Twitter
Visit Us
YOUTUBE
YOUTUBE
LINKEDIN
Share

13 KASIM 1918’DE İSTANBUL VE ATATÜRK

Kurtuluş Savaşı’nın Atatürk’ün Samsun’a çıktığı 19 Mayıs 1919 günü başladığını Atatürk’ün Nutuk adlı eserinde “Samsun’a çıktığımda memleketin umumi vaziyeti şu şekilde idi…” diye başlayan sözlerinden anlıyoruz. Ancak, daha 5 Kasım 1918 günü Atatürk, İskenderun’u işgal etmek isteyen düşman güçlerine ateş açılması emrini vermişti. 13 Kasım 1918 günü, yani bundan tam 105 yıl önce Atatürk, Adana’dan trenle Haydarpaşa istasyonuna geldiğinde işgal donanmasını görünce; “Geldikleri gibi giderler” sözleri ile hem Kurtuluş Savaşı’nın başlayacağının işaretini vermiş, hem de orduları dağıtılmış ve devlet yönetimi sarsıntıya uğramış Anadolu halkının, güçlü ordulara sahip işgalcileri yeneceğine olan inancını ve kararlılığını göstermişti. İşgal İstanbul’unda kaldığı zamanlarda çevresindekilere ‘Keşke İstanbul’a gelmeseydim, bu elim manzarayı görmeseydim, Anadolu’da mücadeleye atılsaydık’ dediği anlatılır. Bu makalede işgal döneminde İstanbul’u ve Atatürk’ü anlatmak istiyoruz. Ama önce kısa bir hatırlatma.

13 Kasım 1918’de ne oldu?

Birinci Dünya Savaşı’nın sonunda Osmanlı Devleti yenilenler tarafında yer almış, Mondros Ateşkes Anlaşması’na 30 Ekim 1918 tarihinde imzalanmıştı. İtilaf Devletleri antlaşmanın 7. maddesi gereği yurdun dört bir tarafını vakit geçirmeksizin Kasım ayının ilk günlerinde işgallere başlamıştır. Osmanlı Devleti’nin yok olması anlamına gelen bu anlaşma ülke içerisinde yeni bir mücadelenin başlamasına neden oldu. Anlaşma gereği lağvedilen Yıldırım Orduları Grup Komutanı Mustafa Kemal Paşa 13 Kasım 1918 tarihinde İstanbul’a gelir. Birinci Dünya Savaşı’nın galibi İtilaf devletleri, 22 İngiliz, 12 Fransız, 17 İtalyan, 4 Yunan gemisi ve 6 denizaltıdan oluşan tam 61 parçalık donanma ile İstanbul’u işgal ederler. Osmanlı Sarayı ve Padişah teslim olmuş, İttihatçı liderler kaçmış, ordular dağıtılmış, başkent İstanbul Fatih’ten sonra (1453) ilk kez düşman tarafından işgal edilmiştir.

Sonrası İstanbul’da milli mücadelenin hazırlık safhasıdır. Saltanatını koruma derdindeki Osmanlı yönetimi, Atatürk’ü asi ve tehlikeli bulmaktadır. Saray onu hemen İstanbul’a çağırmış ve görevden almıştır. Çünkü telgraflarında “Mondros’u tanımam, İskenderun’a çıkarlarsa İngilizlere ateş açarım” demiştir. Ayrıca “Bu anlaşma ile İngilizler, ülkeyi işgal eder, yakında kabineyi de belirler” demiştir. Osmanlı yönetimi ise İstanbul’a çağırdığı Mustafa Kemal’e başka görev vermek istemez. Mustafa Kemal, daha gelir gelmez Haydarpaşa peronunda gördüğü askerlere silahlarını teslim etmemelerini söyler. İstanbul’da kaldığı yaklaşık altı ay süre zarfında da bu mücadelenin gerçekleşmesi için çalışır. Yapılan çalışmalar sonunda çözüm yolu olarak Mustafa Kemal ve arkadaşları mücadeleyi Anadolu’da başlatmayı uygun görmüşlerdir. Milli Mücadele, büyük kurtarıcının 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıkışıyla başlamış, ülkenin işgalci düşmandan temizlenerek kurtarılmasıyla noktalanmıştır.

