Twitter
Visit Us
YOUTUBE
YOUTUBE
LINKEDIN
Share

Halep ve kuzeyindeki  Rus bombardımanlarının ve Rakka-Musul hattının kontrolünde sağlanan ilerlemenin ardından ikmal ve kaçış yolları büyük ölçüde kesilen IŞİD’in tasfiyesi için uygun konjonktürün ortaya çıkmakta olduğu ve ateşkesin ihlal edilmemesi  halinde örgüte yönelik kara-hava harekatının yakın zamanda gündeme geleceği belirtiliyor.

Hava harekatının ABD, çok uluslu koalisyon ve Rusya tarafından, kara harekatının ise Irak’ta peşmergeler ve Irak Ordusu, Suriye’de de PYD ve muhtemelen Suriye Ordusu tarafından gerçekleştirilmesi beklenmekte. S.Arabistan’ın veya İslam Ordusu’nun kara gücü olarak harekata katılacağı yönündeki haberlerin ise kamuoyu oluşturmaya veya kamuoyunun tepkisini ölçmeye yönelik olduğu ve muhtemelen ABD’nin uyarısıyla da artık dile getirilmediği görülmektedir. Esasen ABD’nin, IŞİD ile mücadele amacıyla bile olsa Sünni güçlerin bölgeye girmesini istemediği, bunu bölgesel stratejisi ve özellikle Irak’taki çıkarları bakımından sakıncalı bulduğu düşünülmektedir.

ABD’nin, Afganistan işgalinden sonra başlayan, Irak işgaliyle de kesinlik kazanan temel stratejilerinden biri, Ortadoğu’da Şiileri güçlendirirken, kendisine ve Batı’ya yönelik terörün kaynağı olarak gördüğü Sünni radikalizmini zayıflatmaktır. Büyük Ortadoğu Projesi ile ortaya çıkarılmak istenen ılımlı İslamcılık, nasıl “ABD-Batı aleyhtarlığını kışkırtan” Sünni radikal İslamcılığa alternatif yaratmayı amaçlıyor idiyse Şii ekseninin güçlendirilmesi de aynı amaca yöneliktir. (Şüphesiz ki bu konunun İran, S.Arabistan, ABD/Batı ilişkileri bağlamında ayrıca incelenmesi gereken boyutları bulunmaktadır). Üstelik bu durum, mezhep çatışmalarını kışkırtmak suretiyle bölgede daimi bir istikrarsızlığı ve çatışma ortamını canlı tutarak İsrail’in çıkarlarına da hizmet etmektedir.

Bu noktada ABD’nin Suriye meselesine neden müdahil olduğu sorusuna cevap aramak gerekmektedir. ABD’nin Katar doğalgazının Suriye’nin kuzeyinden Avrupa’ya sevk edilmesini gerçekleştirmek, böylece bu sevkiyatı kendi kontrolü altına alırken Rusya’nın Avrupa’nın ana doğalgaz tedarikçisi olmasını engellemek, Rusya’nın Akdeniz’deki mevcudiyetine son verip stratejik üstünlük sağlamak gibi amaçlarla Suriye’de iç savaşı kışkırttığı yolunda görüşler olmakla birlikte, Rusya’nın “son kale” Suriye’yi kaybetmeme kararlılığı ve agresifliği karşısında, ABD’nin bu hedeflerini –gerçekten hedefleri bunlarsa- hayata geçirmekten oldukça uzak olduğu görülmektedir.

Buna karşılık, OBAMA Yönetimi’nin net bir Suriye stratejisi olmadığı, başından itibaren Suriye muhalefetini desteklemekte tereddüt ettiği, liderlik gösteremediği ve Rusya’nın süreci yönlendiren güç olmasına fırsat verdiği, sadece zemin kaybetmemeyi ve gelişmelerin Irak’ı etkilememesini hedefleyen bir politika izlediği yönünde eleştiriler de mevcuttur.

