Twitter
Visit Us
YOUTUBE
YOUTUBE
LINKEDIN
Share

Türkiye Cumhuriyeti, dünyanın orta bölgelerinde yer alan bir merkezî devlettir. Jeopolitik kitaplarındaki açıklamalara göre, yeryüzü karalarının tam ortalarında bulunan merkezi bölgenin tam ortasında yer alan bir konuma sahip olan Türk devleti, bu hali ile merkeze yakın olan ve merkezin içerisinde yer alan çeşitli bölgeler ile hem komşuluk hem de bağlantı ilişkilerine doğal olarak sahip bulunmaktadır. Türkiye’nin harita üzerindeki konumu siyasal coğrafya bilgileri çerçevesinde ele alınırsa, bu devletin çevresinde yer alan bölgeler ile ilgili olarak çeşitli sorunlara sahip bulunduğu görülmektedir. Bu nedenle, Türk devletinin genel olarak güvenlik sorunu ele alınırken, önceliğin merkezi bölgeler ile olan bağlantılara yer verilmesi gerekli görünmektedir. Türkiye kendisini çevreleyen bölgelere açılırken ya da bu bölgelerden gelen gelişmelere sahne olurken, yerel tehditlerden kaynaklanan genel anlamda bir bölgesel güvenlik sorunu ile karşı karşıya bulunmaktadır. Bölgeler harita üzerinde sahip oldukları konumları doğrultusunda farklı yaklaşımların öne çıkmasına aracı olurlarken, bunların bir bütünsellik içerisinde daha ağırlıklı bir güvenlik sorunu paketinin gündeme gelmesine de öncülük yapabilmektedirler.

Türkiye gibi bir merkezî ülkenin karşı karşıya kaldığı bölgesel sorunlar üzerinde dururken, bölge kavramının açıklığa kavuşturulması önem taşımaktadır. Bölgelerin harita üzerindeki konumlarının değerlendirmesi yapılırken bölgelerin açıklamasını yapmak, ya da durumlarını belirlemek için belirli bir sistematik çizgisinde konunun ele alınması gerekmektedir. Bölge kavramı ile neyin kast edildiği, bölgelerin küçük, orta ve de büyük gibi nitelemeler çerçevesinde ele alınmasıyla ortaya çıkan tabloda, Türkiye tam olarak merkezde yer almaktadır. Ne gibi güvenlik sorunları ile karşı karşıya kalınacağının açıklığa kavuşması ile birlikte, Türk devletinin de kendisini korumak üzere harekete geçerek gerekli olan önlemleri alacağı düşünülebilir. Bu doğrultuda Türkiye’yi çevreleyen büyük komşu bölgelerin konumları ile Türkiye’nin sınırları içerisinde yer alan küçük bölgelerin ayrı ayrı ele alınarak değerlendirmeleri daha gerçekçi politik bir yaklaşım olmaktadır. Dünyanın jeopolitik merkezini çevreleyen bölgeler tek tek ele alındıkları zaman kendi konumları açısından belirli yaklaşımlara konu olabilecekleri gibi, çevreledikleri merkezi bölgede yer alan Türk devletinin harita üzerindeki gerçek konumunun belirlenmesi açısından da, farklı boyutlar kazanarak yapılan tanım denemelerinin açıklık kazanmasına da katkı sağlamaktadırlar. Konu jeopolitik biliminin sınırları ötesinde ele alındığı zaman tarihsel gelişmelerden alınacak örnekler de, ülkeler ve devletlerin güvenlik sorunlarının belirlenmesinde yardımcı olabilmektedirler.

Genel olarak her devlet kendisini çevreleyen dış bölgeler ile ve kendi sınırları içerisinde yer alan iç bölgeler arasında kalan kendine özgü bir siyasal konuma sahip bulunmaktadır. Devletlerin merkezleri açısından konu ele alındığı zaman, her devletin ülkesel bütünlüğünü ortaya çıkaran milli birliği ile çevresinde yer alan komşu bölgeler ile olan yakınlığı, hem tehdit analizlerinde hem de güvenlik sorunlarına karşı geliştirilen önlem paketlerinin oluşturulmasında etkili kriterler olarak öne çıkmaktadır. Türkiye total bir güvenlik analizine konu olduğu aşamada, hem kendisini çevreleyen büyük bölgelerin konumu ile hem de kendi sınırları içerisinde yer alan ülkenin bir parçası durumunda olan küçük bölgelerin durumları ile yüz yüze gelmektedir. Büyüklük ve küçüklük ilişkileri açısından önem kazanan bölgeler ülke ve devletlerin gelecekleri açısından yönlendirici etki sağlamaktadırlar.

