Twitter
Visit Us
YOUTUBE
YOUTUBE
LINKEDIN
Share

EMPERYALİZMİN GERÇEK YÜZÜ VE GEÇMİŞTEN BUGÜNE KIBRIS’TA YAŞANILANLAR (3)

Tarihi bilmeden bugünü anlamak, geleceğe ilişkin öngörülerde bulunmak, devlet ve milletleri hak ve menfaatlerin elde edilmesinde yanlış sonuçlara götürebilir. Kıbrıs’ta, 1974 yılı öncesinde meydana gelen olaylar bu açıdan önemlidir.     

Rumların, 1963 yılında Ada’da başlattığı saldırılarla Türklerin katliamlara maruz kalmaları ve çok kötü şartlarda yaşamlarını sürdürmeye zorlanmaları sürecinde, TBMM’de 17 Kasım 1967 günü, yapılan gizli bir oturum sonucunda hükümete savaş yetkisi verildi. Aynı gün Türkiye, Yunanistan’a çok sert bir nota göndererek;

  • Kıbrıs’ta antlaşmalara aykırı olarak bulunan 20.000 dolayındaki Yunan askerinin Ada’dan geri çekilmesini,
  • Grivas’ın görevinden alınmasını,
  • Rumların saldırılarına uğrayan iki Türk köyündeki zararların ödenmesini,
  • Ada’da bundan sonra en küçük bir olayın çıkmaması için gerekli bütün önlemlerin alınmasını,
  • On İki Ada’da antlaşmalara aykırı şekilde yapılan yığınağın kaldırılmasını

Yunanistan, 22 Kasım 1967’de Türk notasını reddederek Ada’dan askerlerini çekmeyeceğini bildirdi. Bunun üzerine Türkiye, Kara, Deniz ve Hava Kuvvetlerini Kıbrıs’a çıkarma yapmak için stratejik mevkilere konuşlandırarak gerekli hazırlıklarını yaptı. Böylece, Türkiye ile Yunanistan arasında savaş kaçınılmaz hale geldi. İki ülke arasında yaşanan gerginliğin büyümesi ile konu uluslararası siyasi arenaya taşındı. Sovyetler Birliği, Kıbrıs’taki Türklerin katliama uğramasından Yunanistan’ı suçlarken; ABD Başkanı Johnson, Türkiye’nin Ada’ya müdahalesini önlemek için 23 Kasım’da özel temsilci Cyras VANCE’i (Johnson mektubu ile) Ankara ve Atina’ya gönderdi. 25 Kasım’da ise BM Güvenlik Konseyi, Kıbrıs bunalımıyla ilgili tarafları “durumu daha da kötüleştirecek ve barışı tehlikeye sokacak davranışlardan kaçınmaya” davet etti. Yine aynı günlerde, NATO Genel Sekreteri Manlio BROSİO ile BM Genel Sekreteri U-Thant’ın özel temsilcisi Jose Rolz BENNET arabuluculuk yapmak üzere Ankara, Atina ve Lefkoşa arasında dolaştı. Diplomatik faaliyetler sırasında Türk savaş gemileri Akdeniz’de seyir halinde bulundu, savaş uçakları da Kıbrıs üzerinde uçuşlarını sürdürdü.[1]

Bu gelişimler ve Türkiye’nin caydırıcı tedbirleri sonucunda Yunanistan, 29 Kasım 1967 günü, Türkiye’nin bütün isteklerini kabul ettiğini bildirdi, varılan anlaşma, aynı gece BM Genel Sekreteri U-Thant tarafından açıklandı. Buna göre:

