Twitter
Visit Us
YOUTUBE
YOUTUBE
LINKEDIN
Share

Nazi propaganda aygıtının başı Goebbels’in iki tane kritik sözü vardır. Biri “Propagandada beyinlere her gün 1 cm çivi çakacaksın, 40 günde 40 cm girecek, girdiğini kimse hissetmeyecek, böylece yalan gerçek olacak”, diğeri de “Eğer bir yalan, uzun bir süre yeterince tekrarlanırsa, sonunda o yalan bir gerçekmiş gibi algılanır” sözleridir. Goebbels, “Büyük Yalan Teorisi”nin sahibidir. Propagandayı, yukarıda aktardığımız metotla yapar ve kitleleri birer inanmış kıtalara dönüştürebilir. Bunun örneği Hitler döneminin Almanyası’dır ki dünyayı büyük bir savaşın içine sokmada Goebbels’in bu teorisi büyük katkı yapmıştır. Amaç hasıl olmuştur.

Türkiye’de yıllardır benzer bir şekilde küresel/emperyalist sistemin propaganda aygıtının taarruzuna uğramış durumda. Türkiye’yi siyaseten şekillendirme ve kendi yörüngesine oturtmak isteyen sistemin sahipleri, yönetimleri belirleme, bu yönetimi iktidara getirme, iktidara getirdikten sonra ulusal, bölgesel ve küresel bazda kendi politikalarını uygulatmak için yoğun mesai harcamaktadır. Bunun için de klişe ifadeler, Goebbels’in tanımıyla “büyük ama yinelenen yalan”ları kullanır. Soğuk savaş döneminde “Komünist Sovyetler’e karşı birlikte hareket etme”, “Müttefiklik” gibi ifadeler emperyalist merkezlerin propaganda ifadeleri oldu. Bu propagandaya inanmayıp, uygulanan politikalara karşı çıkan, mücadele eden aydın, gazeteci ve siyasetçileri hapis, suikast; kitleleri de baskı yoluyla durdurmaya/susturmaya çalıştılar. Soğuk Savaş’ın bitiminden sonra da “Küresel sistemle entegrasyon”, “Stratejik ortaklık” gibi süslü ifadelerle toplumu yönlendirme çabası sürdü. Eğer bir iktidar kendi çizdikleri sınırın dışına çıkarsa da, özellikle medyayı kullanarak o hükümeti devirme düğmesine basmakta hiç tereddüt etmemektedirler. Buna en güzel ve sonuncusu olması açısından en önemli örnek DSP-MHP-ANAP’tan oluşan 57’inci Hükümet’in devrilmesini gösterebiliriz. ABD’nin Irak ve Kıbrıs dayatmalarını kabul etmeyen 57’nci Hükümet hem kendi içinden hem de medya yoluyla yıpratıldı, yönetme kabiliyeti yok edildi ve sonunda da erken seçimle tasfiye edildi. Toplum da bu saldırının sonucunda seçimlerde bu üç partiyi TBMM dışı bıraktı.

Soğuk Savaş’ın bitiminden sonra ABD’nin Türkiye’yi kontrol etmekteki amacı özellikle Ortadoğu’daki planları çerçevesinde oldu. Aktardığımız “Stratejik Ortaklık”[1] yalanının altını doldurmak için yeni argümanlar üretilir. Bu argümanları şöyle sıralayabiliriz:

– Türkiye’nin ciddi bir Kürt sorunu vardır.

– PKK, Kürt sorununun sonucudur.

– Kürt sorunu, Türkiye’de yasal ve anayasal bazı demokratikleşme adımlarıyla çözülür.

– Türkiye’de 20 milyon Kürt vardır.