24 Aralık 1918’de Osmanlı Devleti tarafından Erkânı Harbiye Reisi (Genelkurmay Başkanı) olarak atanan Fevzi Çakmak Paşa da Mondros Mütarekesi’nin şartlarına karşı çıkıyordu. Nitekim İngilizlerin baskısı ile Genelkurmay Başkanlığından kısa süre sonra ayrılmak zorunda kaldı. 14 Mayıs 1919’da 1. Ordu Müfettişliğine atandı. Bu sırada Mustafa Kemal Paşa da 9. Ordu Müfettişi olarak atanmıştı. İstanbul’dan ayrılamadan önce bir araya gelerek fikir alışverişinde bulundular. Fevzi Paşa başlangıçta Kurtuluş Savaşı’nın yürütmek için İstanbul’un daha uygun olduğunu düşünüyordu ama şimdi Mustafa Kemal’in düşüncesine katılmış ve mücadeleyi Anadolu’da yürütmeyi kararlaştırmışlardı. Fevzi Paşa, 3 Şubat 1920’de İstanbul Hükümetince Harbiye Nazırlığına atanır ve bu görevi esnasında milli mücadeleye silah ve cephane gönderir. İtilaf devletlerinin 16 Mart 1920’de İstanbul’u resmen işgal etmeye karar vermesi ile Anadolu’ya geçmeye karar verir ve 27 Nisan’da Ankara’ya gelerek, milli mücadeleye katılır.

Birinci Dünya Savaşı’na girerken hem Müttefik hem de Mihver devletleri destek bulmak üzere başka milletlere toprak ve savaş sonrası bağımsızlık vaadinde bulunmuştu. Araplar, Osmanlı egemenliğinden kurtulacaktı; İngilizlerle birlikte Osmanlı’yı arkadan vuran Araplar, Ortadoğu’yu terk eden son Osmanlı trenindeki yaralıları dahi öldürmüştü. İhaneti yaşayan Ordu Komutanı Mustafa Kemal Paşa, “Artık Türk askeri Arap çölleri için ölmeyecek” demişti. Rusya’ya İstanbul ve Boğazlardan geçip Akdeniz’e ulaşma hakkı verilecekti. İngiltere, Fransa ve Rusya; Doğu Anadolu ve Ortadoğu’yu bölüşecekti. Yunanistan’a Ege kıyılarından pay verilecekti. Bu, Osmanlı için bir ölüm-kalım savaşı demekti. 13 Kasım 1918’in kasvetli sabahında batılı savaş gemileri İstanbul’a girdiği sırada Enver, Cemal ve Talat üçlüsü bir Alman denizaltısı ile ülkeyi terk etti. Bu kimliksiz şehir yabancılara direnmek yerine, hoş geldin demişti ama zamanla işgale karşı koymaya kararlı Türkler galip gelecekti. Mustafa Kemal’in tarih sahnesinde yerini alma zamanı gelmişti. Üç yıl önce Gelibolu’da cephe komutanı iken bu şehri kurtarmak için ölümüne savaşmıştı.

1918’de İstanbul…

Benim bugün size asıl anlatmak istediğim o günlerde İstanbul’un hali. İstanbul’u işgal eden müttefikler arasında ayrılıklar baş göstermiş, şehir coğrafi olarak üçe bölünmüştü. Her bölge farklı bir müttefik komutanı tarafından yönetiliyordu. İtalyanlar Osmanlılara istihbarat sağlıyor, Fransızlar İngilizlerin verdiği buyruklara karşı buyruk çıkarıyor, İngilizler hayati bilgileri ikisinden de saklıyordu[1]. İttihatçı üçlü şehirden ayrılmışsa da arkalarında gizli Karakol Cemiyeti’ni bırakmışlardı. Bu cemiyet örgütlü bir direnişin çekirdeğini oluşturabilirdi ancak Mustafa Kemal, bu örgütün o sırada şehirde olan farklı yeraltı gruplarından bir tanesi olduğunu gördü. 1919 yılı başlarında müttefikler Mustafa Kemal’i tehlikeli olarak görmeye başlamış, Malta’ya sürmeyi planlıyorlardı[2]. İngilizler 1919 Baharında şehirdeki ittihatçıları sürgüne göndermeye başladığından, gizli kapaklı yolların kurtuluş için emin bir yol olmadığını düşündü. Sonunda 9. Ordu Müfettişi olarak resmi bir görev elde eden Mustafa Kemal, sürgün emri yürürlüğe koyulmadan, 16 Mayıs 1919’da şehirden ayrılmayı başardı. Bandırma Vapuru ile Samsun’a yola çıktı. Bu şehir, Osmanlı’nın Anadolu’daki topraklarına yapacağı kara yolculukları için mantıklı bir yerdi.

