Twitter
Visit Us
YOUTUBE
YOUTUBE
LINKEDIN
Share

Giriş

Körfez ülkeleri ile İran arasındaki ilişkiler; tarihi, dini, kültürel nedenler, toprak anlaşmazlıkları gibi ikili sorunlar ve bölgesel güç mücadeleleri çerçevesinde şekillenmiştir. İlişkileri etkileyen diğer bir önemli faktör, uluslar arası politikanın dinamikleri ve büyük güçlerin bölgeye yönelik stratejileri olmuştur. Ayrıca, Körfez ülkelerinin bir parçası oldukları geniş Arap dünyası ile ilişkileri doğrudan ya da dolaylı olarak İran ile ilişkilerine de yansımaktadır.

1979 İran İslam Devrimi’nden sonra yeni İran rejiminin devrimci-İslamcı ideolojisi, devrim ihraç faaliyetleri ve Körfez monarşilerini hedef alması, Körfez-İran ilişkilerini belirlemede daha belirleyici bir etkiye sahip olmuştur. ABD ve Batı karşıtı bir tutum benimseyen İran rejimi, muhafazakâr Körfez monarşilerini bölgede ABD çıkarları doğrultusunda hareket etmekle, Filistin meselesinde pasif kalmakla suçlamıştır. İran’ın “Arap sokağına” seslenme yeteneği, Hizbullah gibi radikal gruplarla ilişkileri, asimetrik gücü ve nükleer programı Körfez ülkelerini İran’ın bölgesel niyetleri konusunda endişelendirmiştir. Şah rejimi ile de anlaşmazlıklar yaşayan ve Şahı yayılmacılıkla suçlasalar da rejimlerine karşı tehdit olarak görmeyen Körfez ülkelerinin tehdit algısında 1979’dan sonra İran merkezi bir rol oynamıştır.

Petrol ve doğalgaz zengini bir bölgede farklı ideolojik yaklaşımlar, farklı güvenlik anlayışları, farklı bölgesel vizyonlar ve bölgesel liderlik mücadelesi, beraberinde bölgesel kriz ve savaşları, silahlanma yarışını, dış müdahaleleri, terörü ve düşük yoğunluklu çatışmaları getirmiştir. 1980-1988 arasındaki İran-Irak Savaşı, 1990-1991’deki Körfez Krizi / Savaşı ve 2003’deki Irak işgali ağır sonuçlara yol açmış, bölgede istikrarsızlığı arttırmıştır. Ancak İran, üç savaştan da sırasıyla rejimini güçlendirmek, bölge ülkeleri ile ilişkilerini düzeltmek ve bölgesel nüfuzunu arttırmak gibi bazı siyasi kazanımlar elde etmiştir. 2010’da başlayan Arap Baharı, giderek başta Suudi Arabistan olmak üzere Körfez ülkeleri ile İran’ın karşı cephelerde, farklı müttefiklerle yürüttükleri adı konmamış bir savaşa yol açmış ve bölgesel güç dengelerini şekillendirme mücadelesine dönüşmüştür.

Bu çalışmada, İran ile Körfez ülkeleri arasındaki ilişkilerin tarihsel bir perspektif içinde ele alınarak, bölgesel güç dengelerini etkileme mücadelesi ve olası sonuçlarının incelenmesi amaçlanmaktadır. Bu çerçevede ilk bölümde Şah dönemi İran’ı ile Körfez ülkeleri arasındaki ilişkiler ele alınmakta, İran’ın Körfez’e yönelik politikasında İslam Devrimi’nden sonra da devamlılık gösteren hususlar üzerinde durulmakta, bu politikanın jeopolitik gereklilikler çerçevesinde belirlendiği vurgulanmaktadır. İkinci bölümde 1979 Devrimi’nden günümüze kadar olan dönem incelenmekte, ilişkilerde yumuşama ile sertleşme arasında bir döngünün hakim olduğu bu dönemin daha gerçekçi ve pragmatik, ancak mücadeleci bir temele oturduğu belirtilmektedir.

