Twitter
Visit Us
YOUTUBE
YOUTUBE
LINKEDIN
Share

Terörle Mücadelede Yeni Konsept

 

7 Haziran 2015 genel seçimlerinden sonrası bölücü terörle yeniden mücadeleye başlandığı 22 Temmuz 2015 tarihi üzerinden yaklaşık on ay geçti. Bu sürenin, devletin üst düzey güvenlik ve ilgili kamu birimleri tarafından terörle mücadele ve güvenlik açısından değerlendirilmesinin ardından bölücü terörle mücadele konseptinin değiştiği  basına yansıdı.

 

Söz konusu mücadele ilgili yapılan yapılan değerlendirmeler, siyasi otoritenin  terörle mücadele için çok kritik kararlar aldığı yönünde. En çarpıcı sonuç ise, ‘’PKK ile mücadelede yeni bir konsepte geçiliyor’’ şeklinde.

 

Bu kapsamda, anılan konseptin esasını, “Terörü önleyici operasyonlar” oluşturuyor şeklinde tanımlamak mümkün.  Açık kaynaklarda yer alan bilgilere göre, PKK saldırılarını önlemeye yönelik savunmacı yaklaşımdan ziyade, devletin operasyonel olduğu, “Önleyici vuruş” stratejisine geçiliyor. Bir süredir devletin en yetkili ağızları tarafından telaffuz edilen, “Şehirden sonra kırsalı da temizleyeceğiz” sözleri, yeni sürecin ipuçlarını veriyor.

 

Bu stratejiyi yeni bir strateji gibi algılamak ve ortaya koymak, PKK ile mücadele tarihine tam olarak vakıf olunmadığını, mücadelenin esası ve özünden bihaber olunduğunu,  Türkiye’de terörle mücadelenin hangi aşama ve safhalardan geçerek bugünlere gelindiğinin ne yazık ki bilinmediğini gösteriyor.

 

Her şeyden önce, ‘’Önleyici vuruş’’ stratejisi kavramı milli ve yerli bir kavram değildir. 11 Eylül’den sonra ABD’nin küresel çapta yaptığı ama daha çok İsrail’in geliştirdiği stratejiyi andırdığından dış kaynaklı bir kavramdır.

 

Türkiye bölücü terörün zirveye ulaştığı 1990’lı yılların başına dönecek olursak, bugün yeni ortaya konulan ‘’Önleyici vuruş’’ stratejisinin aslında 1992’de uygulamaya sokulan ‘’Alan Hâkimiyeti Konsepti’’nin benzeri olduğu görülecektir.

 

Alan Hâkimiyeti Konsepti

 

1990-93 dönemi Güneydoğu’da terörün patladığı ve zirve yaptığı yıllar olarak hafızalardadır. Bölücü terörün Türkiye’yi tehdit etmeye başladığı 1984 yılından itibaren 1994 yılına kadar 10 yıllık bir zaman dilimini kapsayan dönem içerisinde, sınırlı sayıdaki kuvvetlerle 1987 yılında OHAL (Olağanüstü Hâl)  Bölgesi olarak ilân edilen bölgede terörle mücadele edilmiş ve fakat arzu edilen sonuca ulaşılamamıştı. O dönemde devlet ve hükümet politikası olarak stratejik seviyede yeni geliştirilen ‘’Alan Hâkimiyeti Konsepti’’  ile birlikte, OHAL Bölgesinde önemli ve yeterli ölçüde yapılacak askeri yığınak sayesinde üstün kuvvetlerle ön alarak terör odaklarının kırsalda bulundukları bölge/bölgelerde imha edilmesini öngören ve ‘‘Alanın Kontrolü’’ elde edilerek insiyatifin güvenlik güçlerine geçmesi hedef alınmıştı. Nitekim bu durum icra edilen etkili operasyonlar sayesinde sağlanarak alanın hâkimiyeti tamamen güvenlik güçlerinin eline geçmişti.