  • Yunanistan, 45 gün içerisinde antlaşmalar dışında Kıbrıs’ta bulunan askerlerini (Ada’yı Rumlaştırma vizyonu gereğince Makarios; Yunanistan’la anlaşarak, 1963 yılından başlayarak önce gizli daha sonra da açıkça 20.000 Yunan askerini Ada’ya sokmuştur[2]), BM temsilcileri kontrolünde çekecek,
  • Kıbrıs’ta; 650 Türk, 950 Yunan askeri kalacak,
  • Ada’da Zürih ve Londra anlaşmaları esaslarına dönülecek,
  • Türklere karşı son Rum saldırılarını yöneten Grivas adaya tekrar dönmeyecek,
  • Rumlar, Türklerin uğradıkları zararları ödeyecek,
  • Atina, U-Thant’ın çağrısına uyarak, askerlerini bir buçuk ayda çekecek ve antlaşmanın diğer maddelerine kesinlikle uyacağına dair Türkiye’ye yazılı bir güvence verecek,
  • BM Barış Gücü’nün, Ada’daki sayısı ve yetkisi çoğaltılacaktı.

Böylece Kıbrıs bunalımının ağırlık noktası, daha çok diplomatik alana kaydı. Rumlar tarafından anayasaya aykırı olarak yaratılan fiili durum sonucunda meydana gelen yönetim boşluğunu doldurmak üzere, Kıbrıs Türk toplumu, 28 Aralık 1967’de, “Geçici Türk Yönetimi”ni kurduklarını açıkladılar. Bunun için bir de “Yürütme Kurulu” meydana getirdiler. Yürütme Kurulunun Başkanlığına Dr. Fazıl KÜÇÜK, Başkan Yardımcılığına ise Rauf R. DENKTAŞ seçildi.[3] 1968-1974 yılları arasında, iki toplum temsilcileri ve ilgili ülkelerin katılımları ile yapılan görüşmelerde bir sonuç elde edilemedi.

Bu dönemde meydana gelen anlaşmazlıklar ve bunalım karşısında Kıbrıslı Rumlar arasında, durum farklı bir boyut kazanmıştır.

Makarios ile üç metropolit ve EOKA-B arasında anlaşmazlık su yüzüne çıkmıştır. Anlaşmazlığın temel nedeni; Makarios, “Kıbrıs sorununun, Yunanistan’a ilhakını değil kesin sonuç olarak bağımsızlığı öngörmesi” şeklindeki dönekliği idi. Bu nedenle metropolitler; Makarios’un ya Cumhurbaşkanlığında kalarak Başpiskoposluktan ayrılmasını ya da Başpiskoposlukta kalacaksa Cumhurbaşkanlığını bırakmasını talep ediyorlardı. Ayrıca Makarios’u enosis hedefinden sapmakla suçluyorlardı.[4] Aslında Yunanistan’ın, Kıbrıslı Ortodokslar ile olan ilişkileri hiçbir zaman fazla sıcak olmamıştır. Yunanistan’ı yönetenler, Makarios’a karşı 1974 öncesinde suikast ve darbe teşebbüslerinde bulunmuşlardı:[5]

  • Birinci operasyonun adı “Ermis” 1970’te başarısız bir şekilde son buldu. Operasyonu Yunanlı Albay Dimitrios PAPAPOSTOLU düzenlemiş, İçişleri Bakanı Polikarpos YORGACİS de Yunanlıların yanında yer almıştı.
  • İkinci operasyon; yine “Ermis Planı”na göre Yunanlı subayların kontrolü altında bulunan Milli Muhafız Örgütü Makarios’a karşı suikast düzenleyecek ve Rumların liderliğine Polikarpos YORGACİS getirilecekti. Yunan ajanı iki kişi 8 Mart 1970’te Makarios’un helikopterine Başkanlık Sarayının karşısındaki bir binanın çatısından ateş açtılar ve helikopteri düşürdüler. Ancak Makarios kurtuldu.
  • Üçüncü operasyonun kod adı “Örümcek” Düzenleyen Grivas’tı. Suikast bir Yunanlı yüzbaşı tarafından 14-15 Şubat 1972 gecesi gerçekleştirilecekti. Ancak aynı gece ABD aleyhine büyük bir gösteri düzenlenmiş, Rumlar sokaklara dökülmüştü. Bu nedenle operasyon yapılamadı.
  • Dördüncü operasyonun kod adı ise “Apollon” Yine Grivas tarafından planlanmış, 16-20 Temmuz 1973’te yapılacaktı. Bu girişim de Yunanistan’daki darbe teşebbüsü neticesinde sonuçsuz kaldı.
  • Kıbrıs’ta Yunan askerlerinin düzenledikleri en son darbe ise 15 Temmuz 1974’te “Apollon Planı” kod adı ile gerçekleşti. Makarios yine kurtulmuştu. Ancak çok sayıda Makarios taraftarı Rum öldürülmüştü.