İran İslam Devrimi’nden Önceki Gelişmeler

İran İslam Devrimi öncesinde İran ile Körfez ülkeleri arasındaki ilişkiler, büyük ölçüde Arap dünyasındaki gelişmelerden ve Soğuk Savaş’ın bölgesel yansımalarından etkilenmiştir. 1948 Arap-İsrail Savaşı’ndan ağır bir yenilgiyle çıkan Arap ülkelerinde arka arkaya gerçekleşen iktidar değişiklikleri ve darbeler daha milliyetçi ve devrimci kadroların iş başına gelmesine neden olmuş, 1952’de Mısır’da iktidarı ele geçiren Hür Subaylar Hareketi’nin lideri Cemal Abdülnasır, Arap milliyetçiliğinin tüm bölgeye yayılmasına öncülük etmiştir. İsrail’e desteği nedeniyle ABD karşıtlığının hâkim olduğu devrimci-milliyetçi kadrolar 1948 yenilgisinin intikamını almak amacıyla başlattıkları silahlanma faaliyetlerinde Sovyetler Birliği’ni önemli bir tedarikçi olarak görmüş, ideolojik yakınlık duydukları bu ülkenin ABD’ye karşı denge oluşturmasını beklemişlerdir. Sovyetler Birliği’nin bölgede artan etkisini önlemeyi amaçlayan ABD 1955’te Bağdat Paktı’nın kurulmasını gündeme getirmiştir. İngiltere, Türkiye, Pakistan, İran ve Irak’ın katıldığı Pakt, Mısır’ın büyük tepkisine neden olmuş, bölgede bölünmelere yol açmıştır. Nasır Irak ve İran monarşilerini ağır şekilde eleştirmiş, Irak ve İran ise Bağdat Paktı’nı Mısır’a karşı bir koalisyon olarak değerlendirmişlerdir.[[1]] 1958’de Irak’ta monarşinin Abdülkerim Kasım liderliğindeki askeri darbeyle devrilmesi ve Kasım’ın Bağdat Paktı’ndan ayrılıp Sovyetler Birliği ile yakın ilişkiler kurması[[2]], ortak tehdit algısı nedeniyle İran ve Körfez monarşileri arasında yakınlaşmaya yol açmıştır. 1958 darbesinin ardından İran ile Suudi Arabistan, Kuveyt ve Katar arasında kıta sahanlığı anlaşmazlıkları çözülmüş, ticari ilişkiler gelişme kaydetmiştir.[[3]] Körfez ülkeleri, 1958 darbesinden sonra Körfez monarşileri için başlıca tehdit haline gelen Irak’ı, bir yandan Pan-Arap davalara destek ifade ederek ve İsrail ile Batı’ya karşı savaşan militanları finanse ederek yatıştırmayı hedeflerken, diğer yandan da İran ile iyi ilişkiler geliştirmek suretiyle Irak tehdidine karşı koymayı amaçlamışlardır. Zira İran Körfez’de bir numaralı güç olma arayışına karşın, Irak’ın yaptığı gibi monarşilerin egemenliğini tehdit etmemekteydi.[[4]] 1958 darbesinin İran dış politikası bakımından önemli bir sonucu, Bağdat Paktı’nın bir üye devlet rejiminin devrilmesini önleyemediğini göstermesi ve İran’ın Batı yanlısı bir ittifak içinde de facto bağlantısızlık politikası izlemeye karar vermesine yol açan faktörlerden biri olmasıdır.[[5]] Bununla birlikte, ABD’nin enerji ve güvenlik bağlantılı çıkarları, İran’a 1953 ile 1960 arasında 567 milyon dolar tutarında ekonomik, 450 milyon dolar tutarında askeri yardımda bulunmasına neden olmuştur.[[6]]

Arap milliyetçiliğinin güçlü olduğu bu dönemde gündeme gelen Pers Körfezi’nin adının Arap Körfezi olarak değiştirilmesi girişimleri, İran’ın Arap nüfusunun yoğun olduğu Huzistan bölgesinin Arap vatanının ayrılmaz parçası olduğu söylemleri[[7]] ve İran-İsrail ilişkileri, aralarındaki nisbi yakınlaşmaya rağmen, Körfez ülkeleri ile İran arasındaki ilişkilere olumsuz yansımıştır.