 

Bu argümanlar, özellikle 1990 sonrasında sürekli gündemde tutulan, tekrarlanan kelimeler oldu. Sürekli gündemde tutulan bu söylemler, adeta gri propaganda malzemesi haline getirildi. Doğruluğu kanıtlanamayacak bilgilerin içine birkaç tane gerçek bilgi serpiştirerek yapılan ve bulanıklık yaratmayı amaçlayan Gri Propaganda, Türkiye’de özellikle Kürt/Güvenlik/Terör olarak adlandırılan sorunda her zaman karşımıza çıktı. Açılım sürecinde de “geçmişle yüzleşelim” adı altında gündeme gelen bazı söylemler gri propagandaya örnek teşkil etti. Tepki çeken Akademisyen bildirisinden sonra bazı yalanları ve gerçekleri hatırlatmak bizlere düştü. Bu yalanlar ve gerçeklerden birkaç örneği şöyle sıralayabiliriz:

– “Türkiye’de 17 bin faili meçhul cinayet var”: Bu propagandanın çıkış noktası tam olarak bilinememektedir. Bunun ilk olarak 1990’lı yıllarda TBMM’de bir komisyonda yapılan konuşma sırasında bir kişi tarafından ortaya atıldığı belirtilir. Bir tartışma programında “17 bin faili meçhul var” diyen Ahmet Türk’ün itiraz gelmesi üzerine “14 bin olsun” şeklinde ifade etmesi, yalanın boyutunu göstermesi açısından çarpıcıdır. Ellerinde veri olmadan ortaya atılan bu yalanın bir psikolojik savaş söylemi olduğunu Ümit Özdağ ve İkbal Vurucu belgeleriyle ortaya koymuştur.[2] Araştırmadan çıkan sonuca göre, 1984-2004 yılları arasında toplam faili meçhul sayısı 840, kayıp sayısının da 795 olduğu ortaya çıkarıldı. Kitapta ayrıca başta PKK olmak üzere terör örgütleri tarafından öldürülen, infaz edilen insanların ve teröristlerin de sayısı bulunuyor. Buna göre, 1839 kişinin terör örgütleri tarafından infaz edildiği belirtiliyor. PKK’nın, adı geçen tarihler arasında gerçekleştirdiği infazların sayısı 1535.

– “Bazı katliamları PKK değil devlet yaptı”: Türkiye’de özellikle NATO üyeliğiyle gündeme gelen kontrgerilla gerçeği üzerine oturtulmaya çalışılan bu propaganda gerçeği yansıtmıyor. PKK’nın ilk yıllarında, 12 Eylül cuntasının desteğiyle bazı kontrgerilla güçlerinin Türkiye’nin her yerinde olduğu gibi Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde de faaliyet yürüttüğü, faili meçhul cinayetlere imza attığı, belki de bazı katliamlara imza attığı biliniyor. Ancak bazı katliamlar var ki, PKK terör örgütü bu katliamlardaki sorumluğu üzerinden atmaya çalışıyor. Bunlardan biri Mardin’in Ömerli İlçesindeki Geçici Köy Korucusu ailelerin yoğunlukla yaşadığı Pınarcık Köyü’ndeki 16’sı çocuk 30 vatandaşımızın katledildiği katliamdır. Bu katliamla ilgili son yıllarda PKK tarafından “Katliamı biz değil devlet yaptı” propagandasını yürüttü. Buna, bir dönem kontrgerilla örgütlenmesi içinde yer aldığı ortaya çıkan eski Özel Harekatçı Ayhan Çarkın’ın Radikal Gazetesi’ne yaptığı açıklamalar eklendi. Çarkın, Pınarcık katliamını “provokasyon amaçlı JİTEM’in oluşturduğu gruplar yaptı” ifadelerini kullanıyordu. Ancak aynı PKK, 20 Haziran 1987’deki katliamı, yayın organı Serxwebûn üzerinden sahiplenmişti. Derginin 1987 yılı Haziran ayı sayısında “Türk Sömürgeciliğine Pınarcık’ta vurulan darbe ve ortaya çıkardığı gerçekler” başlıklı yazıda şu ifadeler yer aldı: “Haziran ayı içinde, Türk sömürgeciliğine karşı ARGK birliklerinin üst üste gelişen eylemleri yükseldi. Önce Ceylanpınar Üretme Çiftliği’nde talanın önlenmesine yönelik sabotaj, daha sonra ise üç araçlık bir ordu konvoyunun imha edilmesi, Kerboran’da bir ajan öğretmenin cezalandırılması, bir düşman devriyesinin Nusaybin’de mayınla imha edilmesi, çetelere karşı geliştirilen yoğun eylemler, köy toplantıları ve devrimci birliklere onlarca savaşçı katılımını doğuran siyasal köy toplantıları, en son olarak 21 Haziran’da Ömerli’nin Pınarcık köyünde köy korucularına karşı gerçekleştirilen soylu eylem, bir dizi eylemin doruğu oldu. Pınarcık ardından, Türk sömürgeciliğinde, onların deyimiyle ‘milli kriz” başlamış, eylemde somutlayan Kürdistan Ulusal Kurtuluş Mücadelesinin vardığı aşama ve gerçekliği, olanca ağırlığı ile dünya kamuoyuna yansıyarak, gerekli ilgi ve yorumu doğurmuştur.” Terör örgütü yayın organında “basının eylemleri çarpıtma telaşına düştüğü” de vurgulanarak şu şekilde katliam savunmasına devam edildi:

“Son Pınarcık eylemi; milisliğin (Koruculuktan bahsediliyor-CB) iflas belgesi olmuştur.

“Pınarcık eylemi; kimsenin çarpıtamayacağı gerçekleri ortaya sermiştir. Seksen kişiden oluşan, donanımlı bir ARGK birliği, Ömerli’nin birkaç km yakınında çetelerin bulunduğu köyü sarmış ve çeteleri imha etmişlerdir. ARGK savaşçıları büyük bir taktik manevra ve saldırı ruhunu sergileyerek, direnen düşmana karşı insiyatifi ele geçirmiş, onları etkisizleştirmiş, hedefi imha etmiş, çetelerin sömürgecilerden aldığı bütün donanıma el koymuştur.

“ARGK birliğinin Pınarcık eylemi, sömürgeci otoriteyi yerle bir etmiş, yerine ulusal kurtuluş otoritesini tesis etmektedir.”

PKK yine 22 Eylül 1987’de 11 vatandaşımızın katledildiği Şırnak’ın Güneyce köyü Çiftekavak mezrası, 9 Mayıs 1988 tarihinde 10 vatandaşımızın öldürüldüğü Mardin’in Nusaybin ilçesi Behmenin mezrası gibi çok sayıda saldırıyı da Serxwebun yayın organında üstlendi.[3]

– “Bingöl’deki 33 eri devlet öldürdü”: Bu suçlamaların hedefinde PKK’ya karşı mücadele eden asker-polis güvenlik güçlerinin terörle mücadelede moralini bozmak, tutuklanan komutanları Türk milletinin gözünde suçlu ilan etmek, PKK terör örgütünün “meşru bir amaçla hareket ettiği” algısını oluşturmak ve en nihayetinde Cumhuriyet’e, Türkiye Cumhuriyeti’ne bağlı kuvvetleri tasfiye ederek iktidarı ele geçirmek. Bu çerçevede açılım sürecinde de sıkça dile getirilen bu yalan, Ergenekon kumpasında da gündeme geldi. Nasıl gelmesin? Davanın gizli tanıklarından birinin 33 erin şehit edilmesinden sorumlu Şemdin Sakık olması tesadüf değildi. Sakık, 2012 yılının Kasım ayında Ergenekon davasında tanık olarak hazır bulunurken, 33 erin şehit edilmesi olayının üstüne yıkıldığını öne sürdü. Sakık, o dönem örgütün tek taraflı ateşkes ilan ettiğini söyleyerek “Bu ateşkesin bozulması için ordu tarafından art arda operasyonlar düzenlendi. Bingöl’den 200-300 kişilik bir grup görülüyor. Eylem yapacakları biliniyor. Hatta başkanın talimatının olduğu bilinmesine rağmen bu askerler tedbirsiz yola çıkarıldı ve müdahale etmediler.” Açıkça “ben yapmadım” diyemeyen Sakık, Fethullahçı hakim ve savcılar önünde sorumluluğu üstü kapalı Türk Silahlı Kuvvetleri’ne yıkıyordu.