Bu durum karşısında Makarios yönetimi; ilk önlem olarak, terör olaylarının kaynağı olan EOKA-B örgütünü, 25 Nisan 1974 günü yasa dışı ilan etti. Ancak bu karar, Ada’da terör hareketlerine son vereceği yerde, olayların daha da büyümesine yol açtı ve Makarios yanlısı polis güçleri ile EOKA tedhişçileri arasında şiddetli çatışmaların başlamasına neden oldu. Bu gelişmeler, diğer yandan Makarios ile Atina arasındaki ilişkileri de bozdu. Yunanistan’da albayların kurmuş olduğu Cunta Hükümeti, Makarios’a açıktan cephe aldı.[6] Bu süreç; 15 Temmuz 1974 günü, Yunanlı subayların önderliğinde Rum Milli Muhafız Gücü ile Makarios’a karşı darbe yapılarak devrilmesi ve sözde “Kıbrıs Elen Cumhuriyeti”nin ilan edilmesine kadar devam etti. Yapılan darbe ve ilan edilen sözde Kıbrıs Elen Cumhuriyeti, Yunan-Rum için Enosis’e giden yolun önemli bir aşamasıydı.

15 Temmuz 1974’te, Yunanistan Silahlı Kuvvetler Komutanı sıfatıyla, Kuvvetler Komutanları ile yaptıkları toplantıda alınan karara uygun olarak darbe yapılması emrini veren kişi Grigorios BONANOS (dönemin Yunan Genelkurmay Başkanı) idi.[7] İddialara göre, tamamen ABD güdümünde olan Yunan Cuntası’nın Atina ve Kıbrıs’ta Makarios’a karşı giriştiği her türlü entrikadan CIA’nın bilgisi bulunmaktaydı. Yunanistan istihbarat servisleriyle sıkı iş birliği içinde çalışan CIA, 15 Temmuz 1974 darbesinde de Ada’da konuşlandırılmış Yunan subaylar vasıtasıyla Makarios’a karşı darbe girişiminde bulunmuştu. Yunanistan, darbeyi organize etmek üzere 14 Temmuz 1974’te, Tuğg. Mihail GEORGİTSİZ komutasında bir grup subayı Lefkoşa’ya göndermişti.[8]

Ada’da antlaşmalarla tesis edilen statünün darbe ile tamamen bozulması nedeniyle, Türkiye garantör taraf olarak müdahale etmek zorunda kaldı. Antlaşmalardan doğan hakları ve Kıbrıs’ta yaşayan soydaşlarımızın güvenlikleri maksadıyla, 20 Temmuz 1974’te Kıbrıs Barış Harekatı’nı icra etti.

Barış Harekâtı başladığında Rum tarafı şaşkınlık ve telaş içindeydi. Yunanistan yönetimi ile büyük bir münakaşa içine girdiler. Hiçbir şey istedikleri gibi gitmedi. Darbeci Nikos SAMPSON, o gün yaşananları şöyle anlatır:[9]

