Twitter
Visit Us
YOUTUBE
YOUTUBE
LINKEDIN
Share

20 Temmuz 1974 sabahı Hava İndirme Tugayı 1. Paraşüt Taburunda Teğmen rütbesiyle katıldığım ve ikinci harekattan sonra Üsteğmenliğe terfi ederek gazi unvanını kazandığım Kıbrıs Barış Harekâtı ile Kıbrıs Türk halkının Rum zulmünden ve katliamlarından kurtulmasına katkıda bulunmuş olmak gerek askerlik yaşamım süresince gerekse emekli olduktan sonra benim için bir şeref ve mutluluk kaynağı olmuştur. Ancak son yıllarda Kıbrıs’ta yaşanan olumsuz gelişmeler Kıbrıs gazilerinin yanı sıra vatansever Türk halkını ve kahraman KKTC halkını derin bir endişeye sevk etmektedir.

 

Kıbrıs konusunda yaşanan gelişmelerin ve gerçeklerin Türk milletine aktarılmasının ve Kıbrıs Türk halkının aydınlatılmasının bir görev olduğu düşüncesiyle   Kıbrıs ile ilgili bazı siyasi ve hukuki gerçekleri hatırlatmakta yarar görüyorum.

 

 Kıbrıs, İngiltere ve Fransa’nın Birinci Dünya Savaşı yıllarında Sykes-Picot Anlaşması ile Irak ve Suriye topraklarını paylaşırken yaptıkları gibi savaşmadan kâğıt üzerinde alınmış bir toprak parçası değildir. Kıbrıs 1571’de 60.000-70.000, 1963-1974 döneminde 1000’in üzerinde şehit verilerek kazanılmış bir vatan toprağıdır. Üstelik Kıbrıs adası Rumlardan değil adanın o dönemde sahibi olan Venediklilerden alınmıştır.

 

Kıbrıs halkının Osmanlı Devleti’nin idaresinde geçirdiği 307 yılı adanın 1878‘de İngilizlere kiralanmasından sonraki dönemle mukayese eden   İngiliz tarihçi William Hepworth Dixon  ve birçok batılı tarihçi Kıbrıslılar açısından en mutlu dönemin Osmanlı idaresinde yaşadıkları dönem olduğunu vurgulamaktadır. İngiltere 1914’de adayı ilhak etmiş ve 1923 ‘de ada İngiliz yönetimine bırakılmıştır. Adada Rumların ENOSİS talebi ile çıkardıkları isyanlardan sonra, 1958 Zürih, 1959 Londra Anlaşmaları imzalanmış, daha sonra 16 Ağustos 1960’da Türklerle Rumlar arasında ortaklık devleti kurulmuştur. Ancak   1960 Anayasası ile tesis edilen düzen 3 yıl bile sürmemiş ve Rumlar Türkleri adadan kovmak ve adanın tamamını Yunanistan’a bağlamak için Türkleri kitle halinde katletmeye başlamıştır. 

 

1963-1974 arasında Kıbrıs Türkler açısından kan ve gözyaşı adası olmuştur. 1974 yılındaki Yunan askerî darbesiyle adanın bir emrivaki ile Yunanistan’a bağlanması teşebbüsüne cevaben Kıbrıs’ta düzenin yeniden tesis edilebilmesi ve Kıbrıs Türklerinin can güvenliğinin sağlanabilmesi için TBMM’nin kararıyla Türk Silahlı Kuvvetleri Kıbrıs Barış Harekâtını icra etmiş ve zaferle taçlandırmıştır.

 

1974’den bu yana ada sulh ve sükûn içindedir. Yani aslında 1974 Harekâtı ile Kıbrıs’ta çözüm sağlanmıştır. Kıbrıs’ta hiçbir yeni anlaşmaya ihtiyaç yoktur. Kıbrıs’ta yeni bir anlaşma aramak ve Rumlarla Türkleri tekrar çatışma ortamına sürükleyecek şekilde bir arada yaşamaya zorlamak mantıkla ve iyi niyetle açıklanamaz. Üstelik yapılacak yeni anlaşmada Türkiye’nin garantörlük hakkı kaldırıldığı takdirde Kıbrıs’ta 1963 olaylarının benzerleriyle karşılaşılması durumunda -ki bu kaçınılmazdır- Türk ordusunun Türk halkını korumak için adaya müdahalesi hukuken imkânsız hale gelecektir.

