, güçlü bürokrasiye önem verir. Siyasetten özerk, siyasallaşmamış, ehliyeti ve liyakati esas alan güçlü bir bürokrasinin, hem demokrasinin işleyişi, hem yurttaşın mutluluğu, hem de devletin devamlılığı açısından değerinin farkındadır.

Sonuç

Türkiye Cumhuriyeti, milli egemenliğe dayanan, laik ve çağdaş bir cumhuriyet olarak kurulmuştur. Kurulur kurulmaz da Cumhuriyet’in yurttaşını oluşturma sürecini başlatmıştır. Yüzü sola dönüktür. Ortanın solunda bir düşünce ekseni üzerine inşa edilmiştir. Devletçi, halkçı iktisadı benimsemesi, toplumcu, kamucu hassasiyetleri bunun kanıtıdır. İmparatorluk bakiyesi, savaş yorgunu, yoksul bir ülkede başardıkları, ezilen dünya için, mazlum milletler için ders niteliğindedir. Bugünün Cumhuriyetçilerinin hedefi de, o felsefeye yaslanan, o coşkudan beslenen, yaşananlardan gerekli dersi çıkaran, Cumhuriyet Devrimi’ni kıskançlıkla savunan ve geleceği kurma iddiasını taşıyan bir programla halkın önüne çıkmaktır.

Kaynakça:

[1] Osmanlı Devleti, ilk dış borcu 1853 – 1856 yılları arasında yaşanan Kırım Savaşı sürerken, 1854 yılında almıştır. Borçlar, Lozan Antlaşması’nda, ülke esasına göre ve Fransız Frangı üzerinden paylaşılmıştır. Türkiye, borcun son taksitini 1954 yılında ödemiştir.

[2] Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, Kâzım Karabekir’in genel başkanlığında 1924’te kurulmuş, 1925’te kapatılmıştır. Muhafazakâr sağ bir partidir. Serbest Cumhuriyet Fırkası, Ağustos 1930’da Ali Fethi Okyar’ın genel başkanlığında kurulmuş, 3 ay sonra, Kasım 1930’da kendini feshetmiştir. Liberal sağ bir partidir. 

[3] Misal; İran İslam Cumhuriyeti, demokrasi değildir. Birleşik Krallık ise parlamenter demokrasiyle yönetilir. Bu konuda örnekler çoğaltılabilir.

[4] Türkiye’de merkez solda da, sosyalist solda da, İslamcı  – muhafazakâr sağda da, 2. Cumhuriyetçiler arasında da bu görüş dillendirilir. Öyle ki, Bülent Ecevit ve İsmail Cem gibi CHP geleneğinde yetişmiş, önemli görevler üstlenmiş, genel başkanlık, başbakanlık, bakanlık yapmış isimler bile kimi çalışmalarında bu tezlere benzer fikirler dillendirmişlerdir. Bu iddiaların ideolojik temeli, İdris Küçükömer’in tezlerinden beslenir. Bu yönüyle Küçükömer, ikinci cumhuriyetçiliğin fikir babası sayılabilir. Küçükömer’in tezlerinin eleştirisi için bkz: Zülâl Kalkandelen, İkinci Cumhuriyetçiliğin Temelleri, Cumhuriyet Kitapları, İstanbul, 2011. 

[5] Bu konuda ayrıntılı bilgi için bkz: Bülent Tanör, Türkiye’de Kongre İktidarları 1918 – 1920, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 1998.

[6] Bu konuda ayrıntılı bilgi için bkz: Ahmet Ender Gökdemir, Cenubi Garbi Kafkas Hükümeti, Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları, Ankara, 1998.

Cem Ender Arslanoğlu, Kars Milli İslam Şurası ve Cenubi Garbi Kafkas Hükümeti Muvakkata-i Milliyesi, Azerbaycan Kültür Derneği Yayınları, Ankara, 1986.  

Esin Dayı, Elviye-i Selase’de (Kars, Ardahan, Batum) Milli Teşkilatlanma, Kültür Eğitim Vakfı Yayınları, Erzurum, 1997.

Sezgin Türk’ün yönetmenliğini yaptığı Cenubi Garbi Kafkas Cumhuriyeti belgeseli, 2007.