Twitter
Visit Us
YOUTUBE
YOUTUBE
LINKEDIN
Share

 

Yunanistan ile aramızdaki sorunları doğası:

Batı Yunanistan’ı, özel olarak Osmanlı devletine, genel olarak Türklere set çekmek için kurdurmuştur. Yunanistan, Kıbrıs da dâhil, kıta sahanlığı, karasuları, hava sahası, münhasır ekonomik bölgesi, arama kurtarma (SAR)  ve uçuş malumat (FIR) bölgeleri ile birlikte Avrupa’nın doğal bir parçası kabul edilmektedir. Bu nedenle, Yunanistan ile olan sorunları çözmek sanıldığından çok daha zordur! Çünkü Yunanistan ile aramızda olan her sorun, aynı zamanda özel olarak Avrupa, genel olarak Batı dünyası ile aramızda olan bir sorundur. Batı dünyası Ortodoks ailenin bir parçası olmasına rağmen, jeopolitik ve kültürel nedenlerle Yunanistan’ı öz evladı olarak görmektedir. Çünkü Batı uygarlığı, başlangıç noktasına Helen’e dayandırmıştır. Adım atmak için sadece Yunanistan ile anlaşmak yetmez; Batı’nın da onayı alınmalıdır.

Türkiye 1952 yılından beri Yunanistan ile NATO ittifakı içinde yer almasına rağmen, karşılıklı ilişkilerde en küçük bir iyileşme ve yumuşama görülmemiş, aksine sorunlar daha da derinleşmiştir. Zaman zaman iki ülke arasında Güven ve Güven Artırıcı Önlemler (GGAÖ) konusunda bir takım adımlar atılmışsa da yapısal nedenlerle somut anlamda bir ilerleme sağlanamamıştır. Yunanistan, Türkiye’nin Avrupa Birliği (AB) sürecini büyük bir fırsat olarak görmekte, Türkiye’nin bu sevdasını kendi çıkarlarını genişletmek için kullanmaktadır. Batı ve Yunanistan, bir ve bütün olarak Ege ve Doğu Akdeniz sorunlarında Türkiye’nin karşısına çıkmaktadır.

Sorunlar farklı yaklaşımlar nedeniyle neredeyse çözümsüzdür. Yunanistan’a ve dolayısıyla Batı’ya göre, Ege bir Yunan gölü, Doğu Akdeniz ise Kıbrıslı Rumların aslan payını aldığı bir denizdir. Her iki denizde de Türkiye’nin büyük çıkar alanları olamaz! Türkiye karasuları içine hapsedilmelidir. Türkiye ise jeopolitik, coğrafya ve kıta sahanlığından kaynaklanan büyük üstünlüğüne rağmen, bu denizlerde hakça ve adil bir paylaşımı savunmaktadır. Türkiye’nin talepleri makul, ölçülü ve uluslararası hukuk normlarına uygundur. Ancak karşısında uzlaşmaz ve güvenilmez Batı kulübü bulunmaktadır.

Yunanistan ile aramızdaki sorun sahaları:

Karasuları:

Bu konuda sürekli olarak arayış içinde olan ve çıkan her fırsattan istifade ederek karasularını genişletmek isteyen Yunanistan’dır. Lozan’da açık bir hüküm olmamasına karşın karasularının genişliğinin 3 deniz mili olarak kabul edildiği anlaşılmaktadır. Ancak Yunanistan, 1936 yılında tek taraflı olarak karasularının genişliğini 6 mile çıkarmıştır. Türkiye uzun yıllar karşılık vermeyerek, ortak bir noktada buluşmak istemiş ama bir sonuç alamayınca, 1964 yılında karasularını 6 mile genişlettiğini ilan etmiştir. Böylece Ege’de bugün de geçerli olan statüko doğmuştur.