 

 Kıbrıs Barış Harekâtından bu yana geçen süreç içinde AB ve ABD boş durmamıştır. Bir yandan KKTC’ye uygulanan haksız ambargolarla ve AB üyeliği aldatmacasıyla Türk halkı sıkıştırılırken diğer yandan devşirilmiş liderler üzerinden yürütülen görüşmelerle Kıbrıs Türkleri Rumlara azınlık olarak bağlanma aşamasına getirilmiştir. 

 

KKTC adına Rumlarla görüşmeleri yürüten Cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı ve Baş Müzakereci Özdil Nami Rumlarla yaptıkları görüşmeleri Türk halkına açıklayamamakta ve gizlilik içinde devam ettirmektedir. Kıbrıs müzakereleriyle KKTC’nin ve Türk halkının nereye sürüklendiği Yunan ve Rum basınından öğrenilmektedir. KRY (Kıbrıs Rum Yönetimi)’nin  lideri Anastasiadis’in Rum Simerini gazetesine 22 Aralık 2016’da verdiği demeçte, “Vatanımızı 1974’ten beri kirleten işgal ordusundan kurtarmak için çabalıyoruz” ifadesini kullanması Akıncı ile Anastasiadis arasında süren görüşmelerin seyri hakkında yeterli bilgiyi vermektedir. Yunan ve Rum basınında yer alan bilgiler; KKTC topraklarından Zafer Burnu dahil Karpas yarımadası ve Güzelyurt’un da aralarında bulunduğu %1,5-%7’sinin Rumlara verilmesi, 100.000 Rum’un Türkler tarafından  Rumlara verilecek topraklara dönmesi, 66.000 Rum’un KKTC’nin elinde kalacak topraklara yerleştirilmesi,  Türklerin hayat sigortası anlamına gelen garanti anlaşmasının kaldırılması, Türk askerinin adadan çıkarılması, adada 4 Rum’a karşılık 1 Türk’e müsaade edilmesi ve bu oran  aşıldığı takdirde her bir Türk için 4 Rum’un adaya getirilerek bunlara vatandaşlık verilmesi konularında Akıncı-Nami ikilisinin Rumlarla mutabakata vardığını göstermektedir.

 

  Diğer yandan Akıncı’nın eşinin başında bulunduğu STK’ya AB’nden para yardımı yapılması ve damadının ABD vatandaşı Rum olması, Nami’nin ise Polis Müdürü olan dedesinin TMT’nin infazından çekinerek önce  KRY’ne ve oradan da Avustralya’ya kaçmak zorunda kalması ve Nami’nin Gülseren bölgesinde Yahudi kolonisi kurmak isteyen firmalar için dönemin KTBKK’ dan talepte bulunması KKTC halkında bu ikilinin Rumlarla  yürüttüğü  görüşmelerin sonuçları konusunda tedirginliğe neden olmaktadır.  

 

Şehit kanıyla alınan toprakların masa başında Rumlara verilmesi hiçbir şekilde kabul edilemez. Adanın KKTC hudutları içinde kalan ve bedeli şehitlerin kanı olan topraklardan Rumlara bir karış bile verilmesi vatana ihanetle eşdeğerdir.

 Rumların Türk topraklarına yerleştirilmesi ise ileride Türklerle Rumlar arasında yeniden çatışmaların başlatılmasına ve Türk topraklarının Rumlar tarafından ele geçirilmesine neden olacak bir husustur.

 Bunlara bir de garanti anlaşması kaldırılarak Türk askerinin adadan çıkarılması eklenirse Türkleri kendilerinden 4 kat fazla nüfusa sahip Rumların saldırılarına karşı korumak hukuki ve askerî açıdan imkânsız hale gelecektir.

 Dört Rum’a karşı bir Türk oranının kabulü ise halen Kıbrıs dışında bulunan 950.000 Kıbrıs Türk’ünün adaya bir daha dönüşünü imkânsız hale getirecektir.