Birinci Dünya Savaşı öncesi İstanbul nüfusunun 977.000 olduğu tahmin ediliyordu; bunun aşağı yukarı 560.000’i Müslüman, 206.000’i Rum Ortodoks, 84.000’i Ermeni Gregoryendi. Daha az sayıda Yahudi, Katolik ve başka azınlıklar vardı. Çoğu gayri-Müslim hemen hemen 130.000 kişi yabancı (ecnebi) olarak sınıflandırılmıştı; bunlar genel olarak ticaret, imalat ve bankacılık sektörlerinden çalışıyorlardı. Osmanlı’nın Millet sistemi gereği, tek tek cemaatler, din hukuku, kamu düzeni, sözleşmeler gibi hukuki, sosyal ve iktisadi alanlarda kendi kendilerini yönetme hakkına sahipti. Teorik olarak eğer Sultanın tebaasıysanız, miller sistemimin dışında kalamazdınız. Sorunların çözümü için devlete değil, kendi dininizin yetkilisine başvuracaktınız. Halife sultan Müslüman hiyerarşisinin tepesindeydi ama aynı zamanda gayri-Müslim tebaasını dolaylı olarak, Rum Ortodoks Patriği, Ermeni Apostolik Patriği ve Hahambaşı gibi dini liderlerin aracılığıyla yönetiyordu. Devlet yönetimi hiyerarşisi, cemaatlerin kendi kendilerini yönetmesi sistemi etrafında yapılanmıştı ama bu yapıyı aşmanın birçok yolu da vardı.

Rumlar, çok eskiden beri İstanbul’un sakini olmuşlarsa da herhangi bir ailenin köklerini çok eskiye dayandırması mümkün değildi. Rum patriği, Fener semtindeki kilisesinden hem yerli Rum Ortodoks cemaatini yönetiyordu, hem de Akdeniz’in de ötesine uzanan tüm Yunan Ortodoks cemaatinin ruhani lideriydi. Başka ülkelerdeki Yunanlılar kültürel ve dini yaşamlarının merkezi olarak İstanbul’u görürlerdi. Bu şehir, tüm dünyaya yayılmış bu cemaatin en ünlü okullarının, en şaşalı kiliselerinin ve en canlı şirketlerinin bulunduğu yerdi.

Ermeniler de çok eskiden beri şehirde yaşıyordu; ticaret ve bankacılık dünyasında Rumlar gibi bir dayanak noktası oluşturmuşlardı. Rumlar ve Ermeniler, komşu Fener mahallesindeki kiliselere gitmek için Haliç kıyısındaki belli başlı Yahudi semtlerinden biri olan Balat’tan geçerlerdi. Hem Müslümanlar hem de gayri-Müslim aileler, akşam çayı içmek üzere Eyüp’te şehre tepeden bakan Piyer Loti kahvesine gelebilirler ya da Kâğıthane deresi kıyısında kadın, erkek, çoluk çocuk çimenlere oturup sohbet edebilirlerdi. Herkesin kendi çöplüğünde ötmesi fikri imparatorluğun sonuna kadar İstanbul’un yazılı olmayan kurallarından biri olarak kaldı.