  • 20 Temmuz 1974 sabahı, Türkiye’nin Kıbrıs’a saldırısı başladığında Tuğgeneral Yiorgitsiz(Georgitsiz) (Kıbrıs’ta görevli Yunan general), Yunanistan Silahlı Kuvvetler (Genelkurmay) Başkanı Grigoris BONANOS’u acele olarak bizzat haberdar etmeye koşmuştur. Türkiye’nin bir saldırı başlattığını, Girne’ye yapılan saldırı ile Lefkoşa bölgesine paraşütçülerin atıldığını ve uçakların bombardımana geçtiğini kendisine anlatmıştı.
  • Bonanos; “Türklerin Kıbrıs’a bir saldırısının olmadığını, saldırı sözlerinin bir hayal ürünü olduğunu” söylemişti.
  • Yiorgitsiz’in Bonanos’a bunları anlattığı sırada ben de yanındaydım. Atalasa(Kıbrıs)’da Rum Milli Muhafız Alayı kampındaki Genelkurmay Başkanlığı bürosunda bulunuyorduk.
  • Bonanos, Türklerin Kıbrıs’a saldırısının bir hayal ürünü olduğunda direnince Yiorgitsiz kendisine sert bir ifade ile “Bize bu söyledikleriniz nelerdir generalim? Burada gerçek bir saldırı olmakta, siz de bunun bize hayal ürünü olduğunu ve buna benzer tiksindirici şeyler mi söylüyorsunuz?
  • Tuğgeneral Yiorgitsiz(Georgitsiz)’in elinden telefonu aldım ve Bonanos’a “General, Nikos Sampson konuşmaktadır. Türkler büyük bir askeri güçle saldırıyı gerçekleştirmektedir. Şu anda Lefkoşa bombardıman edilmektedir. …Generalim, anavatan Yunanistan’ın Kıbrıs’a karşı görevini yerine getireceği an gelip çatmıştır. Bu düşman saldırısını etkisiz bırakmak için Yunanistan’ın yardımlarını bekliyoruz.”
  • Bonanas bana şu cevabı vermişti: “Bizim bilgilerimiz Kıbrıs’a karşı bir saldırı gerçekleştirilmediği merkezindedir. Olan sadece Türk Kuvvetlerinin bir tatbikatıdır”.
  • Bunun üzerine öfkeye kapıldım ve hemen Bonanos’un konuşmasını kestim ve şunları söyledim; “Biz burada saldırıya maruz kalıyor, vatan topraklarını savunmak için savaşıyoruz. Siz ise tatbikattan söz ediyorsunuz. Atina’da siz ayakta uyumaktasınız. Ayıptır size generalim. Şimdi telefonun ahizesini pencereden dışarıya sarkıtıyorum ki Türk savaş uçaklarının attıkları bombaların patlama seslerini duyasınız.” Gerçekten telefonun ahizesini pencereden sarkıttım. “Generalim dışarıda dünya başımıza yıkılıyor, Türk uçaklarının attıkları bombaların yarattığı bu gürültüyü işittiniz mi?”
  • Yunanistan Silahlı Kuvvetler Komutanı bir süre düşünür gibi yaptı, biraz gecikmeyle bana şu cevabı verdi; “Topları dışarıya çıkarıp topçu ateşine başlayınız. Siz Yunanistan’ı Türkiye ile savaşa sokacaksınız.”
  • Bonanos’un sözleri beni iğrendirmiş ve terkedilerek ihanete uğrayacağımızdan korkmaya başlamıştım. Sesimi çok yükselterek şöyle konuştum: “Biz burada bir ölüm kalım savaşı vereceğiz. Ulusal saygınlığımız ve onurumuz uğruna savaşacağız. Eğer Yunanistan bizi ihanete uğratırsa emin olunuz ki sorumluluk bütünüyle sizin olacaktır. Ben halen ölene kadar savaşılması emrini verdim. Anavatanımızın (Yunanistan) askeri yardımını bekleyeceğiz. Şimdi size Tuğgeneral Yiorgitsiz’i yeniden veriyorum, işler oyalamaya gelmez. Şunu bilmeni isterim ki, sizi ulusuna karşı hainler olarak ilân etmekte tereddüt etmeyeceğim”.
  • “Hainler, Atilla’dan (Türkler) kurtulmak için kan revan içinde kalan kahraman Kıbrıs’ı satmışlardı. Yunanistan’daki askeri idareyi devirmek için Kıbrıs’ı satmışlardı”

Rumlar, Megali İdea hayalleri içinde olan Yunanlılar tarafından ihanete uğramıştı. Aslında Yunanistan, Türk İstiklâl Harbinde de çok güvendikleri emperyalist devletlerin ihaneti ile karşılaşmışlar, aldatılmanın, yalnız bırakılmanın ne olduğunu çok iyi biliyorlardı. Barış Harekâtı sırasında da yeterli desteği bulamamışlardı. Bu durumdan gerekli dersleri almamış olacaklar ki, halen söz konusu hayalleri devam etmekte, emperyalistlerin uşağı olmayı sürdürmektedirler.