Körfez-İran ilişkilerini bu dönemde en fazla etkileyen gelişme, İngiltere’nin 1972’ye kadar bölgedeki kuvvetlerini çekeceğini açıklaması üzerine bölge güvenliğinin nasıl sağlanacağı hususundaki tartışmalar olmuştur. Vietnam Savaşı’nın ağır sonuçları nedeniyle doğrudan İngiltere’nin yerini almak niyetinde olmayan ABD, Körfez’in güvenliğini iki yakın müttefiki İran ve Suudi Arabistan’ın sağlamasını hedeflemekteydi. Ancak Suudi Arabistan, askeri gücünden rahatsızlık duyduğu İran ile işbirliğine olumlu yaklaşmamış, İran’ın küçük ortağı olmayı istememiştir. Suudi Arabistan’ın bu olumsuz tutumu esasen İran ile arasındaki demografik ve coğrafik dengesizliğin yarattığı endişelerle bağlantılıydı. Körfezin batı sahilindeki devletlerin topraklarının küçük, nüfuslarının az olması ve savaş deneyimi sınırlı küçük ordulara sahip bulunmaları, güvenliklerini dış güçlere bağlamalarında önemli rol oynamıştır. İngiltere, Hindistan’ı ve imparatorluk yolunu korumak, deniz yollarını ve pazarları denetim altına almak amacıyla yerleştiği[[8]] Körfez’deki 150 yıllık mevcudiyeti süresince bu rolü üstlenmiştir. İngiltere; Bahreyn, Oman, Kuveyt ve “barışçı devletler” olarak bilinen Abu Dabi, Dubai ve Şarjah ile yaptığı anlaşmalarla, bu küçük liman şeyhliklerinin dış dünya ile ilişkilerini yürütmüş[[9]] ve dışarıdan yönelebilecek tehditlere karşı güvenliklerini sağlamıştır. Suudi Arabistan’ın durumu farklılık gösterse de demografik yapısı ana problem olmayı sürdürmüştür. Nüfusu ve topraklarının büyüklüğüyle diğer Körfez ülkelerinden ayrılan İran’ın coğrafi ve demografik özellikleri farklı bir güvenlik anlayışı geliştirmesine yol açmıştır. İran, dış güçlerle yaşadığı tarihi tecrübeleri, köklü devlet geleneği ve askeri kabiliyetinin kendisine sağladığı üstünlüğü dikkate alarak, Körfez’in güvenliğinin dış güçlerce değil, Körfez ülkelerince sağlanması gerektiğini düşünmektedir. 1960’lardan itibaren İran ekonomisinin bağımlı olduğu petrolün ana ihraç yolu ve ekonomik hayat hattı olan Körfez’de başka bir gücün kontrol sağlamasını önlemek İran için hayati önem taşımaktadır. Bu çerçevede, dünya petrol ve doğalgaz rezervlerinin yarıya yakınını ihtiva eden Körfez’in güvenliğinin askeri gücü ve bu rolü üstlenmedeki istekliliği göz önüne alınarak İran’a verileceği açıktı. İran’ın Körfez ülkelerinin işbirliğini sağlamak amacıyla, Bahreyn’in bağımsızlığını tanıma karşılığında Abu Musa adası ile Büyük ve Küçük Tomb adalarının kontrolünde söz sahibi olmayı hedefleyen uzlaşma girişimlerinin tam bir uzlaşmayla neticelenmemesi (Abu Musa adasının ortak yönetimi konusunda Şarjah Emirliği ile anlaşmaya varılmış, Tomb adaları konusunda Ras el Hayma Emirliği ile uzlaşmaya varılamamıştı) üzerine Tomb adalarını işgal etmesi güvenlik işbirliği arayışlarını sekteye uğratmakla kalmamış, bölgede yeni bir gerginlik yaratmıştır. Adaları işgali, İran’ın yayılmacılıkla suçlanmasına yol açmış, Körfez ülkelerinin İran’a karşı güvensizliklerini arttırmıştır.

İran İslam Devrimi Sonrasındaki Gelişmeler

1979’da Şahın devrilmesiyle sonuçlanan İran İslam Devrimi’nin Körfez ülkeleri tarafından kendi monarşik rejimlerine tehdit olarak algılasalar da, ilk aşamada olumsuz karşılanmamasının arkasında Şah dönemi İran’ı ile yaşadıkları gerginliklerin önemli etkisi olmuştur. Öte yandan Körfez ülkeleri; devrimden sonra İran’ın iç problemlerinin artacağı, bölgesel rolünün azalacağı, adalar üzerindeki iddialarından vazgeçeceği, İsrail ile ilişkilerinin bozulmasının Arap-İsrail çatışmasında Arapları güçlendireceği, İslamcı ve daha az milliyetçi bir rejimin Pers Körfezi’nin Arap ya da İslam Körfezi şeklinde isimlendirilmesini kabul edeceği beklentisi içindeydi.[[10]] İranlı İslamcıların milliyetçilik karşıtı eğilimleri, İran’ın İslamiyet öncesi kültür ve geleneklerine düşmanlıkları, Pehlevi rejimiyle bağlantılı her şeyden nefret etmeleri ve İran’ın Körfez’in jandarması olmaması gerektiğini düşünmeleri, Körfez ülkelerinin beklentilerinde bir ölçüde haklılık payı olduğunu gösteriyordu.[[11]] Ancak, İslami rejimin uygulamaları, kısa sürede bu beklentilerin gerçekçi olmadığını ve İran’ın Körfez’e yönelik politikasında devamlılık olduğunu ortaya koymuştur. Hunter’a göre bu devamlılığın nedenlerinden biri, İran ile Körfez / Arap devletleri arasındaki etnik / mezhepsel bölünmeler, farklı tarihi arka planlar ve kültürel rekabet gibi faktörlerin etkisinin, Pan İslamist yaklaşımların bunları ortadan kaldıracağı beklentisine rağmen, önemini sürdürmüş olmasıdır. Hatta İslamiyet Arap-İran dostluğunun bir kaynağı olmaktan ziyade, daha bölücü bir unsur olarak ortaya çıkmıştır. Zira İslamcı evrenselcilik iddialarına rağmen, İran devriminin, İran toprağının ve tarihinin bir ürünü ve bu yüzden bir Şii fenomeni olması, Arap-İran ilişkilerinin mezhep boyutunun daha fazla dile getirilmesine ve daha büyük bir anlaşmazlık nedeni olmasına yol açmıştır. Diğer nedenler ise İran’ın Körfez politikasının güvenliği, ekonomisi ve kimliği ile bağlantılı olması ve İran-Körfez / Arap ilişkilerinin her zaman daha geniş uluslar arası politikalar ve Araplar arası ilişkilerin dinamiklerinden etkilenmiş olmasıdır.[[12]] Devrim, İran’ın ABD ile ilişkilerinde dramatik bir değişiklik yaratmış, ABD / Batı yanlısı İran’ın yerini, ABD / Batı karşıtı radikal bir rejim almıştır. Bu durum, Suudi Arabistan’ın Körfez’de ABD’nin ana dayanağı olmasına, ABD-İran ilişkilerinde belirleyici rol oynamasına rol açmıştır. İslam devriminin ideolojik kaynaklarını sadece Ayetullah Humeyni’nin görüşleri ve İslami doktrin değil, aynı zamanda militan üçüncü dünyacılık, sol düşünceler, Arap radikalizmi ve İran’ın tarihi tecrübeleri oluşturmuş, bu kaynaklar rejimin anti emperyalist, anti Siyonist karakterini şekillendirmiş, muhafazakâr Arap ülkelerine mesafeli hatta düşmanca yaklaşılırken, Suriye, Libya, Güney Yemen ve Filistin Kurtuluş Örgütü gibi ülke ve gruplarla olumlu ilişkiler kurulmuştur.[[13]]