Sakık, Irak’ın kuzeyinde yakalandıktan sonra 3 Eylül 1998 tarihinde Diyarbakır 1 No’lu Devlet Güvenlik Mahkemesi (DGM)’nde ise saldırının Öcalan’ın bilgisi dahilinde yapıldığını söylüyordu: “Operasyonlar düzenleniyor, terör örgütü mensupları öldürülüyordu. Yakalanan terör örgütü mensupları tutuklanıyordu. Ben, bunu APO’ya rapor olarak belirttim. O da, ‘sizin kendinizi korumak, misilleme yapma hakkınız vardır’ talimatını verdi. Ben bu talimatı, tüm birimlere ulaştırdım… 24.05.1993 tarihinde Bingöl-Elazığ karayolunun kesilmesi ve 33 askerin şehit edilmesi olayını Celal Barak ve kendisine bağlı 100 kişilik gerilla grubu tarafından gerçekleştirilmiştir… Herhangi bir planlama ve istihbari bilgi sonucu yapılmamıştır… Sadece tesadüfen bir karayolunun kesilmesi sırasında bu olay olmuştur. Celal Barak bana bağlı iken, olaydan önce ayrı bir eyalet kabul edildiği için o eyaletin sorumlusu olarak bu olayları gerçekleştirmiştir ve kendisi doğrudan APO’ya bağlıdır. Ben olay anında olay yerinde yoktum. Kendisi olaydan sonra, olayı tahminen 7 gün sonra bana telsizle aktarmıştır. Olaydan kesinlikle benim haberim yoktur.”[4]

Peki gerçek neydi? Bunun için de yine PKK’nın kendi yayın organı Serxwebûn’a başvuralım. Bakalım Serxwebûn’da 24 Mayıs 1993 tarihindeki eylem nasıl aktarılmıştı? Derginin Mayıs 1993 tarihli 137. sayısının birinci sayfasında hemen manşetin altında “TC’nin dinmeyen operasyonlarına BİNGÖL’DE BÜYÜK DARBE” başlığıyla saldırı haberi veriliyor. Yazının 33’üncü sayfasındaki devamında da Türk ordusunun PKK’nın 20 Mart’ta tek taraflı ilan ettiği sözde ateşkesine rağmen operasyonlarını sürdürdüğü aktarılarak Bingöl saldırısına yönelik şu ifadeler yer alıyor: “En son 24 Mayıs 1993 günü, Bingöl’e yakın bir mesafede olan ve Bingöl-Elazığ karayolu üzerinde bulunan Yado Çeşmesi mevkiinde operasyona çıkan TC güçleri, orada bulunan gerillalara karşı saldırıya geçtiler. Yado Çeşmesi mıntıkası sık ormanlara ve gerilla için biçilmiş kaftan niteliğindeki stratejik noktalara sahiptir. Şehit Ayhan ve Şehit Hebûn taburlarından oluşan gerilla güçleri, TC güçlerine karşılık vererek 41 askeri öldürdü, 11’ini yaraladı ve içinde 1 subay ve birkaç sivil ajanın bulunduğu 15 düşman gücünü de esir aldı. Ayrıca devlete ait 1 panzer imha edildi, 5 araç yakıldı. Gerillanın ise hiçbir kaybı olmadı.”

Ardından şu ifadelerle eylem savunuluyor: “Gerillaların nasıl özgürlük kuvvetleri olarak hazırlık yaptıklarını, düşmanın her türlü saldırısını boşa çıkarmakla kalmayıp en sert darbeleri nasıl vurabilecek güçte olduklarını çok net ortaya koyan bu eylem, hem TC’ye sert bir uyarı ve hem de ateşkes sürecinin bozulması durumunda bütün Kürdistan’da nasıl fırtına gibi esileceğinin bir mesajıdır.”