Yunanistan daha sonra 1982 yılında imzalanan Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi’ni (BMDHS) kendi çıkarları doğrultusunda yorumlayarak, karasularını yeniden genişletme arayışı içerisine girmiştir. Bu sözleşmede karasularının 12 mile kadar uzatılabileceği belirtilmekteyse de tartışmalı alanlarda uzlaşma ile çözüm bulunması gerektiği, kötü niyetle hareket edilemeyeceği de özellikle vurgulanmaktadır. Türkiye her türlü istismara açık bu anlaşmaya taraf olmamıştır. Yunan Parlamento’su bu çerçevede, Yunan Hükümeti’ne uygun gördüğü anda karasularını 6 milin üzerine çıkarmak üzere yetki vermiştir! Türkiye ise Yunanistan’ın böyle bir girişimini “savaş nedeni (casus belli)” sayacağını açıklamıştır!

Peki, iki ülke de karasularını 12 mile çıkarırsa ne olur? Böyle bir durumda, adaların da karasuları olduğundan, Yunan adalarının çokluğu nedeniyle Yunanistan, Türkiye’ye karşı çok büyük bir avantaj sağlar. Yunanistan hükümranlık alanına dâhil olan deniz sahası şu an yüzde 43 dolayında iken bu oran yüzde 71’e yükselir.  Egemenliğin kimde olduğu belirlenmeyen ada ve adacıklar ayrı bir karışıklık yaratır. En önemlisi, Ege’deki açık denizalanı yaklaşık yüzde 50’den, yaklaşık yüzde 20’ye düşer! Bu ise Türkiye’nin Ege’deki ekonomik, ticari ve stratejik hareket alanının daraltılması anlamına gelir! Ayrıca karasularının üzerindeki saha, hava sahası olarak kabul edildiğinden, böyle bir yaklaşım hava sahası konusunda ayrı bir tartışmayı da tetikler!

Hava Sahası:

Uluslararası kurallara göre, bir ülkenin hava sahası, ana kıtası ve karasuları genişliğine eşit ve onun üzerindeki sahadır. Buna rağmen Yunanistan, 1931 yılında bir iç hukuki düzenleme yaparak hava sahasını 10 deniz miline çıkarmıştır. Bu düzenlemenin sivil havacılık ve hava korsanlığı ile mücadele kapsamında hayata geçirildiği ifade edilmiştir. Ancak Yunanistan 1945 yılında bu iç düzenlemesini dünyaya ilan etmiş, uluslararası bir boyut kazandırmış ve uyulmasını talep etmiştir. Karasuları 6 mil iken hava sahasını 10 mile çıkarmak uluslararası hukukun açık bir ihlalidir. Türkiye, haklı olarak bu tek taraflı ve korsanca girişimi tanımamış ve bu sahalarda askeri hava faaliyetleri icra etmiştir.

Yunanistan, muhtemelen konu hukuki bir yörüngeye girdiğinde, karasularını 1982 BMDHS gereğince 12 mile kadar uzatma hakkı olduğunu öne sürecektir. Türkiye, bazı barışseverlerin (!) ve uzlaşmacı yöneticilerinin (teslimiyetçi mi demeliyiz?) ifade ettiği gibi, bu alanlarda faaliyet göstermez ve pasif kalırsa, Yunanistan “de facto” olarak 10 deniz mili hava sahasını fiilen kullanmış olacaktır. Bu ise günün birinde yapılabilecek müzakerelerde, “Bakınız, Türkiye şu tarihten itibaren bu hava sahalarını kullanmıyor; demek ki bizim tezlerimizi kabul etmiş; şimdi niye tutarsız davranıyor!” şeklinde aleyhimizde kullanılacaktır.

Kıta Sahanlığı ve Münhasır Ekonomik Bölge:

Öncelikle bir hususun altını çizmeliyiz. 1982 BMDHS’nin imzalanmasından sonra daha somut kriterler koyan Münhasır Ekonomik Bölge (MEB, EEZ, Exclusive Economiz Zone) kavramı, Kıta Sahanlığı kavramına göre daha büyük bir önem ve öncelik taşımaya başlamıştır. Ancak Kıta Sahanlığı, irili ufaklı adalarla dolu ve birden çok ülke tarafından paylaşılan, özellik arz eden deniz alanlarında hâlâ önemini korumaktadır. Ege denizi de böyle alanlardan birisidir.