Dünya kıtaları üzerinde belirli bir yere ülke olarak sahip olan devletler hem kendilerini sınırların ötesinde çevreleyen büyük ve küçük bölgeler ile çevrili oldukları kadar, kendilerini çevreleyen sınırların içinde bulunan çeşitli büyüklükteki bölgelerin doğrudan ya da dolaylı etkilerinin baskısı altında da kalabilmektedirler. Her bölge doğal yapı olarak sahip olduğu özelliklerden ileri gelen farklı yansımaların yönlendirmesi altında olduğu gibi aynı zamanda diğer bölgelerden gelen farklı koşulların gündeme getirdiği oluşumlar ve sorunlar ile de uğraşmak zorunda kalmaktadır. Yeryüzü kıtalarının bir parçası üzerinde yer alan çeşitli ülkeler dünya haritalarının ortaya koyduğu jeopolitik konumların yansıdığı yapılanmalar içerisinde yönlenmek zorunda kalmaktadırlar. Bilim hayatının getirdiği veriler doğrultusunda bölgeler ve ülkeler arasındaki ilişkiler ele alındığında etki-tepki ilişkilerinin bu noktada fazlasıyla ortaya çıktığı ve gelişmeleri bu doğrultuda etkilediği açıkça görülmektedir. Coğrafya, jeopolitik, uluslararası ilişkiler ve siyaset bilimi gibi bilim dalları bölgeler ve ülkeler arasındaki ilişkileri her yönü ile ele alarak incelemekte ve bu gibi konularda devletlerin gerekli önlemleri almasına yardımcı olmaktadırlar. Bütün devletler iyi bir yönetim için nasıl bir coğrafya içinde yer aldıklarını ve kendilerini içeriden ya da dışarıdan kuşatan çeşitli bölgelerin ülke için ne gibi yansımalar yarattıklarını iyi bilmek durumundadırlar.

Devletlerin güvenliği açısından ülkeleri çevreleyen iç ve dış bölgelerin yarattığı sorunlar ve bunlar üzerinden gündeme getirdiği tehditler devletlerin geleceği ve ülke yapılarının devamlılığı açılarından son derece önem taşıyan konulardır. Bu açıdan her devlet kendi siyasal yapısını destekleyecek önlemleri alırken, bölgelerin sahip olduğu koşulları dikkate alarak hareket etmek ve bu doğrultuda siyasetler geliştirerek, ülkenin ve toplumun geleceğini sağlam temeller üzerinde oluşturacak ileri düzeyde bir kamu yönetimi düzeni kurmak zorundadır. Her devlet, devletler arasındaki rekabet yarışında geri kalmamak için kendi siyasal gerçekliği doğrultusunda bir yapılanmayı böylesine bir önlem alıcı yaklaşım çerçevesinde geliştirirken, benzeri tutumların diğer devletler üzerinden de hazırlanarak uygulama alanına getirildiğini iyi bilmek durumundadır. Her toplumsal yapının güvenliği ancak güçlü ve etkin bir kamu yönetimi ile sağlanabilir. Devletler kamusal varlıklar olduğu için, sahip oldukları kamu düzenlerinin öncelikli olarak korunması ve zaman içerisinde de yeni ortaya çıkan koşullar dikkate alınarak yenilenmesi ile güvenlik sorunları gerçekçi çözümlere kavuşturulabilmektedir. Güvenlik alanı her geçen gün daha da genişleyerek etkin bir konuma gelirken, ülkeler ve bölgeler arası ilişkiler meselesi yeni boyutlar kazanmaktadır.