Alana Hâkim olmanın verdiği insiyatif  o dönemde o kadar etkili kullanılmıştır ki, gerek yurt içinde ve gerekse yurt dışında yoğun olarak icra edilen operasyonlar ve bunun tabi neticesi olarak örgüt üzerinde oluşan baskı, terörist başı Öcalan’ın 1998 yılında önce Suriye’den sınır dışı edilmesi ve ardından Kenya’da yakalanarak 1999 yılının Şubat ayında Türkiye’ye getirilmesi sürecinin başlangıcını teşkil etmiştir.

 

Türkiye’nin Suriye Olmadığı Gösterildi

 

Daha önceki yıllarda defalarca mağlup edilen, yine güvenlik güçlerince defalarca rezil ve perişan hale düşürülen bölücü terör örgütü, dışardan tuzağa düşürülen bugün kü siyasi iradenin de çanak tutmasıyla, dış kaynaklı sözde ‘’Çözüm Süreci’’ projesi sayesinde alana hâkim oldu.  Yine gizli, dış istihbarat servislerince dikte ettirilerek örgütün Duran Kalkan isimli üst düzey teröristine   2012 yılında “Kır’a Dayalı Şehir Gerillacılığı” adlı bir doküman yazdırıldı. Buna göre Türkiye’nin Suriye’ye çevrilmesi plânlandı. Bu kapsamda teröristler kırsaldan şehirlere kaydırıldı. Örgüt geliştirdiği bu plânın, hüsranla sonuçlanacağını bile bile hendekler kazdırıldı, yollara ve kritik bölgelere el yapımı patlayıcılar döşendi, binlerce ton patlayıcı ilçe merkezlerine sokuldu, Kürt gençleri kandırılarak hendek savaşlarına yönlendirildi.

 

Şehir savaşlarına boş yere umut bağlayan terör örgütü bugün itibariyle bir kez daha ağır bir yenilgiye uğratıldı. Böylelikle Türkiye’nin Suriye olmadığı/olamayacağı  gösterildi. Gösterilmesine gösterilmiş oldu da, bunun bilançosu, ödenen faturası ve bedeli de çok ağır oldu. Diğer bir ifade ile ülkeye pahalıya mal oldu. 22 Temmuz 2015 tarihinden itibaren 500’ün üzerinde asker-polis güvenlik gücü şehit verildi. Aileler perişan oldu, yüzlerce çocuk yetim bırakıldı. Bölge halkından binlerce insan evsiz-yurtsuz-işsiz ve zorunlu olarak başka bölgelere göç etmek zorunda kaldı. Toplam 6 ilçe (Diyarbakır-Sur, Cizre, Silopi, Nusaybin, İdil ve Yüksekova) harabeye döndü. Bir hükümet yetkilisinin beyanına göre, söz konusu bu ilçelerde toplam 855 Milyon TL (bir milyar liraya yakın) zarar ve ziyan tespiti yapıldı. Nasıl ki 12 Eylül 1980 öncesi ABD’nin ‘’Yeşil Kuşak Projesi’’ ile Türk gençleri birbirine kırdırıldı ise, son 10 aylık dönemde de bu defa Kürt gençleri, hendeklerde, bulundukları deliklerde ve saklandıkları lağımlarda kırdırıldı.

 

 

Sonuç

1994-1995 yıllarında bu ülkenin gencecik evlatları, ülkenin elden çıkan bir kısım topraklarını tekrar geri almak için, alan hâkimiyeti uğruna toprağa düştü. Alana hâkim olmuştuk. Kamu düzeni çok açık ve net bir biçimde yeniden tesis edilmişti. Ancak, bunu sağlamak için sadece o dönemde yüzlerce şehit verdik. Aradan 20 yıl geçtikten sonra, bugün gelinen noktada Güneydoğu’da alan hâkimiyeti bölücü terörün eline geçti. Müteakiben, ülke topraklarının bir kısmı kaybedilmek üzereyken, şimdi kalkıp yeniden alan hâkimiyeti sağlamak maksadıyla,  ‘’Önleyici vuruş’’ stratejisi  gibi içi boş yeni yeni konseptlerin geliştirilmesine ihtiyaç duyulması  ne hazin, ne hüzün verici.