Kıta Sahanlığı, “Kıyıya bitişik deniz tabanı ya da altında, ancak karasularının dışında 200 metre ya da bunun ilerisine uzanan derinliklere kadar olan, doğal kaynakların işletilebildiği alandır.” Bu tanım 1958 tarihli Cenevre Kıta Sahanlığı Sözleşmesi’nden alınmıştır. Sözleşme’nin 1’inci maddesinin 1.b paragrafında, adalar da işin içine sokularak, “adaların kıyılarına bitişik benzeri alanların deniz yatağı ve onun toprak altında kalan kısmı” tanımı yapılmıştır.

Yunanistan 1.b paragrafına dayanarak, adaların da kıta sahanlığı olduğunu ve adaların kıta ülkesi ile eşit statüde olduğunu ileri sürmektedir. Bu iddiasını desteklemek için aynı sözleşmenin 6’ncı maddesinin 2’nci paragrafına atıf yapmaktadır: “Herhangi bir anlaşma yapılmamışsa ya da özel koşullar başka bir sınırlandırma çizgisini haklı kılmıyorsa, sınırlandırma hattı, bütün noktaları her bir devletin karasularının ölçümüne esas teşkil eden kıyı çizgisine eşit uzaklıkta olan hattır.”

İrili ufaklı yüzlerce adanın Ege gibi çok özel bir deniz sahasında Anadolu ile aynı kategoriye sokulması, jeoloji, jeomorfoloji gibi bilimlerin inkârı olur. Türkiye, Ege’de özel koşulların (special circumstances) olduğu konusunda ısrar ederken, Yunanistan bunu reddetmektedir. Türkiye’nin böyle bir dayatmayı kabul etmesi, Ege’nin üstü ve altındaki tüm zenginliklerin altın tepsi ile Yunanistan’a ikram edilmesi anlamı taşır.

Karakas’ta yapılan 1982 BMDHS, bu yönde yepyeni bir kavramı ortaya çıkarmıştır: “Münhasır Ekonomik Bölge (MEB)” MEB, ülkelerin kıyılarından itibaren 200 deniz miline kadar uzanan, ilgili ülkeye ait özel bir ekonomik çıkar alanıdır. Bu alandaki deniz içi, deniz dibi ve deniz altı kaynakların kullanım hakkı ilgili ülkeye aittir. Böylece kıta sahanlığından kaynaklanan ve geniş bir alana yayılan tartışmaların sınırlandırılması, sadeleştirilmesi ve böylece sorunların çözümünün kolaylaştırılması hedeflenmiştir.

MEB, adaların bulunmadığı Karadeniz’de sahildar ülkeler arasında sorunsuz olarak belirlenmiştir. Ancak gerçekten de Ege çok özel bir denizdir. Kıta Sahanlığı da MEB de esas alınsa, bu denizde sorun ancak hakkaniyet esasına göre çözülebilir. Birkaç yüz bin insanın yaşadığı adalar ile 70 milyonun yaşadığı Anadolu arasında ekonomik kaynakların adil olarak dağıtılması gerekir!

Mevcut durumda, karasuları nedeniyle Yunanistan Ege’nin yaklaşık yüzde 43’üne, Türkiye ise sadece yaklaşık yüzde 7’sine sahiptir. Halen ortada kalan yüzde 50’nin adaletli bir şekilde paylaşılması gerekir. “Biz sorunları çözeceğiz!” diyenlerden, öncelikle bu gerçeklerin ayırdında olması ve buna göre müzakere stratejileri belirlemesi beklenir. Türkiye toplamda yüzde 40’ın azına razı olmamalıdır!

Bu iki sorun da Yunanistan’ın “eşit uzaklık”, Türkiye’nin ise “hakkaniyet” konusundaki ısrarlı tutumu nedeniyle kilitlenmiştir.

Uçuş Malumat Bölgesi (Flight Information Region-FIR)

FIR, herhangi bir sivil uçuşun hangi ülkenin güvenlik ve denetim sorumluluğunda yapılabileceğini gösteren özel hava bölgeleridir. Atina ile İstanbul arasındaki sorumluluk sahasını ayıran FIR hattı, 1952 yılında Uluslararası Sivil Havacılık Örgütü (ICAO) tarafından tespit edilmiştir. Bu konuyu düzenleyen hükümler, 7 Aralık 1944 tarihli Şikago Sözleşmesi’nde yer almaktadır. FIR, sivil uçuş güvenliği ile usulleri düzenleyen ve teknik konuları kapsayan bir alandır. Bu alanın denetim sorumluluğu, hiç surette ilgili ülkeye hükümranlık hakları tanımaz! Bir ülke, “Bu FIR’dan ben sorumluyum; o halde bu hava sahası bana aittir!” diyemez! Derse, uluslararası kuralları bariz şekilde ihlal etmiş olur!”