Şehir, Yahudiler için de tarihte bir sığınak olmuştu. Yahudiler, İstanbul’da Bizans döneminden beri yaşıyordu. Osmanlılar İstanbul’u fethettiğinde Yahudileri dost bir cemaat olarak görmüşlerdi. Sinagoglar ve diğer cemaat kurumlarına dokunulmuyor, büyümelerine izin veriliyordu. Romanyot olarak bilinen çoğu Bizans çağı Yahudisi Rumca konuşuyor, Doğu Hıristiyanlarıyla ortak yaşamlarını devam ettiriyorlardı. Cemaat yaşamındaki dönüşüm, 1492’de İspanya’dan göç etmek zorunda kalan Yahudilerin gelişi ile başladı. İber Yarımadasındaki Yahudiler ya Hıristiyan olacak ya da krallığı terk edeceklerdi. Çoğu Sultan’ın korumasına güvenerek İstanbul’a geldi, şehirdeki Yahudi nüfusu iki katına çıktı ve cemaat gelenekleri ve günlük yaşamına Sefaradlar hâkim oldu[3]. 19. Yüzyılda Doğu Avrupa’dan göç eden Yahudiler ise Aşkenaz olarak bölünmüşlerdi. 20. Yüzyılın başında bile İstanbul, kentsel bir çevre olmaktan öte yüzlerce mahallenin oluşturduğu takımadalardan ibaretti[4]. İstanbul’un mahallelerinin yapısı, dini cemaatlerin cami, kilise ya da sinagogların çevresine toplaşmasından ibaret değildi. Bu yapı aynı zamanda bir ayakta kalma stratejisiydi; kendi işine bakmak, başını kaldırmamak, büyük siyaset ve iktisat meselelerini güçlülere bırakmak. Gayri-Müslimler, İstanbul ekonomisi ve popüler kültürünün atkı ve örgüleriydi. Onlar şehrin meyhanecileri, bankerleri, genelev sahipleri, lokantacıları, ihracatçı ve otelcileriydi. 1922 gibi geç bir tarihte bile Rumlar hala şehirdeki 1413 lokantadan 1169’unun sahibiydi; Türklerin 97, Ermenilerin 57, Rusların 44 lokantası vardı[5]. Toplumdaki yerleri gayri-Müslimleri birbirinin doğal rakibi haline getirmişti. Birbirlerini görmezden geliyor, alay etme fırsatı kolluyor, bazen de kavgaya tutuşuyorlardı[6]. Aralarında üstünlük taslama merakı fıkralara da yansımıştı.

Gayri-Müslimler Sultan’ın tebaası olmakla birlikte, başka bir ülkenin vatandaşı olabilirlerdi. Osmanlı yönetimi altında, bir gayri-Müslim tebaa, başka bir hükümetin koruması altına girebilirse muazzam iktisadi ayrıcalıklara kavuşabilirdi. Kapitülasyonlar denen bu sistem, Cenevizlilerden İngilizler ve Fransızlara kadar dış güçlerin zorlamasıyla, yüzyıllardır Osmanlı yönetim yapısının bir parçası olmuştu. Buna göre, yabancı şirketlerin çalışanları Osmanlı yasalarından muaf tutuluyor ve yabancı şirketlere Osmanlı ekonomisine doğrudan ve korunmalı erişim sağlıyordu. Ancak, zamanla kapitülasyonlar yurt ekonomisinin yanında dış ticareti de tanımlar oldu. İmparatorluk ekonomisi ve dış ticareti büyük ölçüde o zamanlar “koloni” denilen yabancıların elindeydi. Bunlar, Pera, Galata ve Haliç’in kuzeyindeki başka semtlerde yer alan gösterişli ofislerinde büyük servetler kazanıyorlardı. Özellikle bazı Rum aileleri, Osmanlı topraklarında yaşayıp, yabancı bir gücün adına çalışarak servet biriktirmek gibi olağanüstü bir konumdaydı. Osmanlı devletinin içindeydiler ama o devletin bir parçası değildiler.

