Twitter
Visit Us
YOUTUBE
YOUTUBE
LINKEDIN
Share

Türkiye, son 8 gün içinde çok yoğun bir diplomasi trafiğine sahne oldu. Önce 11 Şubat’ta Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü İbrahim Kalın, ABD Başkanı Trump’un Ulusal Güvenlik Danışmanı Herbert Raymon (HR) McMaster ile İstanbul’da bir görüşme yaptı.

Ardından Milli Savunma Bakanı Nurettin Canikli, ABD Savunma Bakanı James Mattis ile NATO Savunma Bakanları Toplantısı kapsamında 15 Şubat’ta Brüksel’de bir görüşme gerçekleştirdi. Görüşmede öne çıkan iki başlık, ABD tarafının YPG’yi PKK’dan ayırabilecekleri şeklinde, PKK’ya karşı savaştırabilecekleri şeklinde bir önerisi ile Milli Savunma Bakanı Canikli’nin aksini ortaya koymadığımız sürece ABD’nin Afrin’deki teröristlere silah vermedikleri beyanına inandıklarını belirten açıklaması oldu.

Son olarak ABD Dışişleri Bakanı Rex Tillerson da yine 15 Şubat’ta Ankara’ya geldi. Aynı gün Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile 3 saat 15 dakikalık bir görüşme gerçekleştirdi. Bir gün sonra da Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu ile görüştü ve iki bakan basının karşısına çıktı, açıklamalar yaptılar.

Bu temasların ve açıklamaların ardından ortaya çıkan tabloya göre iki ülke arasında 3’lü bir mekanizma kurulacak. Bu mekanizmalarda karşılıklı olarak Savunma ve Dışişleri Bakanlıkları ile istihbarat birimlerinin yetkilileri bulunacak.

Bunun dışındaki ayrıntılar yazıldı, çizildi. PKK’nın, PYD/YPG bünyesinde eritileceği gibi artık parodi konusu olan önerilere girmeye gerek bile duymuyorum. Esas merak edilen iki ülkenin temasları sonrasında gelişmelerin nasıl bir seyir izleyeceği?

Öncelikle şunu ortaya koymakta fayda var. ABD ile son yıllarda kurulan mekanizmalar, koordinatörlükler hiçbir şekilde işe yaramamış, Türkiye’yi oyalamak dışında bir sonuç ortaya koymamıştı. Bu duruma en çarpıcı iki örnekten birincisi emekli Orgeneral Edip Başer’in Türk tarafını temsil ettiği ve 2006 yılında PKK terörüne karşı oluşturulan Terörle Mücadele Özel Temsilciliği adı altındaki 3’lü mekanizmaydı. Mekanizma Türkiye, ABD ve Irak’tan oluşuyordu. Aktif olarak Türkiye ve ABD çalıştı. Türkiye, bu süreçte PKK’nın Türkiye ve Irak’taki faaliyetlerini, işgalci ABD güçlerinin örgüte desteğini belgeleriyle defalarca ABD’nin önüne koymasına rağmen bir sonuç alamamıştı. Aksine bu süreçten faydalanan örgüt olmuş ve Türkiye’nin bu temsilcilikle oyalanması neticesinde Dağlıca, Aktütün gibi sonradan Türkiye’yi olumsuz bir rotaya sokmaya yönelik saldırılar gerçekleştirmişti. Bu mekanizma daha sonra sessiz sedasız önce pasifize edilmiş, ardından kaldırılmıştı.

İkinci örnek de Türkiye ile ABD arasında 2015 yılı Şubat ayında imzalanan Eğit-Donat protokolüydü. Bu protokole göre “Türkiye, Ürdün ve Suudi Arabistan’da eğitilecek muhalifler hem rejim güçleriyle hem de IŞİD/DAEŞ ve diğer terör örgütleriyle mücadelede edecek”ti. Ancak sonradan Türkiye’nin fark ettiği gerçek şu oldu: Birincisi Türkiye bu süreçle Suriye’de oyalanarak devre dışı bırakıldı; ikinci olarak da ABD kontrolünde verilen eğitimlerde Suriye’nin birliği değil parçalanması öne çıkarılıyordu. Özellikle ABD’nin eğitilmesi için önerdiği isimler arasında PKK’lıların da olduğu yönünde o dönem haberler basına yansıdı.