Türkiye Cumhuriyeti merkezî coğrafyanın tam ortalarında merkezî ülke konumu ile ortaya çıktıktan sonra, Türk devletinin yaşadığı gelişmeler de iç ve dış bölgelerden gelen çeşitli sorunların öne çıktığı ve ülke düzeni açısından tehditler yarattığı görülmüştür. Türkiye’nin bölgesel güvenliği bütün boyutları ile ele alındığında iç ve dış bölgelerden kaynaklanan tehditlerin, çeşitli sorunları yaratarak devletin birliğini ve bütünlüğünü sarstığı göze çarpmaktadır. Bölgelerin özellikleri ve özel durumları devletlerin devamlılığı açısından her zaman için önem taşımış ve bu doğrultuda meydana gelen gelişmeler, tarihsel süreç içerisindeki ortaya çıkan gelişmelerin ya da olayların hazırlayıcısı olmuştur. Orta Asya kökenli bir ulus olan Türkler, günümüzde ön Asya bölgesinde Anadolu adı verilen bir yarımadanın üzerinde yaşamlarını sürdürme durumunda kaldıkları için her iki bölgenin getirmiş olduğu özelliklerin etkilerini farklı yönleri ile yaşamak durumunda kalmışlardır. Coğrafya kitaplarında Asya Minör adı verilen Anadolu yarımadasını Türkiye’ye dönüştüren Türkler, bölgede var oldukları sürece dünyanın zorluklarına karşı direnmesini bilmişler ve zamanla ortaya çıkan güçlüklere hemen teslim olmayarak mücadele etmesini başarmışlardır. Bugünün Türkiye’si bölgesel tehditlere karşı bir ülkesel savunma içerisine girerken, kendisinden önce tarih sahnesine çıkmış olan devletlerin deneyimlerinden yararlanmasını bilmiştir. Türkiye gibi farklı bölgelerin devletleri, içinde bulundukları ortamın özelliklerini dikkate alarak hareket etmesini bildikleri için kendilerinden sonra ortaya çıkan devletlere yol göstererek güvenlik sorunlarının çözüme kavuşturulmasında etkin olmuşlardır.

Bölgelerin ve ülkelerin güvenliğini dünyanın güvenliğinden ayrı düşünmek ya da uzak tutmak mümkün değildir. Teknolojinin çok hızlı olarak geliştirdiği yenilikler dünyanın küçülmesine ve bölgeler arası ilişkilerin bu doğrultuda önemli ölçüde değişiklikler göstermesine yol açmıştır. Soğuk savaş dönemi sonrasında devreye giren küreselleşme sürecinde her ülke dışa açılarak dünyanın bütün ülkeleri ve diğer bölgeleri ile yakın ilişkilere girerken, yeni durumun gündeme getirmiş olduğu farklı durumlar her ülke için eskisinden çok ayrı sorunlar ortaya çıkarmış ve bu nedenle de ülkelerin yeryüzü haritası üzerindeki konumları hızla değişiklik göstermiştir. İki kutuplu dünyadan tek kutuplu yeni bir düzene geçmek için batı emperyalizmi dünya ülkelerini baskı altına alırken, bu gibi girişimler sonuçsuz kalmış ve iki kutuplu dünyadan tek kutuplu bir düzene geçiş dünya uluslarının direnişi yüzünden gerçekleşemeyince, insanlık çok kutuplu yeni bir dünya düzeni ile karşı karşıya kalmıştır. Ülkeler açısından ortaya çıkan yeni duruma uyum sağlamak kolay olmamış, soğuk savaş sonrasında dünya ülkeleri özgürce bütün kıtalara açılarak diğer ülkeler ile yakın ilişkiler tesis etmek için çaba sarf ederken, son dönemin çok kutuplu yapılanmasında yer alan yeni emperyal devletlerin baskı ve saldırıları ile karşı karşıya gelmek gibi bir durum öne çıkmıştır. Devletler kendilerini içeriden ve dışarıdan çevreleyen bölgelerin yarattığı sorunlar ile boğuşurken, yeni dönemde bir de çok kutuplu dünyanın yeni kutup başı ülkelerin hegemonya arayışlarının etkileri altında kalmışlardır. Bölgelerden kaynaklanan güvenlik sorunu devam ederken, bir de bu duruma yeni ortaya çıkan süper güç olmaya aday büyüklükteki emperyal güçlerin yarattığı müdahale sorunları da eklenmiş bulunmaktadır.