Serxwebûn’un bir sonraki Haziran sayısında da Bingöl saldırısına yönelik bazı ifadeler dikkat çekici. Bir önceki sayısında olduğu gibi terör örgütünün sözde ateşkese bağlı kaldığı belirtilirken söz Bingöl saldırısına getirilerek şu söyleme yer veriliyor: “Artık düşmana anlayacağı dilden cevap vermekten başka bir seçenek kalmadı. Bingöl olayı bu temelde gerçekleşti. Amed Eyaleti Komutanlığı’na bağlı 15 gerillanın şahadet olayı ile birlikte geliştirilen amansız operasyonlara cevap vermek için, katliamlara sevk edilen özel eğitilmiş komandolara karşı Bingöl’de büyük bir eylem gerçekleştirildi.”

PKK lideri Abdullah Öcalan da, 8 Haziran 1993 tarihinde düzenlediği bir basın toplantısında “Her ne kadar ateşkes süreci boyunca bir yumuşama söz konusu olduysa da, bazı bölgelerdeki operasyonlar şiddetinden bir şey yitirmedi, tabii bu da, bize fazla inandırıcı gelmedi. Bingöl olayı da bunun sonucu olarak gelişti” diyebilmiştir.

– “PKK hep ateşkes istedi, devlet ateşkesi bozdu”: Yıllardır söylenen bu argümanın gerçeği yansıtmadığı, bizzat 1993’teki sözde ateşkes sonrası Abdullah Öcalan tarafından bizzat itiraf edildi. Türk kamuoyuna yansımayan ifadeler, yıllardır dile getirilen “1993’te ateşkes ilan edilmişti. Özal ve Öcalan silahların susmasını istiyordu, ancak Türk Ordusu barış imkanını ortadan kaldırdı” propagandasının da gerçeği yansıtmadığını gösteriyordu. Mesele PKK’nın silahları bırakması, terörün durması değildi. Bakın Öcalan Haziran 1993 tarihli Serxwebun Dergisi’ne ne yazıyordu: “Şimdi siz, bu son ateşkes dolayısıyla biraz zorlandınız. ‘Acaba kutsal direniş silahları susuyor mu, acaba parti gerçekten zayıflayıp savaşamaz duruma mı geldi’ biçiminde endişeler içine girdiğinizi biliyorum. Ama bizi biraz yakından tanıyanlar, bu işin, savaşı durdurmak değil, geliştirmek için olduğunu, gerillanın ve sizin daha iyi hazırlanmanızı sağlamak için olduğunu bilirler. Bu amaçla, böyle bir yoğun çalışma dönemini size sunduk. Bu son geçirdiğimiz ayları bir anlamda nefes almanız ve biraz daha iyi savaşabilmeniz için güç toplamanız gereken bir dönem olarak ele aldık ve bunun gerektirdiği çalışmaları da yaptık.”

Görüldüğü gibi Öcalan son “Çözüm Süreci”nde yaptıkları gibi operasyonlardan bunaldıklarını ve ilan ettikleri sözde ateşkesin aslında terör örgütünün nefes almasını sağlamak için olduğunu dile getiriyordu. Çözüm Süreci de PKK’ya darbe indirilirken, Öcalan’ın mektubuyla başlamamış mıydı?

Bir dönem terör örgütünün Öcalan’dan sonra en önemli isimlerinden olan Parmaksız Zeki kod adlı Şemdin Sakık da, aktardığımız ifadesinde “Bugüne kadar yapılan tüm ateşkesler, Şam’dan APO tarafından verilmiş ve yine APO’nun talimatıyla bozulmuştur” diyordu.