Bu nedenle Türkiye’de siyasi referansı ne olursa olsun büyük çoğunluk bu 3’lü mekanizmanın sağlıklı bir şekilde işleyeceğine kuşkulu yaklaşıyor. Bu satırların yazarının da benzer bir kanaate sahip olduğunu söylemeye gerek yok.

Gelelim, bu son gelişmeler çerçevesinde gelecekte ne olabileceği yönündeki öngörülerimize.

Öncelikle ABD’li yetkililerin görüşmelerde Türkiye’ye yönelik olumlu mesajlarını değerlendirmek için erken olduğunu düşünüyoruz. Bu düşüncemizin altında, son aylarda ABD devletinin güçlü merkezlerinden yapılan farklı anlamlardaki açıklamalar yatıyor. Bunun en çarpıcı örneğini, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 24 Kasım 2017 tarihinde ABD Başkanı Trump ile telefondaki görüşmesi ve sonrasındaki gelişmeler oluşturuyor. Görüşmede Erdoğan muhatabına, terör örgütü PYD/YPG’ye gönderilen Amerikan silahlarını hatırlatmış ve bunun belgelerini ortaya koymuştu. Bunun üzerine ABD Başkanı Trump, bu desteğin kesileceği sözünü verdi. Hatta Beyaz Saray’dan görüşmeye yönelik yapılan açıklamada, bu bilgi dolaylı olarak örgüt adı verilmeden şöyle teyit edilmişti: “Başkan Trump daha önceki politikamızla tutarlı olarak Cumhurbaşkanı Erdoğan’a Suriye’de sahadaki ortaklarımıza verilen askeri destek konusunda olması beklenen düzenlemelerle ilgili bilgi verdi.”

Ancak bu görüşmeden 3 gün sonra, yani 27 Kasım’da ABD Savunma Bakanlığı ve Genelkurmayı’nın merkezi Pentagon şöyle bir açıklama yaptı: “İçinde YPG’nin de olduğu Suriye Demokratik Güçleri’yle (SDG) işbirliğini sürdüreceğiz. Daha önce Türkiye’ye söylediğimiz gibi Suriyeli güçlere verdiğimiz silahlar sınırlı, görev özelinde ve askeri hedeflerde başarıya ulaşmak için. Kürt ortaklarımıza sağlanan, karara bağlanmamış askeri destek gözden geçiriliyor. SDG’ye verilen silahların sınırlı olduğunu ilettik.”

Bu açıklama ile ABD Başkanı, Pentagon tarafından yalanlanmıştı. Bu nedenle ABD’li yetkililerle yapılan görüşmelerin ardından yapılan açıklamaları değerlendirmek için Pentagon veya başka kurumlardan gelebilecek olası açıklamaları beklemenin faydalı olduğuna inanıyoruz. ABD Ulusal İstihbarat Ajansı Direktörü Dan Coats’ın, bölgedeki ABD askerlerinin güvenliğini riske attığını savunduğu ileri sürerek Zeytin Dalı Harekâtımızı eleştiren açıklamasının üzerinden sadece birkaç gün geçtiğini düşününce bu tezimizi daha vurgulu söylemek ihtiyacı duyuyoruz.

Yine bir diğer merak edilen konu, Zeytin Dalı Harekâtı’nın geleceğinin ne olacağı?

Öncelikle şunu söyleyelim, Zeytin Dalı Harekâtı kesintisiz, planlanan şekilde icra edilmeye devam edilecek. Bu konuda devletin tüm kademeleri çok net. Ancak Reuters ajansına düşen bir haber kafaları karıştırdı. Yazılanlara göre Reuters’e konuşan bir Kürt kaynak, “Suriye yönetimi ile YPG terör örgütünün anlaştığını ve Suriye ordusunun Afrin kent merkezine gireceğini” ileri sürüyordu. Ancak bu haberden sadece bir gün önce Rus Sputnik haber sitesine konuşan terör örgütü YPG’nin sözde Afrin Komutanı Rojhat Roj, Suriye ordusunun Afrin’e gireceği iddialarının gerçeği yansıtmadığını belirterek, “Afrin için şimdiye kadar herhangi bir güçten yardım almadıklarını” söylemişti Bu iki haber yan yana konulduğunda bazı tezler akıllara geliyor:

1- Rusya, ABD ile temaslardan rahatsız oldu ve Türkiye’yi bu şekilde bir mesajla uyardı. (Bu seçenekle ilgili olarak Rusya’nın Suriye yönetimi üzerindeki etkisini göz önünde bulundurmak gerekiyor. Esad yönetimi böyle bir adımı Rusya’dan izinsiz yapmasının mümkün olmadığını herkes biliyor. Böyle bir durumun Suriye lehine olmadığının altını çizmemize de gerek yok.)

2- ABD, Afrin’de Türkiye ile direkt karşı karşıya gelmek istemiyor ve bu çerçevede Suriye’yi müttefiklerinden ayırıp, Afrin’e müdahaleye zorluyor (Bu seçenekte Takvim Genel Yayın Yönetmeni Ergün Diler’in birkaç gün önce ABD’nin Esad ile iletişime geçtiği ve Esad’ı Rusya’dan koparmaya çalıştığı yönünde yazılardaki bilgiler akıllara geliyor).

3- Batı merkezleri, gelecekte olası bir bölgesel iletişimin önüne geçmek için provokatif haberler servis ediyor (Kürt kaynak olarak kastedilen terör örgütü YPG’li bir terörist ise, bu teröristlerin ABD’nin izni olmadan nefes bile alamayacaklarını hatırlatmak gerekiyor).

Ancak bizim ulaştığımız bilgiler, başta da aktardığımız gibi Afrin’e yönelik Zeytin Dalı Harekâtı’nın planlandığı gibi sonuçlanacağı ve PYD/YPG terör örgütünün bölgeden temizleneceği yönünde.

İkinci olarak, Türk ve Amerikalı üst düzey isimlerin görüşmeleri sonrasında gündeme gelen Münbiç’in durumu merak ediliyor. Zaten basına yansıyana göre, Türkiye de ABD’ye Afrin değil Münbiç konusunu açtı ve “Önce burayı teröristlerden temizle” talebini iletti. İşte bu konuyla ilgili olarak kulislerde, Münbiç meselesinin sözü edilen mekanizmalar üzerinden çözüleceği yönünde. Aktarılan senaryoya göre ABD, Türkiye ile olası bir çatışmanın önüne geçmek için bu kentteki teröristlerin, kent dışına çıkarılmasını sağlayacak. Hatta kente, Türk, Amerikalı ve belki de Rus güçlerinden oluşacak bir uluslararası güç yerleşebilir. Ayrıca bu güç terör örgütü PYD/YPG’nin baskısıyla kentten göç etmek zorunda kalan Arapların kente dönmesini ve kamu düzenini yeniden sağlayacak. Böylece bölgede bir rahatlama sağlanacak. Bu senaryo ne kadar hayata geçer, bunu zaman gösterecek. Ancak masaya yatırıldığında gerçeğe en uygun senaryonun bu olduğunu söyleyebiliriz.