Bu açık hukuki alt yapıya rağmen Yunanistan, Türk devlet uçaklarından da ticari uçaklar gibi “uçuş planı” talep etmektedir! Bu ise açıkça Yunanistan’ın FIR’ı bir egemenlik alanı gibi gördüğünü göstermektedir. Türkiye yüzde yüz haklı olduğu bu konuda Yunanistan’ın hiçbir talebini kabul edemez.

Anlaşmalara Aykırı Olarak Adaların Silahlandırılması:

Uluslararası antlaşmalar gereğince Yunanistan, Anadolu’yu batıdan kuşatan Ege adalarını silahlandıramaz! Türkiye bu konuda hukuken çok kuvvetlidir. 13 Şubat 1914 tarihli Altı Büyük Devlet Kararı (Lozan’ın 12’nci maddesi ile onaylanmıştır.), Lozan Barış Antlaşması’nın 13’üncü maddesi, Lozan Barış Antlaşması’na ek Lozan Boğazlar Sözleşmesi’nin 3, 4 ve 6’ncı maddeleri uyarınca Yunanistan Limni, Taşoz, Semadirek, İpsara, Midilli, Sakız, Sisam ve Ahikerya’da deniz üssü ve askeri tesis inşa edemez! Sadece emniyet hizmetleri için sınırlı sayıda polis ve jandarma istihdam edebilir!

Güney Ege’de de Rodos’u da içine alan ve Menteşe adaları olarak da isimlendirilen 14 ada, 1947 tarihli Paris Barış Antlaşması’nın 14’üncü maddesinin 2’nci fıkrası ve Antlaşma’nın 13’üncü eki ile bütünüyle gayrı askeri statüye sokulmuştur. Silahsızlandırma alanı, bu adaların karasuları ile üzerlerindeki hava sahasını da kapsamaktadır. Bu nedenle askeri gemiler bu adalara giremez; adaların hava sahasında askeri uçuşlar yapılamaz!

Ancak Yunanistan, sıraladığım uluslararası antlaşmaları ihlal ederek 1960’lı yıllardan itibaren bu adaları yoğun olarak silahlandırmıştır. Batı ülkelerinin göz yumması ve hatta desteklemesi nedeniyle Yunanistan “de facto” bir askeri statü yaratmıştır. Maalesef, Batı ülkeleri ve NATO’ya ait harp gemileri bu adaları yoğun olarak kullanmış, üzerlerinde uçuşlar yapmışlardır. Türkiye, Yunanistan’ın yanı sıra bu konuda Batı ülkeleri ve NATO’ya karşı da mücadele vermek zorunda kalmıştır.

Yunanistan, bu gayrı hukuku durumu, “Doğu’dan gelen tehdit!” gibi temeli olmayan bir gerekçeyle savunmaktadır. Bu ihlal, tek başına bile işine gelmediği takdirde, “Batı’nın hukuka sırtını dönebileceğini” göstermektedir.

Egemenliği Anlaşmalarla Yunanistan’a Devredilmemiş Ada Adacık ve Kayalıklar:

Bu sorun, 25 Aralık 1995 tarihinde Figen Akad isimli Türk ticaret gemisinin Kardak’ta karaya oturması nedeniyle ilk kez gündeme gelmiştir. Gerginlik, kısa sürede krize dönüşmüştür. Bu krizde Türk Dışişleri Bakanlığı ile Yunanistan’ın Ankara Büyükelçiliği arasında nota teatileri yaşanmış ve böylece bu ihtilaf resmi bir nitelik kazanmıştır. O dönemde izlenen milli politikalar nedeniyle Türkiye, bu sorunda ilkeli ve kararlı bir duruş sergilemiştir.