Müttefik kuvvetler İstanbul’u işgal ettiğinde gayri-Müslimler dış güçlerin yardımıyla imparatorluğu aralarında paylaşmanın hesabını yapıyorlardı. Müttefik yönetimi zabıtalardan daktilocu kızlara tüm işlerde Rumları ve Ermenileri tercih ediyordu[7]. Müttefik subaylarının kullanımı için Türk evlerinin en iyilerine eşyalarıyla birlikte el konuluyordu. Şehrin sokaklarında Türk fahişe olmadığından, Rum ve Ermeni kadınlar Müttefiklerin gözünden düşürmek için Türk kadını kıyafeti giyiyorlardı. Rumlar, minareden ezan okuyan müezzinle alay ediyor, Müslümanların yanında sokak köpeklerini avaz avaz “gel Muhammed gel” diye çağırıyorlardı. Birkaç haftada bir İstanbul’da büyük yangınlar çıkıyor; tek bir yangın bazen binlerce Türk evini yerle bir ediyordu. Bu arada Rum emlakçılar daha küller soğumadan yangın yerinde bitiveriyordu. Ateşkes döneminde Türkler, İstanbul’dan kovuluyordu[8].

Milli Mücadele ve İstanbul

15 Mayıs 1919’da Yunan birlikleri önemli bir Osmanlı limanı olan İzmir’e girdiğinde, İngiliz ve Fransızlar şehrin İtalyanların eline geçmemesi bir tercih kullanmıştı. Ancak, İstanbul’daki gibi olmadı; Türkler, işgalcilerle savaşmaya başladı. İzmir’deki Rum sayısı Atina’dakilerden fazlaydı. Yunan işgali haberi İstanbul’a ulaştığında, Pera[9] sokaklarına Yunan Krallığının bayrakları asıldı[10]. İngilizlerin İstanbul’daki birliklerinin aksine, Yunanlılar sadece yönetmek değil, ilhak etmek istiyorlardı.

Orduyu teftiş bahanesini bir kenara iten Mustafa Kemal, önce İstanbul hükümetinin tepkisizliğinden hoşnut olmayan subayları ve askeri birlikleri bir araya getirmeye girişti. Erzurum ve Sivas kongrelerinde ise askerler ile birlikte siviller de işgale karşı bir araya geldiler ve müttefiklere karşı direniş ilan edildi. 1919’un sonunda Mustafa Kemal merkez karargâhını Ankara’da kurdu. Ankara, hem müttefiklere uzak olduğu için savunulabilir hem de tren yolu geçtiği için birliklere temas etmeyi kolaylaştıracaktı. Ankara, artık işgalciler karşısında beklenmedik bir karşı güçtü ve İstanbul’un rakibiydi. Müttefikler bu hareketi “Kemalistler” ya da Türk milliyetçileri olarak tanımladılar. Milli güçler (Kuva-yi Milliye), önce dikkatlerini Doğu’ya verip, düşmanla işbirliği ve yerel halka katliam yaptıkları için ittihatçılarla kovulan ancak geri dönen Ermeni ve diğer silahlı gruplara çevirdiler. Yunanlılar ise İzmir’de başlattıkları işgali Ege ve İç Anadolu’ya doğru genişlettiler. İstanbul hükümeti sadece seyrediyordu. Bu yüzden, pek çok Türk entelektüel Ankara’nın yolunu tuttu ve İstanbul’daki depolardan çalınan silahlar Milli Güçlere ulaştırılmaya başlandı.

İzmir’in Türkler tarafından geri alındığı, Rum ve Ermenilerin kaçtığı haberi gelince İstanbul’daki müttefikler ve gayri-Müslimler aynı şeyin İstanbul’un başına geleceğinden ve Türklerin intikam alacağından korkmaya başladılar. Gayri-Müslimler, trenlerle kaçmaya başlarken, İstanbul’daki Yunan bayrakları inmeye ve her yere Mustafa Kemal’in resimleri asılmaya başlandı. Müttefikler artık İstanbul’u yönetemeyeceklerini anlamışlardı. Güç artık Ankara’da idi ve Sultan meşruiyetini kaybetmişti. 11 Ekim 1922’de imzalanan Mudanya belgesi ile Yunanlılar Doğu Trakya’yı TBMM askerlerine bıraktılar. İşgalci kuvvetleri şimdi daha fazla rezil olmadan İstanbul’dan çekilmek derdindeydi. Milli güçler, İstanbul’un doğusu ve batısında karargâh kurmuştu. 4 Kasım 1922’de TBMM temsilcisi Refet Paşa, şehre girerek idareyi ele aldığını açıkladı[11]. Müttefikler yetkilerinin birden bire alınmasına bozuldular ama karşı koyacak güçleri yoktu.