İran’ın bölgedeki Şiilere ayaklanma çağrısı yapması, Kuveyt, Bahreyn, Suudi Arabistan ve Irak’ta etkisini göstermiş, nüfusun çoğunluğunu Şiilerin teşkil ettiği Irak’ta 1979’da Şiiler ile güvenlik güçleri arasında çıkan çatışmaların ardından Şii lider Muhammed Bekr El-Sadr idam edilmiştir.[[14]] Aynı yıl Bahreyn’de başlayan gösteriler, kendisini İmam Humeyni’nin Bahreyn’deki temsilcisi olarak tanımlayan bir Şii şeyhinin sınır dışı edilmesiyle sona ermiş[[15]], 1981’de ise gizli bir darbe planı ortaya çıkarılmıştır. Suudi Arabistan’ın Şiilerin yoğun olduğu petrol zengini Doğu bölgesinde 1979 ve 1980’de çatışmalar yaşanmış, 1985’te Kuveyt Emiri’ne suikast girişiminde bulunulmuştur.[[16]] 1987’de Kabe’de meydana gelen ve İranlı Şii hacılar ile Suudi güvenlik güçleri arasındaki çatışmalar sonunda 257’si İranlı Şii olmak üzere 401 kişinin öldüğü olaylar ise bu dönemin en dramatik gelişmesi olmuştur.[[17]] Bölgedeki Şii hareketlerinin İran modeli halk ayaklanmalarına yol açmadaki başarısızlıkları, İran’da devrimci coşkunun azalması ve daha ihtiyatlı politikalar izlenmesiyle Şii muhalefetin önemi giderek kaybolmuştur.

Bölgesel bir savaşa dönüşerek ciddi yıkıma yol açan ve 1980’de başlayarak sekiz yıl devam eden İran-Irak Savaşı, iki ülke ilişkilerinde öteden beri mevcut olan bazı kritik sorunların yeniden gündeme gelmesi ve Saddam Hüseyin’in kolay bir zafer elde edebileceği yanılgısına düşmesi üzerine başlamıştır. 1958’de monarşinin yıkılmasıyla bozulan İran-Irak ilişkileri, İran’ın Iraklı Kürtlere desteği ve Şattül Arap sınır meselesi nedeniyle 1975 Cezayir Anlaşması’na kadar gergin bir seyir izlemiştir. Cezayir Anlaşması ile Şattül Arap nehir sınırının yeniden belirlenmesi ve İran’ın Iraklı Kürtlere desteğini çekmesi sağlanmış, ilişkilerde 1979’a kadar ciddi bir sorun yaşanmamıştır. Ancak, İran’ın İslam Devrimi’nden sonra Iraklı Şiileri ayaklanmaya çağırmasının ardından yaşanan çatışmalar, Kürtlerin artan faaliyetleri ve Humeyni rejimine karşı özerklik talebiyle harekete geçen Huzistan Araplarına Irak tarafından silah yardımında bulunulması[[18]] gerginliği yeniden yükseltmiş, nihayet Irak’ın Eylül 1980’de İran’a saldırmasıyla savaş başlamıştır. Suriye ve Libya gibi birkaç Arap ülkesinin dışında, bütün Körfez ülkelerinin ve ABD’nin Irak’ın arkasında yer aldığı, askeri ve maddi bakımdan desteklediği savaş, İran tarafından Irak ve müttefiklerinin devrimi ezme girişimi olarak görülmüştür. Suudi Arabistan ve Körfez ülkeleri ise Saddam Hüseyin’in gerçekçi olmayan değerlendirmelerini paylaşmasalar da, İran’ın en azından gücünün sınırlarını ve Körfez ve İslam dünyasını kontrol altına alamayacağını anlamasını beklemişlerdir.[[19]] İran-Irak Savaşı, ne devrimin ezilmesi, ne de İran’ın gücünün sınırlarını anlaması sonucunu doğurmuş, aksine İran rejiminin güçlenmesine neden olmuştur.