Dünya haritasının düzensiz olması, harita üzerindeki devletlerin genişliklerinin ve büyüklüklerinin birbirlerinden çok farklı boyutlarda olması gibi sorunlar devletler arasındaki ilişkilerin düzenli olmasını önlerken, küresel sürecin başlamasıyla birlikte bazı devletlerin harita üzerindeki konumlarının değişmesi gündeme gelmiştir. Sovyetler Birliğinin dağılmasından sonra on beş tane bağımsız devlet ortaya çıkarken, Yugoslavya’nın harita üzerinden silinmesiyle birlikte de yedi ayrı devlet dünya sahnesine çıkmıştır . Çek ve Slovak devletleri de bu aşamada birbirinden ayrılınca soğuk savaş dönemi sonrasında dünya yeni devletler ile tanışmak durumunda kalmıştır. Uzun süre birlikte yaşayan devletlerin birden birbirlerinden ayrılmak noktasına gelmesi, bütün dünya devletleri üzerinde olumsuz etkiler yaratmıştır. Büyük devletlerin sınırları içinde yer alan bazı özerk bölgeler ile federasyonların içinde yer alan küçük federe devletler de, dağılan konfederasyonlar gibi ayrı ve bağımsız devletler olarak dünya sahnesine çıkmak istemişler ama merkezi büyük devletlerin bu gibi durumlarda ülke birliği ve bütünlüğünün korunması doğrultusunda kararlı davranmaları üzerine, büyük devletler içinden yeni dağılma ya da çözülme gelişmeleri gündeme gelememiştir. Büyük devletler arasındaki rekabet doğrultusunda bazı büyük devletlerin diğer büyük devletleri geride bırakarak rakip olmaktan çıkarma durumunda, diğer devletlerin içinde yer alan küçük devletçiklerin ya da özerk bölgelerin kendilerine benzer küçüklükteki diğer küçük devletlere benzer bir biçimde bağımsızlık statüsünü kazanmaları gerektiği doğrultusunda, dışarıdan müdahale ya da uzaktan kumandalı manüplasyon girişimlerine kalkıştıkları görülmüştür. Çok kutuplu dünyanın yeni büyük güçleri, kendilerinin dışındaki diğer büyük devletleri devre dışı bırakma doğrultusunda bölücü ve yıkıcı hareketler ile birlikte, terör ve bölge savaşı gibi sıcak çatışma olaylarını da emperyal çizgide tezgahlamaya çalışmışlardır.

İki büyük dünya savaşı sonrasında Birleşmiş Milletler gibi büyük bir uluslararası örgütün kurulması, üçüncü dünya savaşı gibi daha büyük bir felaketten insanlığı kurtarmak üzere gündeme gelmiştir. Evrensel hegemonya peşinde koşan yeni büyük güçler, yeryüzünün bütün kıtaları üzerinde çekişmeye başlayınca bazı bölgelerde savaş ve terör çatışmaları başlamış ve zamanla bunlar bölgesel savaşlara doğru gelişmeler göstermiştir. On bin yıllık insanlık tarihinin gözler önüne serdiği gibi uluslararası alanda asıl olanın savaş olduğu ve barışın istisnai olarak zaman zaman devreye girdiği ama kısa ömürlü olarak kaldığı görülmektedir. Normal koşullarda ya da barış dönemlerinde bölgelerde olumsuz gelişmeler öne çıkmadığı için ülkelerin güvenlikleri savaş dönemlerine kıyasla daha sağlam olabilmektedir. Savaş dönemlerinde ise bütün ortamlarda var olan düzenler sarsıntı geçirdiğinden, kaos ve karışıklık olguları öne çıkarak devletlerin kamu düzenlerini açıkça tehdit etme noktasına gelmektedir. Her devlet bu nedenle kendisini koruma ve bu doğrultuda önlemler alarak gelecek açısından ülke güvenliğini sağlamakla kendisini görevli olarak görebilmektedir. Devletler vatandaşlarının güvenliğini öncelikli olarak gerçekleştirmek durumunda olduğu için kamu düzeni ve güvenliğinin korunması açıdan hiç kimsenin devletleri eleştirme hakkı yoktur. Tarihsel süreçlerin sonucu olarak dünya haritasında yer alan bütün devletler, var olma ve geleceğe yönelik olarak devamlılık sağlama noktasında, birbirlerine benzer bir biçimde koruyucu ve muhafazakâr bir tutum ile tehditlere karşı çıkan bir tavır geliştirebilmektedirler.