Gelelim işin en civcivli kısmına. Yani ABD’nin neden Afrin ve Münbiç’i gözden çıkaracağına. Malum ABD’nin en başta sahada uygulamaya çalıştığı plan, Suriye’nin kuzeyi üzerinden Akdeniz’e açılacak bir koridor kurmaktı. Bu nedenle DAEŞ gibi bir terör örgütü bile kurulmuştu (Bu ifade bizzat ABD Başkanı Trump’un ifadesidir. Trump, başkanlık seçimi kampanyası sırasında 2016 yılının Ağustos ve Eylül aylarında yaptığı iki konuşmada DAEŞ’i Barack Obama ve Hillary Clinton’un kurduğunu açıklamıştı.) Ancak işler sahada böyle yürümedi. Türkiye’ye bu planı kabul ettirmek için 15 Temmuz’da işgal girişimi başarısız sonuçlanmış ve Türkiye karşı hamle olarak 15 Temmuz’dan yaklaşık bir ay sonra Fırat Kalkanı Harekâtı’nı başlatmıştı. Böylece Ayn el Arap ile Afrin arasında son birleşme noktasının ortasına hançer sokulmuştu. Türkiye bununla yetinmedi ve 20 Ocak 2018’de Afrin bölgesine yönelik Zeytin Dalı Harekâtı’nı başlattı. İşte planladığı bu koridor planı hüsrana uğrayan ABD, en ciddi yatırımı yaptığı Fırat’ın doğusundaki terör bölgelerini koruma altına almak istiyor. Bölgede çok sayıda ABD üssü ve askeri/özel unsurları olduğu biliniyor. Bu nedenle Afrin ve Münbiç’i vererek zaman kazanıyor. Ancak bunu yaparken Türkiye’nin Afrin ve Fırat Kalkanı harekât bölgesine izin vermediği gibi Fırat’ın doğusundaki terör bölgesine de izin vermeyeceğini çok iyi biliyor. Bu yüzden gücünü tahkim etmeden Afrin ve Münbiç gibi bölgelerde Türkiye ile karşı karşıya gelmesinin, ABD’nin yenilgisi ile sonuçlanacağını belki de bizlerden daha iyi analiz ediyor, gerekli yığınaklanma için zaman kazanıyor. Bu noktada kulağımıza çalınan şu iddiayı paylaşmakta fayda var: ABD sadece PYD/YPG terör örgütüne silah desteği sağlamıyor, ileride yapacağı olası kuvvet yığınaklanmasının kullanacağı silah, mühimmat, araç ve gereçlerini de bölgedeki özel depolara, üslere yığıyor. Bu araçlar, silahlar, mühimmatlar PYD’liler için getirilmedi ve onların kullanımına verilmedi. ABD bunları, ileride bölgeye kaydırabileceği kuvvetler için bölgeye yığdı. Bu askeri gücün kime karşı getirileceğini de varın siz bulun.

Nesnel olarak bakıldığında bu süreç Türkiye açısından da bazı avantajlar barındırıyor. Bu avantajları aktarmak için öncelikle Türkiye’nin önünde 4 kritik mücadele alanı olduğunu hatırlatmamız gerekiyor. Bunlar sırasıyla;

– PYD/YPG terör örgütü ile yürütülecek mücadele,

– PKK terör örgütünün yurt içi ve Kuzey Irak’taki hareketliliğine karşı yürütülecek mücadele,

– DAEŞ terör örgütünün yurt içindeki olası hücrelerine karşı yürütülecek mücadele,

– Kıbrıs ve Ege’de Yunanistan’a karşı yürütülecek mücadele.

Tek başına ciddi sorun olan bu 4 maddeye ek olarak Türkiye’ye yöneltilen ekonomik tehditleri de aktarırsak, bu durum ülkemize de zaman kazandırıyor. Bu süreçte Türkiye tehdit unsurları ile mücadelesini ilerletme imkânı sağlarken ayrıca ekonomik operasyonlara karşı tedbirlerini almış olacak ve TSK’yı kuvvetlendirici hamlelerini yapmış olacak. S-400’lerin alınması gibi adımlar, TSK’nın güçlendirilmesi olarak ele alınmalı.

Ayrıca bölgede kurulan iletişim ağını da güçlendirirse, 1-2 yıl sonra Fırat’ın doğusuna yapacağı operasyonda büyük avantajlar sağlamış olacak. Ekonomi seçeneğini kesinlikle göz ardı etmemek gerektiğini bir kez daha vurgulayalım. Çünkü her büyük operasyon ciddi bir maliyet gerektiriyor. Bu nedenle, olası bir mali taarruzun Türkiye’nin ulusal güvenliğini doğrudan ilgilendirdiğin altını çizelim.

Sözünü ettiğimiz dönemde en civcivli konuların başında ise şimdilerde pek konuşulmayan, ancak özellikle Zeytin Dalı Harekâtı sonrasında gündeme geleceğine kesin gözüyle bakılan İdlib meselesi olacak. İdlib’teki durum ve bölgedeki bütün dinamiklerin daha derinlemesine incelemesini ise bir sonraki makaleye bırakalım.