Saltanat resmen lağvedildi, yeni doğan ülke bir Cumhuriyet olacaktı. Sultan İngilizlerden sığınma istedi ve 17 Kasım Cuma günü sabah 4’te İngiliz savaş gemisi Malaya ile San Remo’ya kaçırıldı[12]. 469 yıllık Osmanlı hanedanı artık yoktu. 2 Ekim 1923’de işgal kuvvetleri İstanbul’dan çekildi. 6 Ekim’de ise Türk ordusu denetimi tam anlamıyla eline aldı. 29 Ekim 1923’de Ankara’da TBMM, Cumhuriyet’i ilan etti ve Mustafa Kemal ilk Cumhurbaşkanı oldu.

Yeni Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı’nın çokuluslu ve çok dinli “millet” sisteminin dini, etnik ve emperyal kurumlarının yerine Türk Kimliği’ne dayalı bir ulus-devlet yapısı kuruyordu. Dini cemaatlerin kendi kendini yönetmesinin yerini herkesin kanun önünde eşitliği aldı. İstanbul’da işgalci müttefiklerle işbirliği yapan azınlıkların yerini gerçek vatanseverlik alacaktı. Herkes Türkçe konuşmaya teşvik edildi; her yere “Vatandaş Türkçe Konuş!” levhaları asıldı. Durumlarını tehlikede gören azınlıklar daha 1920’lerde büyük kitleler halinde kaçmaya başlamıştı. İstanbul’daki gayri-Müslim oranı1900’de %56 iken, 1920’lerin sonunda %35’e düştü. İzmir’de ise %62’den %14’e geriledi[13]. Soykırım yapan Ermenilerin kaçması ile Erzurum’daki Ermeni oranı %32’den %0.1’e indi. Şehirli gayri-Müslimlerin kaçmasıyla Türkiye, daha homojen daha Müslüman ve daha köylü oldu[14]. Sonraları Türkiye ekonomisinin ana direği olacak aileler, Rum ve diğer azınlık şirketlerinin satışa çıkarılmasıyla servet sahibi oldular. Yapılan servet transferin arkasında yeni devletin ulus-devlet projesi vardı. Yeni Türkiye’yi yöneten elit 19. Yüzyıl Osmanlısında olmayan özgüven, üstünlük duygusu ile artık karşılarındakilere dimdik bakıyorlardı.

Osmanlı döneminde Galata Köprüsü’nden geçip Pera’ya (Beyoğlu) gelmek, Las Vegas’a gelmek gibi idi. Osmanlı İmparatorluğu’nda alkollü içki imalatı yaygındı. 17. Yüzyıl gezgini Evliya Çelebi’ye göre o dönemde (abartılı da olsa) şehirde 1000 tane meyhane vardı. Eyüp’ten Üsküdar’a kadar meyhaneler şehrin her yerine yayılmıştı. Şehrin her yerinde uyuşturucu vardı. Özellikle Araplar ve İranlılar, Yedikule civarında gözden uzak kahvelerde toplanır, gizli gizli uyuşturucu içerlerdi. Şehir, özellikle Beyoğlu her yerini saran genelevler ile ünlü idi ve şehvet arayışlarını çekiyordu. Bazı yabancılar padişahın gizemli haremine gittiğini sanarak, geneleve götürülüyordu. II. Abdülhamit döneminde belediye denetimli genelevler kuruldu (1884)[15]. İşgal yıllarında çoğu Pera civarında 175 genelevde yaklaşık 4.500 kadın çalışıyordu ama İstanbul’da toplam 40 bin hayat kadını olduğu tahmin ediliyordu[16]. Çoğu gayri-Müslim olan hayat kadınları işgal yıllarında kurdeleli şemsiyeleriyle sokaklarda müşteri aradılar. Genelev kadınlarının çoğu Rum ve Ermeni, dörtte bir kadarı ise (Bolşevik Devrimi sonrası kaçan) Rus kadınlardı. İstanbul, bir fuhuş ve rüşvet cenneti olarak ünlenmişti. Bu durum, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulması ile beliren kamusal kodlar ve ortaya çıkacak yeni kuşak İstanbullular ile değişecekti.