Yunanistan, diğer ülkelerden beklediği desteği bulamaz. Askeri yönetimde kaos hakimdir, herkes birbirini suçlar. Nikos Sampson, 20 Temmuz 1974 günü, çok önemli olacak bir desteğin İsrail’den geldiğini öne sürmüş, bazı farklı kaynaklardan da bilgiler aldığını belirtmiştir:

            “…Türk pilotları, bizim Yunanistan ile irtibatımızı sağlayan Kıbrıs Telekomünikasyon merkezini bombalamaları neticesinde, Kıbrıs’a askeri ve başka yardım yapabilecek tek ülke olan Yunanistan ile bağlantısını yitirmiş, korkunç bir haberleşme krizi ile karşı karşıya kalmıştır. O zaman İşçi Partisi’nin iktidarda bulunduğu İsrail Hükümeti, bize bu bağlantıyı günde 24 saat olmak üzere sağladı.”[10]

             “…Tarihe geçmesi için tekrarlamak isterim. Türklerin 14 Ağustos 1974 günü saat 03.45’te tekrar harekete geçeceklerine ilişkin sonradan doğrulanan haberleri Sovyetler, İngiliz ve Amerikan elçiliklerinden elde etmiştim. Ayrıca bu bilgileri bana bilgi sağlayan iki Kıbrıslı Türk ajanımdan doğrulamıştım. Bu iki Türk ajanım bana Haspolat-Değirmenlik yöresinde gördüğü savaş hazırlıklarını anlatmıştı.”[11]

  1. Sampson’un, yıllar sonra anlattıkları yardım iddiaları ve söz konusu ülkelerin bilgilendirmeleri ilginç olmakla birlikte ne kadar gerçekçi ayrıca araştırma ve incelemeye değer bir konudur.

Türkiye, bu müdahale ile Zürih ve Londra antlaşmalarından doğan “Garantörlük” hakkını, 1963 yılı ve sonrasında kullanması gerekirken ancak 1974 yılında yerine getirebiliyordu. Makarios ve Rumların, 1963’ten beri Ada’da yürüttükleri Türklere karşı imha hareketi ve izledikleri politikalar, Rumların hiçbir zaman 1960 Cumhuriyetine dönmeyeceklerini Ankara’ya göstermiştir. Bu nedenle, Türkiye Ada’da yeni bir yapılanma istiyordu ve şu hedefleri gerçekleştirmeliydi:

  • Ada’nın Yunanistan ile birleşmesi önlenmeliydi.
  • Kıbrıs Türkleri “Türkiye’nin doğrudan güvencesi altına” alınmalıydı.
  • Ada’daki Yunan ve Rum askeri birikimine karşılık “askeri bir denge” sağlanmalıydı.[12]

1963 yılından itibaren, Rum-Yunan tarafından, Türklere yönelik başlatılan terör olayları ve katliamlar neticesinde, soydaşlarımız belli bölgelere göç etmek zorunda kalmış, Barış Harekâtı sonrasında ise tamamen Ada’nın kuzeyine yerleşmişlerdi. Buna karşılık Ada’nın kuzeyinde bulunan Rumlar da güney bölgesine göç etmişti.

Göç hareketi, 1975 yılı ortalarına kadar karşılıklı olarak sürmüştür. 2 Ağustos 1975’te yapılan Nüfus Mübadelesi Anlaşması kapsamında, 8.000’den fazla Türk güneyden kuzeye, 3.600 kadar Rum kuzeyden güneye yerleşti.