 

KKTC’nin Türkiye’nin dışında bir başka devlet tarafından daha tanınması Kıbrıs sorununun çözümünü büyük ölçüde sağlayabilecek bir husustur. Ancak yetkililerin böyle bir talebi olmadığı gibi, KKTC’yi tanıma isteğini dile getiren Pakistan, Azerbaycan, Bangladeş, Rusya Federasyonu ve İKÖ (İslam Konferansı Örgütü)’nün talepleri 2003, 2004 ve 2006 yıllarında Türkiye Cumhuriyeti ve KKTC  yetkilileri tarafından geri çevrilmiştir.

 

Kıbrıs’ın Türkiye ve Yunanistan’ın birlikte yer almadıkları hiçbir birliğe/kuruluşa tamamen veya kısmen giremeyeceği, üye olamayacağı hem Zürih ve Londra Antlaşmalarının hem de Kıbrıs’ın Kurucu Anayasasının hükmüdür. KRY’nin AB’ye alınması milletlerarası hukuka aykırı olduğu halde Türk Hükümeti beklenmedik bir şekilde KRY’nin Kıbrıs’ın bütününü temsilen AB’ye alınmasına rıza göstermiştir. Türkiye’nin o dönemde bu hukuksuzluğa seyirci kalması KRY’nin AB üyeliğini meşrulaştırmaz. Türkiye’nin geç de olsa bunu resmen deklare etmesi gerekmektedir.  AB’nin KRY’ni adanın bütününü temsilen AB’ye üye yapan ortaklık antlaşmasının Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kurucu anlaşmaları ile Kıbrıs Anayasasına dolayısıyla milletlerarası hukuka aykırı olduğu ve Türkiye’nin söz konusu anlaşmayı geçersiz kabul ettiği Türkiye tarafından AB’ne, BM’e, İngiltere’ye ve Yunanistan’a resmen bildirilmelidir.  

 

Beşparmaklar

Kıbrıs topraklarının %70’inden fazlası Türk vakıflarına aittir.  Milletlerarası hukuka göre bu toprakların başka bir devlete/halka devredilmesi mümkün değildir. Vakıf evrakının önemli bir bölümünün tahrip edilmiş olmasına rağmen Maraş bölgesi topraklarının % 73’ünün Türk vakıflarına ait olduğu tescil edilmiş durumdadır.  Adanın Rumlar üzerinden Yunanistan’a bağlanması için AB, ABD ve Yunanistan’ın baskılarıyla devam ettirilen görüşmelerde Türk tarafına ambargo uygulanmaya başlanması ve ambargoların kaldırılması karşılığında Türklerin toprak, garantiler, mülkiyet hakları gibi temel konularda Rumlara taviz vermeye zorlanması bir tür ahlaksız tekliftir. Türkiye’nin bu hukuksuzluğa ve ahlaksızlığa daha fazla âlet olmaması, bu teklifi ileri sürenlere diplomatik yoldan gereken cevabı vermesi ve KKTC’nin Rumlarla devam ettirdiği görüşmeleri derhal kesmesi gerekmektedir. 

 

KKTC’nin Türkiye ile birleşmesi doğru bir yaklaşımdır. Ancak söz konusu uygulama KKTC meclisinin alacağı Türkiye’ye katılma kararıyla gerçekleştirilmelidir. Nitekim Girit Adası Meclisinde başlangıçta azınlıkta olan Rumlar isyanlar ve katliamlar yoluyla Türkleri adadan kaçmak mecburiyetinde bırakarak zaman içinde Girit Meclisinde sayısal üstünlüğü ele geçirmiş ve 1913’de Balkan Harbi sırasında mevcut ortamdan yararlanan Rumlar Girit’in Yunanistan’a katılması kararını almıştır. Rumların Girit’te 1770 yılında çıkardığı ilk isyan ile Girit’in Yunanistan’a katılmasının sağlanması arasında geçen süre 143 yıldır. Rumlar azim ve sebatla 143 yıl çalışmış ve hedefledikleri sonuca ulaşmıştır.

