Twitter
Visit Us
YOUTUBE
YOUTUBE
LINKEDIN
Share

Devletler aileler gibidir. Mutlu, iyi, kötü ve zor zamanları olur. Umudun kaybolduğu, karamsarlığın hüküm sürdüğü zamanlar olur. Diriliş zamanları olur. Hep merak etmişimdir. 93 Harbi sonunda (1878) Rus ordusu Yeşilköy’e dayandığında İstanbul halkı nasıl bir ruh hali içindeydi? Ya da Balkan Harbinde Bulgar Ordusu Edirne işgalinden sonra Çatalca’ya kadar ilerlediğinde (1912) ne hissediyorlardı? 19. ve erken 20. yüzyılın savaş sanatına yönelik ateş gücünün bugünkü yeteneklerle kıyaslanamayacak düzeyde geri olduğu bir dönemde, tüm mesele disiplinli, savaşçı ve ölmeye hazır insan gücüne bağlıydı. Birinci Dünya Harbinde cereyan eden Verdun Savaşında 300 günde 300 bin Fransız ve Alman askeri ölmüştü. Günde bin asker. Çanakkale Savaşlarında 10 ayda 130 bin asker hayatını kaybetmişti. Hava Kuvvetleri gökyüzüne hakim olana kadar harplerde en büyük teknolojik yetenek savaş gemisiydi. Ufkun ötesinden bir anda çıkıp gelip limanları devasa topları ile yerle bir edebilirlerdi. Ancak kesin sonuç için kıyıya mutlaka asker çıkarılmalı ve işgal gerçekleşmeliydi. Egemon devletler kapitalizmin emperyalizme geçiş döneminde bu yeteneği Çin’den Afrika’ya, Güney Amerika’dan Hindistan’a, etkinlikle uygulayabildi. Donanmanın ateş gücüne, demir yollarının ulaştırma gücü eklendiğinde, kara asker gücünün zamanla kıta içlerine sokulması ve başkentlerin işgali mümkün oldu.

YENİLMEK VE TESLİM OLMAK ARASINDA FARK VARDIR

Tarih boyunca teslim olmayan, büyük kayıp ve acılara rağmen savaşmaya devam eden uluslar da oldu. Diğer bir deyişle yenilen ama teslim olmayanlar tarihteki şerefli yerini aldı. 30 Ekim 1918 günü imzalanan Mondros Ateşkesinden 13 gün sonra İstanbul işgaline gelen 55 parçalık müttefik filoya bakarak Kartal istimbotu üzerinde “Geldikleri gibi giderler” diyebilen Mustafa Kemal bunu söylerken Türk milletinin yenilebileceğini ama asla teslim olmayacağını biliyordu. Daha uzaklara gidelim. Yıllar önce TV’de seyrettiğim bir programda Avrupalı gazeteci Kuzey Vietnamlı köylüye “ABD’ye karşı nasıl kazandınız ?” diye sorduğunda verdiği cevap çok anlamlıydı: “Ölerek.”

YENİ NESİL SAVAŞLARDAKİ DURUM

Bu örnekleri neden verdim. Sosyal medya ve algı operasyonlarının da savaşın bir parçası olduğu beşinci nesil savaşların yaşandığı günümüzde, hegemonya, artık küresel çıkarları için kendi kanını dökmüyor. Vekillerin (Proxy) kanını döküyor. Ancak vekil savaşları ile de kesin sonuç alınamıyor. Afganistan, Irak, Libya ve Suriye ortada. Hegemonya, siyaseti, ekonomiyi ve hatta uluslararası hukuku savaşın aracı yapıyor. Günümüzün ambargoları, ekonomik cezalandırma yöntemleri, tahkim mahkemeleri, kumpas davalar, suni hükümet skandalları, kur operasyonları ganbot diplomasisinin önüne geçmiş durumda. Rakip devletlerin iç siyasi ve ekonomik ortamının şekillendirilmesi devletin ateş gücünün kullanılmasının önünde. Venezüella’da ve İran’da yaşanan budur. Buradaki savaşın kazananı ateş gücünü en iyi kullanan ya da kullanma niyetinde olan taraf değil. Ekonomik saldırılara dayanabilen, refah azalmasına katlanabilenler.