Bu dönemde, yapılan görüşmelerden de bir sonuç elde edilememesi üzerine Türk toplumu, varlık ve güvenliği için 13 Şubat 1975 günü, “Kıbrıs Türk Federe Devleti”ni kurduğunu ilan etti ve Ada’da Türkler yeni bir statüye kavuştu. Böylece göçler sonucu oluşan fiili durum resmi hale geldi.[13] BM Güvenlik Konseyi, 12 Mart 1975 gün ve 367 sayılı kararında, devletin ilanını kınamış, iki toplumu eşitlik içindeen kısa zamanda görüşmelere çağırmıştı.[14] Daha sonraki dönemde, soruna kalıcı bir çözüm bulmak amacıyla yapılan görüşmelerde, Kıbrıs Rum yönetiminin uzlaşmaz tutumu ve Türklere azınlık statüsü verilmesine yönelik yaklaşımları nedeniyle, bir anlaşmaya varılamadı ve 15 Kasım 1983 tarihinde, “Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KKTC)” ilan edildi.

Rauf R. DENKTAŞ, KKTC’nin ilânına giden süreçte yaşadığı ilginç bir gelişmeyi de şöyle anlatmıştır:

               “14 Kasım’da partileri yemeğe davet ettim. Yemeği güle oynaya yedik. Yemek sonunda; “bu yemeği size bedava yedirmedim, yemeğin bir maksadı vardır” diyerek 15 Kasım günü devlet (KKTC) ilân edeceğimizi, çünkü başka türlü Rum’un paçasından yakamızı kurtaramayacağımızı söyledim. Rum’un bizi azınlık olarak dünyaya takdim ettiğini, bu yalanı artık dünyaya göstermek için Rumların bizim hükümetimiz olmadıklarını ve asla olamayacaklarını devletimizi ilân etmekle göstermemiz gerektiğini söyledim. Bu açıklamanın üzerine yemekte bulunan Cumhuriyetçi Türk Partisi (CTP), Toplumcu Kurtuluş Partisi (TKP) liderleri ki, o güne kadar bana “sen her şeyi Türkiye’ye sorarak yaparsın, sen Türkiye’nin uydusu oldun” diye saldırırlardı, ilk sordukları şey Türkiye’ye sorup sormadığım oldu. Ben de kendilerine “Türkiye’ye sorup sormamak diye bir meselenin olmadığını, bu işi yapacaksak yapacağımızı” söyledim. Bunun üzerine telefonlara sarılanlar oldu. Ben de boşu boşuna telefona sarılmamalarını, çünkü yemeğe başlandığı andan itibaren bütün dünya ile bağlantının kesildiğini söyledim. Bunun “ihtilal olduğunu” söyleyenler oldu. Ben de “ihtilal olduğunu, Kıbrıs’ta halkın başı dik yaşaması için atılan bir adım olduğunu” söyleyerek “var mısınız yok musunuz?” diyerek sözlerime şöyle devam ettim “Eğer yoksanız ve yarın biz Devletimizi ilân ettiğimizde mecliste aleyhte oy kullanacaksanız, bilmeniz gerekir ki, yeni cumhuriyette, cumhuriyeti istemeyen aleyhine oy kullanan partilerin yeri olmayacak.”

                “Bu konuşmamın ardından bazıları kendilerini tehdit mi ettiğimi sordu. Ben de tehdit etmediğimi söyledim. 14 Kasım yemeğinde bu tip tatsız münakaşalar yaşandı. Yemekten çıktıktan sonra gece yarısı Büyükelçi İnal Batu’ya gitmişler ve sayın Batu’ya ertesi gün devlet kurulacağını, haberlerinin olup olmadığını sormuşlar. Büyükelçi Batu da “Türkiye’nin buna karıştığı yok, bu sizin meseleniz” demiş.”