Halifelik, Sultan VI. Mehmet’in 1922’de ülkeden kaçışından sonra bile varlığını sürdürmüştü. TBMM, Mart 1924’de halifeliği lağvetti. Artık İstanbul, İslam dünyasının merkezi olmaktan çıkmış, Abdülmecid’in soyundan gelenlerin Türkiye’ye dönmesi yasaklanmıştı. Halifeliğin kaldırılması sofu Müslümanların tepkisini çekse de dini ve dünyevi reformlar devam etti. 1925’de miladi takvim kabul edildi ve fes yerine siperlikli şapka giyilmesi zorunlu hale getirildi. 1926’da İsviçre’den alınan yeni medeni kanun, İmparatorluğun Şeriat’ının yerini aldı. Kamusal alanlarda içki içmeye izin verildi. 1928’de, İslamiyet devlet dini olmaktan çıkarıldı, Arap alfabesinin yerine Latin alfabesi getirildi. Yapılanlar eski sistemi onarmak değil birer devrimdi. Atatürk, mavi gözleri ve karizmatik kişiliği ile dünyanın en hayran olduğu devlet başkanlarından biri oldu. Yorulmaz reformcu, kadim ve karmaşık bir imparatorluğu çeke çeke 20. Yüzyıla taşıyan bir model ortaya koydu. 

Kaynakça:

[1] Nur Bilge Criss, Istanbul Under Allied Occupation, 1918-1923, Brill, (Leiden, 1999), 71.

[2] Andrew Mango, Atatürk, Overlook, (New York, 1999), 204.

[3] Minna Rozen, History of the Jewish Community of Istanbul, Brill, (Leiden, 2010), 51, 87.

[4] Eli Shaul, From Balat to Bat Yam, Libra Kitap, (İstanbul, 2012), 37-50.

[5] Clarance Richard Johnson (Ed.), Constantinople To-Day, MacMillan, (New York, 1922), 263.

[6] Eli Shaul, From Balat to Bat Yam, Libra Kitap, (İstanbul, 2012), 59.

[7] Arnold J. Toynbee, Western Question, Howard Fertig, (New York, 1970),  32.

[8] Furlong’dan Woodrow Wilson’a, 23 Mart 1920, 1. NARA, 5G59, M353, Reel 21. Aktaran; Charles King, Pera Palas’ta Gece Yarısı, Modern İstanbul’un Doğuşu, Çev.: Ayşen Anadol, ALFA Yayınları, (İstanbul, 2018), 56.

[9] Beyoğlu’nda, Tünel-Taksim arasında uzanan İstiklal Caddesi ve ona açılan sokakların belirlediği alan.

[10] Alecis Alexandris, Greek Minority of Istanbul, Center of Minor Asia Researchs, (1983), 59.

[11] Britanya Delegasyonu, İstanbul, Kasım 2022, NAUK, FO 839/2. Aktaran: Charles King, Pera Palas’ta Gece Yarısı, Modern İstanbul’un Doğuşu, Çev.: Ayşen Anadol, ALFA Yayınları, (İstanbul, 2018), 97.

[12] General Sir Charles Harington, Tim Harington Looks Back, John Murray, (London, 1940), 131.

[13] Caroline Finkel, Osman’s Dream, Basic Books, (New York, 2005), 547.

[14] Caroline Finkel, Osman’s Dream, Basic Books, (New York, 2005), 547.

[15] Mark David Wyers, Wiked Istanbul, Libra, (İstanbul, 2012), 87.

[16] Clarance Richard Johnson (Ed.), Constantinople To-Day, MacMillan, (New York, 1922), 356-357.