Toplumsal yapıda iç dinamiklerini geliştirerek güçlendiren devletlerin, kendisini çevreleyen bölgelerden gelen olumsuz gelişmelere karşı önlem geliştirmeleri daha kolay olmaktadır. Her toplum yaşayan bir organizma olarak kabul edildiği sürece, sosyal tabanlı gelişmelerin devletleri yeni jeopolitik tehditler ile karşı karşıya getirmesi, iç dinamikler üzerinden güçlü devlet yapılarında önlenebilmektedir. Bu gibi durumlarda devletlerin ulusal toplum yapısından kaynaklanan bir tabana sahip olmasının getirdiği sıkı ilişkiler ağının öne geçerek etkin olduğu gözlemlenebilmektedir. İç cephesi güçlü olan ve merkezdeki devlet yapılanmasını her türlü saldırı ya da tehdide karşı güçlü bir biçimde yapabilen devletlerin her türlü konjonktürel rüzgârlara karşı koyabildikleri ve direnerek daha iyi ve olumlu bir siyasal ortama sahip olabildikleri, birçok gelişmenin ortaya koymuş olduğu doğal bir sonuç olarak görülmüştür. Devlet modellerinin bu noktada ciddi bir önem taşıdığı, toplum içinde uluslaşma süreçlerinin yaşanmadığı bölge devletlerinde ise ulusal bir yapılanma ve onun getirmiş olduğu sıkı dayanışma olmadığından, devlet yapılarını çevreleyen bölgelerden gelen olumsuz gelişmelerin, hedef alınan devletlerinin yapıları üzerinde her türlü saldırının ötesinde çok etkin değişikliklere giden yolu açtığı görülmektedir. Siyasal yapılar açısından büyük değişikliklere gidebilecek gelişmelerin bölgesel önlemlere gidilerek karşılanabilmesi ya da daha sonraki aşamada farklı sonuçlar yaratılmasına gidebilecek önemli adımlar atılırken devletlerin yıpranmalarına ve açığa düşmelerine kamu düzeni açısından izin verilmemelidir.

Türkiye Cumhuriyeti bir bütün olarak ele alındığında, kendisini çevreleyen bölgelerin hepsi ile karşı karşıya gelen ve resmen birbirinden uzaklıkları nedeniyle farklı jeopolitik konumlara sahip olma aşamasındaki bölgelerin tek tek ele alınmaları, ülke güvenliği açısından zorunluluklar göstermektedir. Türkiye’nin merkezinde yer aldığı geniş bölgenin sürekli olarak gözlem altında tutulmasıyla, bölgeler üzerinden gelişebilecek yeni durumların önceden tespit edilerek ona göre hareket edilmesi tedbirli bir tutum olabilecektir. Doğmakta olan ya da gelecekteki aşamalarda ortaya çıkabilecek farklı türlerdeki gelişmelerin yaratabileceği olumsuz yansımaların ya da tehditlerin önüne geçmek böylece sağlanabilecektir. Türk devletinin merkezi gücü ile birlikte ülke üzerinden milli sınır bölgelerine yansıyan siyasal gücü de geleceğin tehditlerinin belirlenmesinde etkili olacaktır. Genel olarak Türkiye’nin çevresine bakıldığında dört bir yanından çeşitli tehditler ile karşı karşıya olduğu görülmektedir. Soğuk savaşın sona ermesinden sonra Türkiye’nin merkezinde yer aldığı orta dünyaya batılı siyaset bilimcileri felaketler coğrafyası adını vermekten çekinmemişlerdir. Fransızların yapmış olduğu bu isimlendirmeye İngilizler de karanlıklar coğrafyası adını takmışlardır. Bu bölge için ise Amerikalı bilim adamları Avrasya Balkanları adını takarak, tıpkı Balkanlar’da olduğu gibi küçük topluluklar ve devletçikler arasında büyük çekişmelerin ortaya çıkabileceği ve bu doğrultuda bütün anlaşmazlıkların terör ya da savaş girişimleri üzerinden bölge için sıcak çatışma ortamının doğmasına giden yolu açabileceği üzerinde durulmuştur.

Önce Osmanlı İmparatorluğunun daha sonraki aşamada ise Sovyetler Birliğinin yayıldığı merkezi coğrafyanın geleceğinde ortaya çıkan çeşitli planlar ve projelerin, artık daha açık ve etkin bir biçimde tartışma alanına geldiği görülmektedir. Bazı devletlerin zaman içerisinde tasfiyeye uğraması ya da farklı bir çizgide kurulması gibi durumlar bölge devletlerinin tepkisiyle karşılaşabilmektedir. Ayrıca, bölge içinde yer alan çeşitli toplumsal ya da askersel oluşumların beraberlerinde eski yapının yıkımı ile geleceğe dönük bir yapıyı yeniden onarma gibi bir büyük sorunun tekrar gündeme gelmesi söz konusudur. Türkiye Cumhuriyeti’nin, batıdan eski Osmanlı ülkelerinden ya da doğu Avrupa ülkelerinden gelebilecek çeşitli sorunların bölgede gene eskisi gibi kaos ve karışıklık rüzgarları estirmesinden çekinmesi gerekmektedir. Küresel emperyalizmin ulus devletleri yeni dönemde parçalayarak küçük devletlere geçiş sinyalleri vermesi bütün devletler açısından yeni tehditler yaratırken, Osmanlı hinterlandının merkez ülkesi olan Türkiye’nin, kendisinden eskisi gibi kopup gidecek yeni devlet oluşumlarına seyirci kalması düşünülemeyecek bir sorundur. Küreselleşme olgusunun bölmeyi, parçalamayı ya da dağıtma anlamlı çıkışlarını görenler, eski tip bir devlet yapılanmasının ötesinde bu gibi olaylara karşı hazırlıklı olabilmenin arayışı içine girmişlerdir. Bu gibi durumlarda beklenmedik olumsuz gelişmelere karşı yapılabilecek işler ya da bu doğrultuda atılacak adımların planlı bir biçimde önceden belirlenmesi gerekmektedir. Türkiye’nin batı sınırlarında yer alan Balkan ülkelerinin emperyal müdahaleler yüzünden her zaman için eskisi gibi istikrarsızlık ortamı yaratması mümkün görünmektedir. Balkan ülkelerinin çok küçük olması ve kendi aralarında bölgesel hegemonya çekişmelerine yatkın olmaları yüzünden, Balkan yarımadası Türkiye için her dönemde istikrarsızlık üretme merkezi konumunu korumuştur.