Yunanistan’ın tezi şudur: “Anadolu kıyılarının 3 deniz mili dışında bulunan bütün ada, adacık ve kayalıklar benim egemenlik saham içerisindedir.” Bunu da Lozan Antlaşması’nın 12 ve 16’ncı maddelerini kendi çıkarına uygun olarak yorumlayarak gerekçelendirmektedir.

Uluslararası hukuk gereğince, bir ülkenin belirli bir toprak parçası üzerinde egemenlik hakkı ileri sürebilmesi için bu alanın bir antlaşma ile kendisine devredilmesi gerekmektedir. Hiçbir koşulda otomatik olarak hükümranlık hakkı doğmaz!

Yunanistan’a; Londra (30 Mayıs 1913), Atina (14 Kasım 1913), Altı Büyük Devlet Kararı (13 Şubat 1914), Lozan (24 Temmuz 1923) ve Paris (10 Şubat 1947) antlaşmaları ile isimleri resmen zikredilen, Osmanlı Devleti ve İtalya’ya ait ada ve adacıklar devredilmiştir. Hiçbir ülke Yunanistan’ın bu konudaki egemenlik hakkına karşı çıkmamaktadır.

Ancak Yunanistan bu antlaşmaların bütünüyle dışında, hiçbir antlaşmanın konusu olmayan Ege’deki 150 civarındaki, irili ufaklı ada, adacık ve kayalık hakkında tek taraflı olarak hak iddia etmektedir. Bu çerçevede, kendi ana kıtasına yakın bu tür adalarda herhangi bir faaliyette bulunmazken, Türkiye’ye yakın adalarda devlet uygulaması tabir ettiğimiz, iskele, liman, fener, helikopter pisti, kilise gibi inşa projeleri ile egemenlik iddialarını pekiştirmeye çalışmaktadır. Son dönemlerde işi daha da ileri götürerek bu adalarda askeri faaliyetlerde bulunmaktadır.

Türk Deniz Kuvvetleri, 1996 yılının Ocak ayının sonunda çok kısa süre içinde olaya müdahil olmuş, Kardak adacıkları civarında kısmi deniz kontrolü sağlamış, olaya Yunan Deniz Kuvvetlerinin müdahil olmasını engelleyerek inisiyatifi ele geçirmiştir. Böylece Yunanistan geri adım atmak zorunda kalmış, Başbakan, Genelkurmay Başkanı ve Kuvvet Komutanları arasındaki karşılıklı suçlamalar, Yunan basınının manşetlerine taşınmıştır. Bu olay sonrasında Yunan Silahlı Kuvvetlerinin teşkilat yapısında köklü değişikliklere gidilmiştir.

Konu yaşamsal önemdedir. Çünkü ada, adacık ve kayalıkların, 1982’te Karakas’ta imzalanan Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi hükümlerine göre kıta sahanlığı ve münhasır ekonomik bölgeleri bulunmaktadır. Bu konu Türkiye ile Yunanistan arasındaki karasuları, kıta sahanlığı ve münhasır ekonomik bölge gibi ihtilaflı sorunların çözümüne de tesir edecektir. Türkiye’nin bu hakkından vazgeçmesi düşünülemez!

Ege’de zaten adil olmayan bir düzenleme ile kendi karasularına neredeyse hapsedilen Türkiye, bu konuda da geri adım attığı takdirde, Ege’de boğulma riski ile karşı karşıya kalacaktır. Üzülerek söylemeliyim ki konunun önemini kavrayamayan Türk basını, “birkaç kayalık için sorun çıkarılır mı?” türünden yüzeysel yaklaşımlarla kamuoyu oluşmasını engellemektedir.

Türk sineması da bu konu ile alay eden filmler çevirmiştir. (Özcan Deniz’in başrolde olduğu filmde bir kayalık nedeniyle Türk-Yunan ihtilafı doğar. Tam da çatışma arifesinde deprem olur ve ada sulara gömülür; sorun hallolur!) Benzer bir sorun için Çin ve Japonya’nın neredeyse savaş noktasına geldiği ve ABD’nin Japonya lehine müdahale seçeneklerini tartıştığı unutulmamalıdır.