 

Kıbrıs Barış Harekâtından günümüze kadar geçen süre ise sadece 42 yıldır. Türk Hükûmetleri ve KKTC Hükûmeti vatan toprağı olan Kıbrıs’ın tekrar Rum yönetimine verilerek Türklerin azınlık durumuna düşürülmesi ve uzun vadede Yunanistan’a bağlanması için AB ve ABD liderliğinde yürütülen baskılara 43 yıl bile dayanamamıştır. Kesinlikle haklı olduğumuz bu milli meselede içine düştüğümüz irade zafiyeti dünya milletleri arasında en üstün vatan sevgisine ve direnme gücüne sâhip olan Türk milleti açısından utanç verici bir durumdur. Şehit kanı ile alınmış olan Maraş’ın 1974’den bu yana kullanıma açılmayarak Rumlara verilmek üzere muhafaza edildiği intibaının oluşturulması ise bir başka garabettir. 

 

Kıbrıs’ta KKTC halkı Rumlarla müzakereleri keserek Türkiye ile birleşme kararı almadığı ve Rumlarla devam ettirilen müzakereler sonunda Rum yönetimine azınlık olarak bağlandığı takdirde Girit adasında olduğu gibi bir süre sonra Rumların meclisteki oy çoğunluğuna dayanarak Yunanistan’la birleşme kararı almaları ve Türkleri adadan sürmeleri kuvvetle muhtemeldir. 

 

Diğer yandan tamamı AB’ye alınmış bir adada AB hukuku geçerli olacağından mal ve hizmetlerin serbest dolaşımı hükmü gereğince KKTC toprakları hem Rumların hem de başta Yunanistan olmak üzere diğer AB üyesi ülke vatandaşlarının hiçbir kısıtlama olmadan yerleşebilecekleri, gayr-ı menkul alabilecekleri ve her türlü ticarî faaliyette bulunabilecekleri AB toprağı haline gelecektir. AB ülkelerinin ekonomik durumları ve sermaye gücü bir süre sonra Kıbrıs Türklerinin topraklarını satarak diğer AB ülkelerine göç etmeleri sonucunu doğuracak ve    Yahudi Ulusal Fonu kaynakları ile İsrail Devleti’nin Filistin topraklarını satın alarak Arapları kendi vatanında azınlık durumuna düşürdüğü örnekte olduğu gibi Kıbrıs Türklerinin topraklarını Rumlara satması sonucunda Türkler kendi ata topraklarında ‘azınlık’ durumuna düşecektir. 

 

Yukarıda belirttiğim hususlar kapsamında vatan toprağı Kıbrıs’ın ellerimizden arasından kayarak tamamen Yunan adası haline gelmemesi için hem Türk Hükûmetine ve Türk halkına, hem de KKTC Hükûmetine ve halkına büyük görev düşmektedir. Halk açısından yapılması gereken en önemli iş üzerlerindeki ölü toprağını silkerek demokratik haklarını kullanmak ve gerek Türkiye’de gerekse KKTC’de düzenlenecek kitlesel mitingler yoluyla hükûmetlerini uyarmak olmalıdır. Bu yapılmadığı takdirde tarih önünde yöneticiler kadar Türkiye Cumhuriyeti ve KKTC halkları da sorumluluktan kurtulamayacaktır.

rauf_denktas_tmt

Hükûmetler tarafından söz konusu uyarılara kulak tıkandığı, şehit kanı ile alınan vatan toprakları masa başında Rumlara verilerek Türkler azınlık durumuna düşürüldüğü ve Türk askeri Kıbrıs’tan çekildiği takdirde Kıbrıs Türk halkının yeni Rum saldırılarının hedefi olmasına ve adanın tamamen kaybedilmesine engel olmak üzere; başlangıçta Dr. Fazıl Küçük tarafından kurulan  Kıbrıs Türk Mukavemet Birliğinin ve Volkan teşkilatının,  1957 yılında ise Türk milletinin milli kahramanları Dr. Burhan Nalbantoğlu, Rauf Denktaş ve Mustafa Kemal Tanrısevdi tarafından kurulan ve bünyesinde Rıza Vuruşkan, Kenan Çoygun, Oğuz Kalelioğlu ve Saldıray Hakgüder gibi birçok kahraman Türk subayının ve kahraman Kıbrıs Türk mücahitinin  görev yaptığı TMT (Türk Mukavemet Teşkilatı) ‘nın yeniden faaliyete geçirilmesi kaçınılmaz hale gelecektir.