Türkiye Cumhuriyetine batı bölgesinden gelebilecek tehditler içerisinde batı dünyasının büyük emperyal devletlerinden kaynaklanabilecek sorunlar da bulunmaktadır. Birinci dünya savaşı sonrasında İngiltere’nin, ikinci dünya savaşı sonrasında Amerika Birleşik Devletlerinin batıdaki Atlantik kıyılarından kopup gelerek merkezi coğrafya da hegemonya yapılanması oluşturmaya çalışmaları da, Türkiye için büyük tehditler oluşturmuştur. Bugün için Almanya’nın Avrasya bölgesinde hegemonya oluşturmak üzere izlediği doğu politikasına yönelmesi ya da Fransa’nın Akdeniz birliği oluşturma doğrultusunda Türkiye’nin güney bölgelerini işgal etmeye çalışması bir merkezi coğrafya devleti olan Türkiye için hegemonya baskısı yaratan tehditler olarak öne çıkmıştır. Akdeniz’de kıyısı olan İtalya ve İspanya gibi ülkelerin de deniz ülkelerini genişletme eğilimleri de Türkiye için Akdeniz bölgesinde ikinci derece tehdit olarak zaman zaman ortaya çıkmıştır. Merkezi deniz olan Akdeniz’in tarih boyunca sıcak çatışma alanı olması ve üç kıtanın ortasında kritik bir konum taşıması yüzünden batılı devletler bu iç deniz üzerinde hegemonya arayışı çizgisinde bir rekabete girişmişler ve bu durumun sonucunda da sıcak çatışmalar bazen donanmalar savaşına dönüşmüştür.

Güvenlik merkezli tehdit analizleri yaparken Türkiye’nin devlet yapısından hareket etmek gerekmektedir. Her ülke açısından öncelik devlet düzeninin korunması olduğuna göre, Türkiye açısından da öncelik, Atatürk’ün belirli ilkelere dayanarak kurmuş olduğu cumhuriyet rejiminin korunmasındadır. Türk anayasalarında şimdiye kadar yer alan cumhuriyetin temel ilkeleri anayasanın başlangıç bölümünde yer aldığı sürece, Türkiye Cumhuriyetinin kuruluştan gelen siyasal rejiminin devam ettiği söylenebilir. Bu doğrultuda rejimin kendini savunma mekanizmaları var oldukça, cumhuriyet devleti açısından bir toplumsal ya da hukuksal güvenceden söz etmek mümkündür. Diğer devletler gibi Türkiye’de rejimine öncelik tanırken değişim rüzgârlarına karşı dik durabilmek zorundadır. Kendi güvenlik sorunlarını algılayamayan hiçbir devletin ayakta kalması mümkün değildir. Her devlet kendini merkeze alan bir güvenlik politikası geliştirirken, uluslararası ilişkilere ve yeni ortaya çıkan gelişmelere dikkat etmek zorundadır. Bunları gözlemleyerek inceleyen ve yeni durumlara göre kendi devlet modeli üzerinden harekete geçen siyasal yapıların emperyal rüzgârlar ya da saldırgan dönüşümler üzerinden zorla dönüşüme sürüklenmeleri kolaylıkla önlenebilir. Değişimin düzen yıkımına doğru zorlanmasında, kuruluş modelini koruyarak hareket eden devletlerin direnişleri ülke ve bölge barışlarının korunması açısından önem taşımaktadır.