Yunanistan, devlet ve basın olarak bu konuda Yunan ulusunu dinamik ve canlı tutarken, Türkiye’de bu sorun Türk milletinden gizlenerek kapalı kapılar ardında müzakere edilmektedir. Yunan devlet adamları, basın karşısında kendi görüşlerini cesurca savunurken, Türk devlet adamlarının ne söyledikleri anlaşılamamaktadır.

Kardak’ta 20 yıl önce kükreyen Türkiye’nin, daha büyük olaylar yaşanmasına karşın niçin şimdi kuzuların sessizliğine büründüğünü nasıl açıklayabiliriz! Her şeye rağmen Türkiye, bir an önce bu konudaki ulusal politikasını belirlemeli, meseleye yönelik tezlerini uluslararası kamuoyuna duyurmalı ve bu tezleri destekleyecek siyasi ve stratejik tedbirleri uygulamaya koymalıdır.

 

EGE ADA GRUP JPEG

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Arama Kurtarma (SAR) Sorumluluk Sahaları:

Bu konu da iki ülke arasındaki önemli ihtilaf konularından birisidir. Kriz ve gerginlik yaratma potansiyeli vardır. Çünkü Ege’de sık sık deniz ve hava kazaları meydan gelmekte ve iki ülke de geniş bir alanda SAR sorumluluğunun kendilerinde olduğunu ilan etmektedir. Şimdiye dek bir kazaya ilk müdahale eden genellikle süreci tamamlamaktadır. Denetim altında tutulamayacak krizlerin oluşması ihtimal dâhilindedir. Yunanistan, konuyu bir egemenlik sorunu çerçevesinde değerlendirdiğinden SAR konusunda hiçbir yatırımdan kaçınmamaktadır. Bu alanda etkili ve sistematik bir teşkilat kurduğunu söyleyebiliriz!

Yunanistan, bu konu ile ilgili özel bir uluslararası sözleşme düzenlenmesine rağmen, her zaman olduğu gibi büyük bir avantaj elde ettiği Atina FIR’ına sarılmaktadır. İstanbul ile Atina FIR hatları arasındaki sınır, maalesef neredeyse kıyılarımızdan geçmekte ve bütün Ege’yi Yunanistan’a bırakmaktadır.

Türkiye, Uluslararası Denizcilik Örgütü’nün (International Maritime Organization, IMO) 1979 tarihli Hamburg Sözleşmesini onaylamıştır. Bu sözleşme, arama kurtarma konusundaki temel uygulamaları, usul ve prensipleri düzenlemektedir. Uluslararası Sivil Havacılık Teşkilatı (ICAO) kuralları çerçevesinde, açık denizler üzerindeki hava sahasında belirlenen SAR sorumluluğunun, altındaki deniz sahasını kapsamadığı açıkça belirtilmektedir.

Türkiye, 1989 yılında Hamburg Sözleşmesini esas alarak bir Arama Kurtarma Yönetmeliği hazırlamıştır. Bu yönetmelikte Türkiye, “Karasuları dışındaki arama kurtarma bölgelerini, ilgili devletler nezdinde yapacağı girişimler sonucunda imzalanacak bir anlaşma ile belirleyeceğini” bildirmiştir. Ama Türkiye aynı zamanda, tek taraflı olarak tespit ettiği arama kurtarma sorumluluk sahasının koordinatlarını IMO’ya deklare etmiştir. Türkiye bu bildirimi ile Doğu Akdeniz, Ege ve Karadeniz’deki arama kurtarma sorumluluk sahalarını gerçekçi olarak belirlemiştir.

Yunanistan, Hamburg Sözleşmesi’ni 1989 yılının Eylül ayında onaylamış ama Sözleşme’nin, “Her arama kurtarma bölgesi, ilgili taraflar arasında yapılacak anlaşma ile belirlenecektir. (Madde 2.1.4)” hükmüne rezervasyon koyarak onay vermemiştir. Yunanistan neredeyse tüm Ege’yi kapsayan Atina FIR’ının, aynı zamanda arama kurtarma sorumluluk bölgesi olduğunu ileri sürmektedir. Uluslararası hukuk açısından bir temeli olmayan bu tutumunda Yunanistan ısrar etmekte ve hiçbir koşulda Türkiye ile masaya oturmaya yanaşmamaktadır.