Irak’ın 1990’da Kuveyt’i işgal etmesi, bir bakıma İran-Irak Savaşı’nın sonuçlarıyla bağlantılıydı. Savaştan sonra ağır borç yükü altındaki Irak’ın petrol gelirlerine güvenmesine rağmen, Suudi Arabistan ve Kuveyt’in OPEC kotalarına uymayarak fazla üretim yapması nedeniyle petrol fiyatlarının düşmesine yol açması, Irak’ın tepkisini çekmekteydi. Savaş döneminde bu ülkelerden aldığı borçların bir kısmının silinmesi talebinin reddedilmesi de Irak’ın rahatsızlığını arttırmıştı. Irak, Basra Körfezi’ne çıkışını daraltan Kuveyt’e ait bazı adaların ve Rumeyla petrol bölgesinin kendisine bırakılması gibi bazı aşırı taleplerinin de kabul edilmemesi üzerine Kuveyt’i işgal etmeye karar vermiştir.[[20]] Saddam, Kuveyt’i işgal ederken bölge ülkelerinin kendisini destekleyeceklerini, dış güçlerin ise etkisiz bir protestodan öteye gitmeyeceklerini düşünmüş, Sovyetler Birliği’nin dağılmakta olduğu ve Soğuk Savaş’ın bittiği gerçeğini dikkate almamış, dolayısıyla ABD Kuveyt’in çağrısına koşarken, Sovyetler Birliği’nin Irak’a yardıma gelmesi imkânına artık sahip olmadığını anlamamıştır.[[21]]

Kuveyt’in işgali üzerine, Mısır ve Suriye gibi bölge ülkelerinin de dâhil olduğu geniş bir koalisyon oluşturan, Suudi Arabistan’ın çağrısıyla bu ülkede askeri mevcudiyet tesis eden ABD, Irak’ın Kuveyt’ten çekilmesini sağladıktan sonra bu ülkeye yaptırımlar uygulanmasına öncülük etmiş ve Irak’ın Birleşmiş Milletler ile işbirliğini reddettiği her durumda Irak’ı bombalamayı sürdürmüştür. Bu durum Arap kamuoyunda Irak halkına karşı sempati yaratmış, Körfez monarşilerinde ise topraklarındaki ABD mevcudiyetine yönelik endişelere yol açmıştır. Nitekim Haziran 1995’te Dhahran, Kasım 1996’da El Khobar’daki ABD askeri tesislerine yapılan saldırılar, ABD askerlerinin “kutsal topraklardaki” mevcudiyetine ve ABD’yi bu topraklara davet eden Suudi yönetimine duyulan tepkiyi ortaya koymuştur.

Körfez Krizi’nden sonra İran ile Körfez ülkeleri arasında yumuşama gözlenmeye başlamıştır. Körfez ülkeleri İran’ın kriz sırasında sorumlu bir partner gibi davrandığını, ayrıca Humeyni’nin 1989’da ölmesinden sonra İran’ın yıkıcı faaliyetlerinin azaldığını düşünmekteydiler. İran’ın yeni Cumhurbaşkanı Rafsancani’nin pragmatik kişiliği ve İran ekonomisini içinde bulunduğu güç durumdan çıkarma, İran’ın izolasyonunu sona erdirerek normalleşmeyi sağlamayı amaçlaması da, yumuşama adımlarının atılmasını kolaylaştırmaktaydı. 1991’de Körfez İşbirliği Konseyi Dışişleri Bakanları ile İran Dışişleri Bakanı bir araya gelmiş ve ilişkilerin dayanacağı ilkeleri belirleyen bir anlaşmaya varılmıştı. Ancak 1992’de Abu Musa adasında yaşanan bazı gelişmeler gerginliğe yol açmış, bu durum Ocak 1993’e kadar sürmüştür. Esasen Körfez-İran ilişkilerinin 2003’e kadar devam eden bu dönemini, İran Cumhurbaşkanı Hatemi’nin Suudi Arabistan ziyaretiyle en üst noktasına varan yakınlaşma girişimleri ile İran’ın radikal gruplarla ilişkileri ve Lübnan, Filistin gibi alanlarda “Arap sokağına” yönelik tutumunun yarattığı rahatsızlık arasındaki gelgitlerin şekillendirdiği belirtilebilir. Bu dönemin en dikkat çekici gelişmesi, Suudi Arabistan’ın İran destekli Irak Şii muhalefetiyle temas kurması ve Suudi Arabistan, İran ve Suriye’nin çeşitli Iraklı muhalif grupları Saddam’a muhalefet ve Saddam sonrası geçiş dönemi için organize olmaya teşvik etmeleri olmuştur.[[22]] Ancak, Suudi Arabistan Mart-Nisan 1991’deki Şii ve Kürt ayaklanmaları sırasında ayaklanmacıları açıkça desteklemekte tereddüt etmiş, Irak’taki bir kaostan İran’ın yararlanacağını düşünmüştür. Suudi Arabistan Irak muhalefeti ile temaslarını sürdürmüşse de, Irak’ın parçalanması ve Irak’ın güneyinin İran hâkimiyetine girmesinden endişe duymuştur.