Bu yazıyı, son dönemlerde artan bir şekilde Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nden gelen “siviller katlediliyor”, “silahlı değil silahsız sivillere saldırı oluyor” haberlerini okurken geçmişte yaşanan bu gerçekleri göz önünde bulundurmanız amacıyla yazdım. Yukarıda verdiğim örnekleri, kısa bir internet ve kitap taraması yaparak genişletmek mümkün. Son olarak örgüt militanlarına telsizle verilen “Hastaneye giden sivilleri vurun” talimatında görüldüğü gibi, PKK terör örgütü sivilleri katledip ardından “asker sivil katlediyor” yalanını yıllardır ustalıkla söyleyebilmiştir. Geçmişte sivillere yönelik bazı saldırıların (ki bu faili meçhullerin bir kısmı PKK tarafından işlenen cinayetlerdir) varlığını bilmemiz gerekir. Örneğin, edebiyatçı, sinema eleştirmeni ve senarist gibi önemli bir çok kimliği koltuğunun altında taşıyan aydın Onat Kutlar ve genç arkeolog, rehber Yasemin Cebenoyan, 30 Aralık 1994 tarihli, Taksim Opera Pastanesi bombalanmasında hayatlarını kaybetti. Saldırı İnsan Hakları Derneği’nin raporunda “faili meçhul” olarak yazıldı. Günümüzde dahi, katliamı gerici/dinci terör örgütlerinin yaptığına yönelik algı yüksek. Çünkü İBDA-C yılbaşına yakın bir tarihte eylem yapacağını duyurmuş, saldırıdan sonra kendisi tarafından yapılmış gibi propaganda yapmıştı. Ancak olayın ayrıntıları araştırmalar sonucu ortaya çıktı. Gündemdeki 1128 Akademisyen bu olay için de bir bildiri yayınlasa “Suçlu devlettir” der miydi bilmem ama Kutlar ve Cebenoyan’ın PKK tarafından katledildiğine ait bilgileri bizzat Yasemin Cebenoyan’ın kardeşi Cüneyt Cebenoyan, ÖDP’nin yayın organı Birgün’de yazdı.[5] Eylemi yapan örgüt PKK’ydı ve bombayı koyan Deniz Demir isimli PKK militanıydı.

Bu gerçekler ışığında günümüzde operasyonların yapıldığı il ve ilçe merkezlerindeki vatandaşlarımızın mağduriyetini gündeme getirelim, evlerinden, sağlığından olanların mağduriyetlerinin giderilmesi için devlete ve hükümete baskı yapalım, ama PKK’nın propagandasına da her zaman kuşkuyla yaklaşalım. Çünkü 30 yıllık deneyim bize gösterdi ki, PKK tarihi katliam ve yalan tarihi üzerinedir.

 

 

[1] “Stratejik Ortaklık” hiçbir zaman gerçeği yansıtmadığı, yani Türkiye ile ABD’nin hiçbir zaman stratejik konularda ortak olmadığı ABD belgelerinde açıkça ifade edildi. Ancak Türkiye’de bazı “gazeteciler” ve “stratejistler” Türk milletine ısrarla “ABD’nin Türkiye’yi stratejik ortak olarak gördüğünü”  ileri sürüyor. Oysa Cahit Armağan Dilek hocamız, son Suriye-IŞİD krizi tartışılırken “ABD Strateji Belgelerini” incelemiş ve Türkiye’nin bu ülkenin stratejisinde yeri olmadığını tespit etmişti. (Bkz. Cahit Armağan Dilek, “ABD’nin Askeri Stratejilerinde Türkiye’nin Yeri, 11 Temmuz 2015, http://www.21yyte.org/tr/arastirma/milli-guvenlik-ve-dis-politika-arastirmalari-merkezi/2015/07/11/8236/abdnin-askeri-stratejilerinde-turkiyenin-yeri; Cahit Armağan Dilek, “İncirlik Mutabakatının Stratejik Sonuçları”, 5 Ağustos 2015, http://www.21yyte.org/tr/arastirma/milli-guvenlik-ve-dis-politika-arastirmalari-merkezi/2015/08/05/8264/incirlik-mutabakatinin-stratejik-sonuclari)

[2] Prof. Dr. Ümit Özdağ-İkbal Vurucu, “Cesetler Gölgeler Yalanlar – Türkiye’deki Faili Meçhullerin ve kayıpların tam listesi”, Kripto Kitaplar, Birinci Baskı, Kasım 2011, Ankara, s. 17

[3] Yıldıray Oğur, “90’lı yıllar; sizin de bildiğiniz gibi değil”, Türkiye, 23 Ağustos 2015

[4] Arslan Tekin, “Son İsyan-İmralı’daki yargılamanın arka planı”, Elips Kitap, İkinci Baskı, Temmuz 2005, s. 2015

[5] Cüneyt Cebenoyan, “Onat Kutlar cinayeti ve PKK”, 26 Ocak 2010