DÖVİZ KURUYLA JEOPOLİTİK MÜCADELE

Bugün, Türkiye, döviz kuru operasyonu ile sonuçları jeopolitik olan bir mücadelenin içine çekilmiştir. Aslında bu mücadele 15 Temmuz 2016 gecesi başlamıştır. Bugünkü ekonomik savaş aşaması, başarısız olan FETÖ darbesinin bir devamıdır. Ülkemizden istenen jeopolitik geri çekilmedir. Irak, Suriye, Doğu Akdeniz, Ege ve Karadeniz’deki çıkarlarımızın terk edilmesidir. Avrasya yakınlaşmasının durdurulmasıdır. Bunun hukuk sahasına bir yansıması da PKK ve FETÖ ile mücadelenin sonlandırılmasıdır.

DOLAR KURUNA İNDİRGENEN MİLLİ ÇIKARLARIMIZ

Türkiye’nin 21’inci yüzyıldaki kaderi dolar kuruna indirgenerek, gelecek kuşakların bir nevi sömürge vatandaşı konumuna geriletilmesi dayatılıyor. Ne yapmalı? Partiler ve siyaset üstü bir yaklaşımla devlet gemisinin karaya oturması önlenmelidir. Milletçe bu kurguya direnilmelidir. Neoliberal tüketim ekonomisinin uyuşturucu etkisinden arınmalı ve üreten, tasarruf eden Mustafa Kemal dönemi ayarlarına geri dönülmelidir. Zira bu gemi karaya oturduğunda ayrı ayrı kazananı veya kaybedeni olmayacaktır. Herkes kaybedecektir. Bu süreçte BRICS ülkeleri ile dayanışmaya girilmesi mücadelenin en önemli unsuru olmalıdır. İç cepheye gelince. İki yıl önce 15 Temmuz 2016 darbesinden bir hafta sonra yazdığım köşe yazısının son paragrafındaki cümlelerimi iktidar ve muhalefetin beraberce, devlet gemisinin rotasını açık denize çevirebilmesi dileğiyle tekrar edeyim:

“Bir kesim 15 Temmuz sonrasını İkinci Kurtuluş Savaşı olarak adlandırıyor. Bu doğru bir tespittir. Türkiye, Avrupa Atlantik sistemin yönlendirmesi, devşirmesi, bilinçlendirmesi sonucu yaşadığı bu kuşatmadan ancak post modern bir Kurtuluş Savaşı ile çıkabilir. Önce devleti sarmış FETÖ kanserinden kurtulmalıyız. Daha sonra iktidar, tüm kesimleri kucaklayarak liyakat, bilim ve aklı öne çıkaran yeni bir siyasi sistemin önünü açmalıdır. Dinin ortak payda olamayacağı, aksine düşmanlık ve kutuplaşmayı artıracağı, FETÖ’nün İslam referanslı iktidara saldırması ile ortaya çıkmıştır. Bu zor dönemde Laiklik ve Mustafa Kemal’in çimento olarak kitleleri birleştirici özelliği, sonuna kadar kullanılmalıdır. Artık Türkiye’de sağcı, solcu, dinci, laik, Türk, Kürt ayrışması yapılmamalıdır. Her kesim milli düşünmeli ve gayri milli emperyal cepheye tavır almalıdır. Milli cephenin bugüne kadar ölümsüz lideri Atatürk olmuştur. Bugün 15 Temmuz suikastı sonrası, iktidar partisini kendisine oy vermeyen milyonlarla asgari müşterekte birleştirecek unsur, millici uyanışla devleti koruma refleksi ve Atatürk olmalıdır. Zira dönemin koşulları Atatürk’ün emperyalizmle savaştığı koşullara benzemektedir. Türkiye tarihsel tecrübesini kullanmalı ve kurucu ideolojinin temellerine geri dönmelidir.”

Bu yazıyı Hintli yazar Tagore’nin mısraları ile tamamlayalım:

“Aklın korkmadığı, başının dik tutulduğu yerde,

Bilginin özgürce dolaştığı yerde,

Taassubun dünyayı bölümlere ayırmadığı yerde,

Sözlerin, gerçeği derinliklerinden fışkırttığı yerde,

Sürekli mücadelenin erdemleşmeye doğru kollarını uzattığı yerde,

Aklın insanı fikir ve eylemin daha geniş saatlerine itelediği yerde Tanrım,

İşte o özgürlüğün gökleri altında yurdumu uyar.”