2003’deki ABD işgali ve Saddam’ın devrilmesinden sonra Irak parçalanmayacak, ancak Irak’ın hemen hemen tamamında İran nüfuzu kendisini hissettirecektir. Baas’tan arındırma politikası, Sünnilerin tüm önemli pozisyonlardan uzaklaştırılmasına, siyasi hayattan nerdeyse dışlanmalarına neden olacaktır. İran’ın desteklediği Şii gruplar Irak yönetiminde kritik mevkilere gelecek, güvenlik birimlerinde etkinlik kuracaklardır. ABD Başkanı Bush’un “terörle savaş” stratejisi kapsamında önce Afganistan’ın, sonra Irak’ın işgaliyle iki önemli düşmanından kurtulan İran, Irak’ın dengeleyici rolünün ortadan kalkmasıyla bölgedeki etkinliğini giderek arttıracaktır.

2003’den bu yana Suudi Arabistan ile İran arasındaki ilişkileri belirleyen ana unsur, bölgesel güç dengesini şekillendirme mücadelesi olmuştur. Hem İran, hem de Suudi Arabistan diğerinin bölgesel etkisini genişletmesini kendisi için net kayıp olarak görmektedir.[[23]] Bu jeopolitik oyunda Suudi Arabistan finans kaynaklarını ve medya organlarını kullanırken, İran militan devlet dışı aktörleri devreye sokmakta, Arap davası olarak görülen Filistin sorunu gibi konularda sahne dışına iterek, Suudi Arabistan’ın meşruiyetine karşı mücadele etmekte, Arap sokağı stratejisiyle Suudi Arabistan içindeki muhalifleri de provoke etmektedir.[[24]]

Arap Baharı’nın bölgede yarattığı istikrarsız ortamda ABD Başkanı Obama’nın bölge sorunlarıyla doğrudan ilgilenmeme politikası, Rusya etkin bir şekilde devreye girerken Suriye’deki çatışmalarda kararsız bir liderlik sergilemesi ve İran’ın nükleer programı ile ilgili anlaşmanın neticelenmesini sağlaması, Suudi Arabistan açısından olumsuz bir tablo yaratmıştır. ABD’nin pasif tutumu, Suudi Arabistan’ı İran’ın nükleer programı ve bölgesel nüfuzu konusunda aynı kaygıları taşıyan diğer bir dengeleyici güce yöneltmiş, Suudi Arabistan ile İsrail arasındaki ilişkiler dikkat çekici boyuta ulaşmıştır. ABD’deki yönetim değişikliğinin ardından İran’a karşı daha sert bir politika izleneceğinin işaretlerinin ortaya çıkmasıyla bölgesel güç mücadelesinde yeni bir aşamaya geçileceği anlaşılmaktadır.

Sonuç

Zengin doğal kaynakları ve coğrafi konumundan kaynaklanan stratejik önemi, Körfez bölgesini jeopolitik oyunların merkezi durumuna getirmiş, bölge ülkeleri arasında rekabet ve güç mücadelelerine neden olmuştur. 1979’dan bu yana üç bölgesel savaşa sahne olması, Körfez bölgesindeki güç dengelerinin değişmesi ya da değiştirilmek istenmesinden kaynaklanmıştır. Bölgedeki güç dengeleri İran, Irak ve Suudi Arabistan arasındaki ilişkiler ile yakından bağlantılı bulunmakta, bu ilişkilere ve arka plandaki dış desteklere bağlı olarak biçimlenmektedir.