Güvenlik sorunları içerisinde müttefik ve düşman devletler ayırımı öncelikli olarak belirlenmesi gereken bir durumdur. Bütün devletler dost ve müttefik görünerek uluslararası ilişkilerini geliştirmeye çalışırlar. Ne var ki, siyasal olaylar geliştikçe ve ortaya yeni durumlar çıktıkça devletlerin ulusal çıkarları birbirine ters düşmeye başlayabilir ve böylesine hareketli konjonktürler de eskiden müttefik durumunda olan devletlerin yolları ayrılabilir. Kendisini tanıyan ülke ve bölge gerçeklerini iyi bilen devletler, bu gibi durumlarda gelişmeler doğrultusunda önlemlerini alarak yeni duruma ayak uydurmaya çalışırlar. Devletler arası ilişkiler karşılıklı çıkarlara dayandığı için, kendini çıkarları doğrultusunda koruyarak devletlerin içinde bulundukları ittifak düzenlerini yeniden ortakları ile görüşmeleri ve buna göre davranarak çözüm üretme yoluna gitmeleri gerekmektedir. İttifaklar gerçekçi olduğu sürece uzun zaman dilimlerinde devam edebilmektedir. Bu durumun tersi ortaya çıktığında, ittifakların bittiği ve ortak devletlerin birbirlerine sorup danışmadan kendi başlarına yeni siyasal arayışlara girdikleri görülebilmektedir. Büyük ve güçlü devletler, değişen koşullarda kendi çıkarları doğrultusunda farklı yollar izlemeye başladığında, bu durumu eski müttefiki olan orta boy ve küçük devletlerden sakladığı ya da hiçbir değişiklik yokmuş gibi hareket ederek ayrılan yolları ve farklı çıkarları gözlerden uzak tutmaya çalışarak eski politikalara devam ediyormuş gibi, iki yüzlü ya da çifte standartlı yollara çekinmeden başvurabilmektedirler.

Türkiye’nin batı dünyası ile ilişkilerine bakıldığında, batı emperyalizminin dünyanın orta bölgelerini kendi kontrolleri altında bir çıkar düzenine bağlı tutmaya çalıştığı görülmektedir. Ne var ki, batı blokunun çıkarları doğrultusunda Türkiye yönlendirildiği zaman, komşular ile karşı karşıya gelme riski giderek artmakta, dünyanın doğu yarısının içinde yer alan merkezdeki ülkeler ile Türkiye batı blokunun çıkarları yüzünden ters düşerek, sıcak çatışma ve terör olayları gibi olumsuz gelişmeler ortaya çıkabilmektedir. Son zamanlarda stratejik derinlik diyerek ortaya çıkan bazı kesimlerin, Türkiye’yi emperyalistlerin haksız çıkarları uğruna kendi bölgesinde savaş senaryolarına alet etmeye çalıştıkları görülmektedir. Özellikle soğuk savaş sonrası yeni dönemde küreselleşme adına yeni emperyalizmin çıkarlarına Türkiye’yi alet edenler, özellikle enerji kaynakları üzerinden sürdürülen savaş senaryolarında Türkiye’yi haksız yere kendisinin taraf olmadığı bir savaşa doğru müttefiklik ilişkileri doğrultusunda sürüklemeye kalkışmaları, ülke ve bölge güvenliği açısından son derece tehlikeli durumlar ortaya çıkarmaktadır. Orta Doğu’da başlayan sıcak çatışmaların Arap baharı görünümünde Akdeniz kıyılarında yayılması, Orta Doğudaki terör hareketlerinin Kafkasya ve Hazar bölgelerine taşınarak bu bölgelere de batılı emperyalist güçlerin girmeye çalışması, Türkiye’yi doğu bölgesinde yer alan komşuları ile karşı karşıya getirmektedir. Türkiye Arap baharı sonrasında bir Kafkas baharına doğru sürüklenmemelidir. Böyle bir olumsuz durum ortaya çıkarsa, Akdeniz’den sonra Karadeniz kıyılarının da karışması ya da sıcak olaylara sahne olması söz konusu olabilir. Türkiye dört bir yanı açık bir jeopolitik coğrafyaya sahip olduğu için bu kadar geniş alanda birçok emperyal proje ile uğraşmak ve bunların önünü keserek komşuları ile bölge barışını tesis etmek durumundadır.