                 “14 Kasım günü bütün köylere haber vererek, 15 Kasım günü çok önemli bir kararın alınacağını, bu yüzden herkesin Lefkoşa’da meclisin önünde bulunması gerektiğini söyledik. Halk zaten bir beklenti içerisindeydi. 15 Kasım 1983 Salı günü sabahı, onbinlerce insanın o meydanı doldurduğunu gördük. Ben, 15 Kasım sabahı Doktor Küçük’e gittim. Tabii rahmetli Dr. Küçük çok tecrübeli adam, bana hemen “Türkiye’nin beraber olup olmadığını” sordu. Ben de “beraber olduğumuzu merak etmemesini” söyledim ve birlikte meclise gittik. Mecliste, Nejat Konuk “Cumhuriyeti ilân ediyoruz” şeklinde konuşmasını yaptı ve oylamaya sundu. Bütün parmaklar oy birliği ile havaya kalktı. Orada o anda çok büyük bir mutluluk yaşadım. Mecliste kabulün ardından dışarıya çıkarak bizleri bekleyen kalabalığa KKTC’nin ilânını duyurduk. Dr. Küçük’ün o günlerde sağlık durumu iyi değildi, sesi bile iyi çıkmıyordu. Gözleri yaşlı bana dönerek “artık gözüm arkada kalmayacak” dedi.”

               “Anayasa hazırlandı ve referanduma koyacağız, mecliste oy birliği ile kalkan eller yine partileşerek, halka “sakın oy vermeyin, aleyhte oy verin” diyerek muazzam bir propagandaya başladılar. Buna rağmen halk, büyük bir çoğunlukla anayasayı onayladı. Böylelikle Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KKTC) doğdu.”[15]

KKTC’nin ilânına karşılık, BM Güvenlik Konseyi, 18 Kasım 1983’te aldığı 541 sayılı kararla, KKTC’yi hukuken geçersiz saymış, bütün devletlerden sadece Kıbrıs Cumhuriyeti’ni tanımalarını istemiştir. Kararla, Kıbrıs Cumhuriyeti, Rumlar tarafından bir kez daha gasp edilmiş, Ada’da yaşayan Türklerin siyasi, askeri ve ekonomik anlamda temsil edilmediği, yok sayıldığı bir cumhuriyet olduğu kabul edilmiştir.

1974 Kıbrıs Barış Harekâtı, Türkiye Cumhuriyeti’nin tarihindeki dönüm noktalarından biridir. 1938’de Hatayın bağımsızlığı ve 1939’da Türkiye’ye katılımı, Türkiye’nin bir üçüncü ülkeyi işgali değildi. Fransa’nın sömürgelerinden çekilişi ve Hatay’da Türk varlığının korunması, bunu gerçekleştirmişti. Kıbrıs’ta, koşullar farklı olmasına rağmen, temelde aynı durum söz konusudur. İngiltere’nin çekilmesi ile oluşan boşluk KKTC ile dolduruluyordu. Türkiye, bu müdahalesi ile Yunanistan’ın Ege’den sonra Akdeniz’e uzanan genişleme politikasına da son vermiş oluyordu. Megali idea bu harekât ile darbe yemişti.[16]

Kıbrıs’ta çözüm için görüşmelerin yeniden başlatılmasına yönelik girişimler halen devam etmektedir. Yunan-Rum tarafının amacı bellidir; Kıbrıs’ın Yunanistan’a ilhakı. Türk tarafı ne yaparsa yapsın Yunan-Rum’un hedefine hizmet edecek esasları kabul etmediği sürece bir antlaşmanın olması mümkün değildir.

Bütün bu olanlara rağmen Kıbrıs Türk toplumu içinde, azınlık da olsa, hala Rumlarla birlikte, barış içinde yaşayabilecekleri iddiasında bulunanlar vardır. Bu tezi savunanlardan KKTC’nin İkinci Cumhurbaşkanı Mehmet Ali TALAT, kendi döneminde Rumların uzlaşmaz tutumuyla karşılaştığında “Ne yapayım yani; kendimi Sarayönü’nde (Lefkoşa Atatürk Meydanı) asayım mı? Rumlar ellerinden gelse nefes almamızı bile önleyecekler”[17] demişti.

Yunan-Rum’un tarihi emelleri yanında emperyalistlerin de yüzyıllardır bölgeye yönelik değişmeyen hedefleri mevcuttur. Amaç, bölgedeki zengin doğal kaynaklara rahatlıkla el koymak, ulaştırma koridorunu kontrol altında bulundurmak için Doğu Akdeniz ve Kıbrıs’ta Türk varlığını ve egemenliğini zaman içinde etkisiz kılmak, uzun vadede yok etmektir. Bu yönde ABD, İngiltere, AB, Yunanistan, İsrail ve Rum tarafı iş birliği içinde gayretlerini günümüzde daha da artırmışlardır.