İran’ın, ABD’nin güvenilir bir müttefiki iken 1979’daki İran İslam Devrimi’nden sonra ABD karşıtı radikal bir çizgiye yönelmesi, Körfez’deki güç dengelerinin yeniden ele alınmasına yol açmıştır. 1980-1988 İran-Irak Savaşı’nın arkasında sadece Irak lideri Saddam Hüseyin’in kişisel hırslarının olduğunu ileri sürmek yanıltıcı bir değerlendirme olmaktadır. Savaşın çıkmasında Saddam’ın hırslı kişiliğini kullanan Batı ve bölge ülkelerinin İran’da statükoyu geri getirme amaçlarının belirleyici olduğu anlaşılmaktadır. Sonuçta İran-Irak Savaşı, İran devrimini güçlendirmiş, İran halkının devrimin ilkelerini benimsesin benimsemesin yeni rejimin arkasında durmasına yol açarak rejimin ayakta kalmasını sağlamıştır.

İran-Irak Savaşı’nın hemen ardından Irak’ın Kuveyt’i işgali ve ABD tarafından “cezalandırılması”, bu kez Saddam’ın küresel güç dengelerini iyi değerlendirememesinden kaynaklanmış görünmektedir. ABD ise Irak’ta tam olarak öngöremediği bir rejim değişikliğinin İran’ın etkisini arttırabileceğinden çekinmiş ve Saddam’ın devrilmesinin değil, zayıflatılmasının çıkarlarına daha uygun olduğunu düşünmüştür.

2003’e gelindiğinde ise ABD’de 11 Eylül olaylarının etkide bulunduğu, oldukça farklı bir siyasi atmosfer söz konusuydu ve sadece Irak’ın değil, tüm Ortadoğu’nun gerekirse şiddet yoluyla “özgürleştirilmesi / demokratikleştirilmesi” hedeflenmekteydi. ABD’nin bu tutumu, İran’ın Irak başta olmak üzere, tüm Ortadoğu’da nüfuzunu arttırmasına, güç dengelerinin tam olarak değişmese de belirsizleşmesine neden olmuştur. Bu dengeleri kendi lehlerine değiştirmeyi amaçlayan ülkeler ile İran ve müttefikleri arasında devam eden mücadele, Arap Baharı’ndan sonra daha da kritik bir noktaya ulaşmış, bu kez Rusya’nın da sahaya girmesiyle küresel güç mücadelesinin bir unsuru haline gelmiştir. Henüz hiçbir tarafın üstünlük sağlayamadığı bu mücadele, İsrail gibi yeni aktörlerin de devreye girmesiyle muhtemelen daha çatışmacı bir sürece doğru gitmektedir. Bu çerçevede, Körfez’deki dengelerin daha geniş bölgesel / küresel hesaplaşmanın sonuçlarına göre şekilleneceği anlaşılmaktadır.

Kaynakça:

  • AKDOĞAN, İsmail, “İran Devrimi’nden Arap Baharı’na Suudi Arabistan-İran İlişkileri”, ORMER, Mart 2016, ormer.sakarya.edu.tr/20, 3,,67, iran-devriminden-arap-baharı-na-suudi-arabistan-iran-ilişkileri.html (01.04.2018).
  • ARMAOĞLU, Fahir, 20.Yüzyıl Siyasi Tarihi (1914-1990) Cilt I: 1914-1980, Türkiye İş Bankası Yayınları, Ankara 1991.
  • ARMAOĞLU, Fahir, 20.Yüzyıl Siyasi Tarihi (1914-1990) Cilt II: 1980-1990, Türkiye İş Bankası Yayınları, Ankara 1991.
  • CHUBİN, Shahram-TRIPP Charles, Iran-Saudi Arabia Relations and Regional Order, Oxford University Press, Oxford 2004.
  • CHUBİN, Shahram-ZABİH Sepehr, The Foreign Relations of Iran: A Developing State in a Zone of Great-Power Conflict, University of California Press, Berkeley 1974.
  • CLEVELAND, William L., Modern Ortadoğu Tarihi (Çev. Mehmet Harmancı), Agora Kitaplığı, İstanbul 2015.
  • EHTESHAMİ, Anoushiravan, Iran: Stuck in Transition, Routledge 2017.
  • GAUSE, Gregory, Oil Monarchies:Domestic and Security Challenges in the Arab Gulf States, Council on Foreign Relations Press, New York 1994.
  • GUZANSKY, Yoel, The Arab Gulf States and Reform in the Middle East: Between Iran and the “Arab Spring”, Palgrave Macmillan, New York 2015.
  • HOTTINGER, Arnold, “Political Institutions in Saudi Arabia, Kuwait and Bahrain”, CHUBİN, Shahram (Ed.), Security in the Persian Gulf: Domestic Political Factors, The International Institute for Strategic Studies, Allanheld, Osmun and Co. Publishers, New Jersey 1981.
  • HOURANI, Albert, Arap Halkları Tarihi (Çev.Yavuz Alogan), İletişim Yayınları, İstanbul 1997.
  • HUNTER, Shireen, “Iran’s Policy Toward the Persian Gulf: Dynamics of Continuity and Change”, EHTESHAMİ, Anoushiravan-BAGHAT, Gawdat-QUILLIAM, Neil (Eds.), Security and Bilateral Issues Between Iran and its Arab Neighbours, Palgrave Macmillan, New York 2017.
  • LEWIS, Bernard, Ortadoğu-İki Bin Yıllık Ortadoğu Tarihi (Çev. Selen Y. Kölay), Arkadaş Yayınevi, Ankara 2015.
  • MARSCHALL, Christin, Iran’s Persian Gulf Policy: From Khomeini to Khatami, Routledge, London 2003.
  • RAMAZANİ, Rumullah, “Arab-Iranian Relations in Modern Times”, iranicaonline.org/articles/arab-v (31.03.2018).
  • RUBIN, Barry, “The Persian Gulf Amid Global and Regional Crises”, RUBIN, Barry (Ed.), Crises in the Contemporary Persian Gulf, Frank Cass, London 2002.
  • WEHREY, Frederic, Saudi-Iranian Relations Since the Fall of Saddam: Rivalry, Cooperation, and Implications for US Policy, RAND Corporation, Santa Monica 2009.