Güvenlik araştırmaları ülkelerin ötesinde daha geniş alanlara yönelik olarak yapıldığı için bölgeselleşme kavramı kendiliğinden öne geçmektedir. Kendini bilen sorumlu devletlerin komşu ülkeler ile ilişkilerini barış içerisinde sürdürürken bölgesel barış diye bir kavram öne çıkmaktadır. Bu açıdan aynı bölgedeki ülkelerin birbirlerini düşünerek hareket etmeleri kaçınılmaz bir tutum haline gelmektedir. Bölge kavramı doğrultusunda ülkeler arası ilişkiler yeniden düzenlenirken bölgeselleşme olgusunun güvenlik sorununun çözümü için getirdiği katkıların da dikkate alınması gerekmektedir. Küresel dönemde batı emperyalizminin çeyrek yüzyılı aşan bir saldırganlığına sahne olan merkezi coğrafyanın geleceği açısından, bölgeselleşme ciddi bir alternatif olarak öne çıkmaktadır. Küresel emperyalizme karşı devreye giren alternatif yapılanma olarak bölgeselleşme yeni dönem Türk politikasının gelişmesi açısından alternatif çözüm üretecek bir kavram olarak devreye girmektedir. Tek bir Orta Doğu bölgesinin Türkiye’nin başına neler açtığı görüldüğünde Akdeniz, Ege, Balkanlar, Karadeniz, Kafkasya, Hazar ve Orta Asya bölgelerinde ortaya çıkabilecek yeni gelişmelerin Türkiye için ne gibi sorunlar çıkaracağı ve bu sorunların hangi yeni tehditleri beraberinde getireceği belli değildir. Türkiye kendisini çevreleyen bu bölgelerin tam ortasında yer alan merkezi bir devlet olarak, emperyalist ülkelere karşı bir alternatif yapılanmayı kendi bölgeselleşme planı olarak ortaya koyabilmelidir.

Emperyalistler dünyaya kendi çıkarlarına göre yeni bir yön vermeye kalkışırken, bölgesel sorunların çözümü için de kendi küresel çözümlerini dayatmaya kalkışmaktadırlar. Küresel çıkarlar ile bölgesel çıkarların çatıştığını fark edemeyen ya da gizlemeye çalışan böylesine çıkarcı bir yeni tür emperyalizme, Türkiye ve komşuları aynı bölgenin devletleri olarak alet edilemezler. Büyük güçlere ve emperyal devletlere karşı komşu ülkeler ile geliştirilecek bölgesel işbirliği yaklaşımları, dıştan gelecek saldırılara karşı bölgesel birlikler kurulmasına giden yolları da açacaktır. Beraber yaşanacak ortak yer ya da işbirliği geliştirilecek kara parçalarını ortak bölge kavramı çerçevesinde ele almak yoluyla alternatif bir yaşam düzeni kurulabilecektir. Komşu ülkelerin bu doğrultuda böylesine yakın bir işbirliğine girmeleri sayesinde oluşturulacak bölgesel dayanışma düzenleri ya da bölgesel paktlar, bulundukları yörede çıbanbaşı veren sıcak çatışma alanlarının da ortadan kaldırılmasına giden yolu açacak ve bu doğrultuda kalıcı barış düzenlerinin bölgesel güvenlik yapılanmaları aracılığı ile öne çıkarılmasına yardımcı olacaktır.

Orta Doğu bölgesinde sıcak çatışmaların altında geniş enerji yataklarının bulunduğu anlaşıldığında, hem Akdeniz’in hem de Karadeniz’in yeni enerji alanları olarak dünyanın gündemine girdikleri görülmektedir. İsrail Fransa ile işbirliği yaparak bir Akdeniz birliği oluşumu çizgisinde yeni bir Levant yapılanmasını Doğu Akdeniz bölgesinde öne çıkarırken, Karadeniz bölgesinde de kanal İstanbul projesi üzerinden yepyeni bir yapılanma başlatılmaktadır. Varşova paktının çözülmesi, Nato’nun Karadeniz’e gelmesi ve Karadeniz işbirliği örgütünün kurulması, yeni bölgeselleşme oluşumları olarak Türkiye’nin kuzey bölgesinde de farklı düzeyde bir bölgeselleşmenin devreye girdiğini göstermektedir. Bu durumda, Türk devleti güneyinde yer alan Orta Doğu bölgeselleşmesi gibi Karadeniz üzerinden de bir kuzey yapılanmasının tam ortasına doğru sürüklenmiştir. Şimdi yapılacak olan bölgeselleşme modellerinin komşu ülkelerle işbirliği yaparak karara bağlanmasıdır.