Söz konusu gayretlerin boşa çıkarılması amacıyla, KKTC’nin varlığı ile Doğu Akdeniz’deki hak ve menfaatlerimizin korunması ve bekası için ulusal, uluslararası düzeyde yeni çareler üretmeye, stratejiler geliştirmeye ihtiyaç vardır.

Geçmişi unutmadan geleceğe bakmak, geleceği yönetmek önemlidir. Bu yaklaşım, hak ve menfaatlerimizin elde edilmesini ve korunmasını sağlayacak gerçekçi ve akılcı değerlendirmelerin yapılmasına yardımcı olacaktır.    

Tarih, Türk milletinin bağımsızlık ve egemenliği uğruna büyük acılar çektiği ve bedeller ödediği olaylarla doludur. Ancak geçmişte yaşanılanlar yeni nesillerce tam anlamıyla ve doğru olarak bilinmemekte, nesiller değiştikçe unutulmaktadır. Türklerin, Mora’da, Girit’te ve Kıbrıs’ta uğradığı soykırıma yönelik zorunlu göç, saldırı, kıyım ve katliamlar bu kötü facialardan sadece bazılarıdır.

Kıbrıs Türklerinin, 1878’den günümüze kadar büyük acılara katlanarak devam ettirdiği varoluş mücadelesi, Türk tarihi ve gelecek nesiller için çok önemli bir örnektir. Bugünlere kolay gelinmemiştir. Kıbrıs milli davasının devamlılığı için unutulmamalı, ders alınmalıdır.

Türkiye ve KKTC’nin Kıbrıs davasında geri adım atması demek, 1974 yılı öncesindeki olayların yeniden yaşanması demektir. Türk tarafı için hazırlanan tuzakların, barış maskesiyle gizlendiği bir gerçektir.

Kaynakça:

[1] Rifat Uçarol, Siyasi Tarih, İki Cilt, 11. Basım, Der Yayınları, İstanbul, 2019, s. 486-487

[2] Rauf R. Denktaş, Milli Vizyon, Akdeniz Haber Ajansı Yayınları, 2008, s. 21

[3] Rifat Uçarol, a.g.e, s. 487

[4] Nikos Sampson’un Anıları, Kıbrıs Türk Federe Devleti Enformasyon Dairesi Yayını, Şubat 1983, s. 54-56

[5] Kıbrıs Gerçeğinin Bilinmeyen Yönleri, Uluslararası İlişkiler Ajansı, İstanbul, 1992, s. 91-92

[6] Rifat Uçarol, a.g.e, s. 489-490

[7] Nikos Sampson’un Anıları, a.g.e, s. 101

[8] Ulvi Keser, Elbet Bir Bün Gelecekler, Zeka Çorba, Comment Grafik, Lefkoşa, 2020, s. 358-359

[9] Nikos Sampson’un Anıları, a.g.e, s. 76-78, 107-108

[10] Nikos Sampson’un Anıları, a.g.e, s. 130-131

[11] Nikos Sampson’un Anıları, a.g.e, s. 150

[12] Erol Manisalı, Dünden Bugüne Kıbrıs, Yenigün Haber Ajansı Basın ve Yayıncılık, 2000, s. 17

[13] Rifat Uçarol, a.g.e, s. 499

[14] Fahir Armaoğlu, 20.Yüzyıl Siyasi Tarihi, Ankara, 1984, s. 815

[15] Cenkat Çeribaşı Pilter, Rauf R. Denktaş’ın Bir Devletin Doğuşunda Liderlerle İlgili Anıları, Sivil Savunma Teşkilat Başkanlığı Yayını, s. 49-51

[16] Erol Manisalı, a.g.e, s. 19

[17] https://kibrisgazetesi.com/yazar/akaycemal/konu/talat-da-yillar-once-soylemisti-tatar-nefes-almamiza-bile-musaade-etmiyorlar/ (E.T.:7.6.2025)