[1] Rumullah Ramazani, “Arab-Iranian Relations in Modern Times”, www.iranicaonline.org/articles/arab-(31.03.2018).

[2] William L.Cleveland, Modern Ortadoğu Tarihi (Çev. Mehmet Harmancı), Agora Kitaplığı, İstanbul 2015, s. 365.

[3] Christin Marschall, Iran’s Persian Gulf Policy: From Khomeini to Khatami, Routledge, London 2003.

[4] Barry Rubin, “The Persian Gulf Amid Global and Regional Crises”, Barry Rubin (Ed.), Crises in the Contemporary Persian Gulf, Frank Cass, London 2002.

[5] Shahram Chubin- Sepehr Zabih, The Foreign Relations of Iran: A Developing State in a Zone of Great-Power Conflict, University of California Press, Berkeley 1974.

[6] Anoushiravan Ehteshami, Iran: Stuck in Transition, Routledge 2017.

[7] Marschall, a.g.e.

[8] Yoel Guzansky, The Arab Gulf States and Reform in the Middle East: Between Iran and the “Arab Spring”, Palgrave Macmillan, New York 2015, s. 8.

[9] Albert Hourani, Arap Halkları Tarihi (Çev. Yavuz Alogan), İletişim Yayınları, İstanbul 1997, s. 332.

[10] Shireen Hunter, “Iran’s Policy Toward the Persian Gulf:Dynamics of Continuity and Change”, Anoushiravan Ehteshami-Gawdat Baghat-Neil Quilliam (Eds.), Security and Bilateral Issues Between Iran and its Arab Neighbours, Palgrave Macmillan, New York, 2017, s. 14.

[11] Ibid.

[12] Ibid.

[13] Ibid.

[14] Fahir Armaoğlu, 20.Yüzyıl Siyasi Tarihi (1914-1990) Cilt I: 1914-1980, Türkiye İş Bankası Yayınları, Ankara 1991, s. 773.

[15] Arnold Hottinger, “Political Institutions in  Saudi Arabia, Kuwait and Bahrain”, Shahram Chubin (Ed.), Security in the Persian Gulf: Domestic Political Factors, The International Institute for Strategic Studies, Allanheld, Osmun and Co. Publishers, New Jersey 1981, s. 7.

[16] Gregory Gause, Oil Monarchies: Domestic and Security Challenges in the Arab Gulf States, Council on Foreign Relations Press, New York 1994, s. 32.

[17] İsmail Akdoğan, “İran Devrimi’nden Arap Baharı’na Suudi Arabistan-İran İlişkileri”, ORMER Mart 2016, ormer.sakarya.edu.tr/20,3,,67, iran-devriminden-arap-baharı-na-suudi-arabistan-iran-ilişkileri.html (31.03.2018).

[18] Armaoğlu, a.g.e., s. 776-777.

[19] Shahram Chubin-Charles Tripp, Iran-Saudi Arabia Relations and Regional Order, Oxford University Press, Oxford 2004.

[20] Fahir Armaoğlu, 20.Yüzyıl Siyasi Tarihi (1914-1990) Cilt II: 1980-1990, Türkiye İş Bankası Yayınları, Ankara 1991, s. 43-45.

[21] Bernard Lewis, Ortadoğu-İki Bin Yıllık Ortadoğu Tarihi (Çev. Selen Y. Kölay), Arkadaş Yayınevi, Ankara 2015, s. 463.

[22] Gause, a.g.e., s. 138.

[23] Frederic Wehrey, Saudi-Iranian Relations since the Fall of Saddam: Rivalry, Cooperation and Implications for US Policy, RAND Corporation, Santa Monica 2009.

[24] Ibid.