Sorunlara Genel Bakış:

Tarihsel olarak baktığımızda, Yunanistan’ın Türkiye’ye karşı değişmez politikası olan “Salam Stratejisinden” hiç vazgeçmediğini görürüz. Yunanistan, bu yöntemle kurulduğu 1829 yılından bugüne kadar topraklarını ve deniz egemenlik sahalarını sürekli olarak büyütmüştür.

Yunanistan bu çerçevede ana gövdeyi hedef almadan, küçük dilimler seçmiş ve bu dilimleri birer birer midesine indirmiştir. Türkiye’ye karşı milli hedeflerini parçalara ayırmış, her bir parça için bir zaman dilimi belirlemiş ve bir parçayı kopartmadan diğerine yönelmemiştir.

Eğer bir direnç oluşmuşsa, taktik olarak geri çekilerek oyalama muharebeleri vermiş, direnç noktaları yıpratma kampanyaları ile yumuşatılmış ve karşı atakla o dilim de afiyetle yenilmiştir.

Türkiye’nin, askeri ve ekonomik olarak güçlü olduğu dönemlerde, geri çekilerek barış ve dostluk kavramları, kamuoyu kampanyaları ile öne çıkarılmış, Türkiye’nin sıkıntıya düştüğü durumlarda ise, arkasına Batılı emperyalist devletleri alarak sert ve düşmanca politikalar izlenmiştir.

Yunan Devleti’nin çok iyi bildiği bir başka husus da, Türkiye’nin Avrupa serüveninin bu ülke yararına sonuçlar doğuracağıdır. Avrupa Birliği’nin Yunanistan sınırlarını kendi sınırları gibi gördüğünü Yunan devlet adamları çok iyi bilmektedir. Bu nedenle, bu konuda karşıt görüşleri olan Güney Kıbrıs yetkilileri Atina’ya davet edilmiş ve sertçe uyarılmıştır.

Yunanistan, yukarıda sıraladığım sorunlara, bizim ülkemizde olduğu gibi, “Ben çözerim!” kolaycılığı ile değil, tarihsel bir çerçeveden yaklaşmaktadır. Sorunun çözüm süresi Yunanistan için önemli değildir. Bu bir yıl da olabilir; 150 yıl da olabilir! Önemli olan, hukuksal bir taban olmasa da, oldubittiler (fait accompli) ile “de facto” durumlar yaratmak ve filli olarak ulusal çıkar sahasını genişletirken, sorunu, hukuki nokta konuluncaya kadar sürüncemede bırakmaktır.

Yukarıdaki tüm sorun sahalarında Yunanistan, hem uluslararası hukuk temelinde haksız hem de bütünüyle iyi niyetten yoksundur. Batı desteği ve Batı’nın Türkiye karşısındaki gücünü ve etkisini bildiği için sorunları çözme gibi bir derdi ve kaygısı yoktur. Yunanistan’ın istediği ve beklediği, belirli bir zaman diliminde Türkiye’nin ulusal çıkarlarından vazgeçmesidir. Ayrıca, Türkiye’deki kitle iletişim araçlarının bu sorunları Türk milletinden gizlediği ve Türk kamuoyunun ulusal çıkarlar konusundaki duyarsızlığı da Yunanistan tarafından çok iyi bilinmektedir.

Bu nedenle Yunanistan, Batı güçlü bir şekilde ağırlığını hissettirdiği takdirde, kamuoyu baskısının fazla olmaması nedeni ile köşeye sıkıştırılan bir T.C. hükümetinin istenilen tavizi verebileceğini hesaplamaktadır.

Bu yazıda sorun sahalarından sadece kısa kesitler sunabildik. Önümüzdeki günlerde, gündeme de bağlı olarak bu konuları derinliğine analiz etmeye çalışacağız.

Unutmayalım, Türkiye dış ticaretinin yüzde 90’dan fazlasını denizler yolu ile gerçekleştirmektedir. Ege’deki yapısal sorunların yanı sıra Doğu Akdeniz’de de Batı’nın lütfedip bize bırakmayı düşündüğü denizalanı Antalya Körfezi ile sınırlıdır. Karaya hapsedilen Türkiye kolayca diz çöker! Bu hayati sorunların doğasını iyi kavramalıyız!