ABD’nin Ukrayna krizi nedeniyle karşı karşıya geldiği, NATO ile birlikte sert bir tutum izlediği, yaptırım uyguladığı Rusya’ya karşı Suriye’de yumuşak ve uzlaşmacı denilebilecek bir yaklaşım içinde olmasının nedeni ne olabilir? Anlaşılan o ki, ABD esas itibariyle Suriye üzerinde kendi stratejik hedeflerini gerçekleştirmekten ziyade, aralarında müttefiklerinin de olduğu başka ülkelerin stratejik hedeflerini gerçekleştirmelerini önlemek için Suriye meselesine müdahil olmuştur. Suriye kendi haline bırakılmış ve Rusya devreye girmemiş olsaydı, Alevi Baas rejimi kısa sürede çökebilir, bazı bölge ülkelerince desteklenen radikal Sünni gruplar iktidarı ele geçirebilirdi. Böyle bir durum, Irak’taki Sünnilerin de harekete geçmesine yol açabilir, hatta Kürt bölgesel yönetiminin mevcudiyetini tehdit edebilirdi. Dolayısıyla Rusya’nın devreye girmesi, hem rejimin varlığını koruması, hem IŞİD ve diğer radikal Sünni gruplarla mücadelede Rusya’yı ana hedef haline getirmesi, hem de Irak’a olumsuz yansımaları önlemesi nedeniyle gerçekte ABD’yi rahatlatan bir gelişme olmuştur.

IŞİD’e yönelik nihai harekattan sonra ABD’nin Suriye’deki gelişmelere ilgisinin Irak’a olası etkileri ile sınırlı kalacağını varsaymak yanlış olmayacaktır. Bu kapsamda, Cenevre sürecinin ileriki aşamalarında ABD’nin; radikal Sünni grupların, Müslüman Kardeşler Örgütü gibi siyasi muhaliflerin fazla güçlenmesine imkan vermeyerek, laik, liberal, Batı yanlısı muhalefeti ön plana çıkaracağı ve muhalefetin sınırlı da olsa temsiline imkan verecek bir siyasal çerçevede Esad’lı veya Esad’sız Baas rejiminin devamından yana bir yaklaşım içinde olacağı tahmin edilmektedir.

ABD-Rusya uzlaşısının Türkiye’yi asıl ilgilendiren boyutu, Suriye’nin kuzeyinde PYD kontrolünde bir Kürt oluşumunun hayatiyet kazanıp kazanmamasıdır. Petrol ve doğalgaz yataklarını barındırıyor olması ve Fırat Nehri’nin Suriye’ye girdiği bölgede bulunması nedeniyle, Suriye rejiminin bu bölgenin bir
Kürt oluşumunun daimi kontrolüne girmesine izin vermek istemeyeceği düşünülmekle birlikte, rejimin gelişmeler üzerinde ne kadar söz sahibi olduğu bilinmemektedir. Rusya’nın da bölgenin özelliklerini dikkate alarak, daimi bir Kürt kontrolünün kendi çıkarları ile bağdaşıp bağdaşmadığını sorgulaması beklenmelidir. Ancak mevcut durum itibariyle, PYD’nin muhalifler ve IŞİD ile savaşmasının karşılığını elde etme beklentisi içinde olduğu görülmektedir ve hem rejim hem de Rusya bu aşamada PYD’yi karşısına almak istemeyecektir. Dolayısıyla kesin çözümü Cenevre müzakerelerinin ileriki aşamalarına bırakmaları da muhtemeldir.

Sınırlarında ortaya çıkan bu tehlikeli durum karşısında Türkiye bakımından, olası Kürt koridoruna karşılık mülteci koridoru oluşturmak ve bir çeşit tampon bölge teşkil edecek bu yerleşimleri en azından Cenevre sürecinin bitimine kadar muhafaza etmek bir çözüm yolu olarak akla gelmektedir. Bu bölgelerde muhaliflerin faaliyetine izin vermeme karşılığında Rusya ve rejimin olası saldırılarını önleyecek zımni bir mutabakatın sözkonusu olabilmesi halinde, fiili bir güvenli bölge tesisi de mümkün olabilecektir. Mülteci akını konusunda hassas olan, başta Almanya olmak üzere, Avrupa ülkelerinin desteğinin sağlanması, böyle bir çözümü, baskılara karşın yaşayabilir kılacaktır.