Twitter
Visit Us
YOUTUBE
YOUTUBE
LINKEDIN
Share

YENİ EKONOMİ POLİTİKASI: DÜŞÜK FAİZ VE ENFLÂSYONLA BÜYÜME!

Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası (TCMB)’nin geçen yılın son çeyreğinde “politika faizini” toplam 5 puan düşürmesinden sonra “tüketici enflâsyonu (manşet enflâsyon)” 60 puan artarken, ortalama kredi faizleri de yaklaşık 10 puan yükselmişti. Bu arada “TL’nin Amerikan Doları ($) karşısındaki kaybı” ise yüzde 90’a yaklaştı. Olumsuz geçmiş bu kadar açık ve net iken TCMB/Para Politikası Kurulu (PPK), bu hafta 18 Ağustos günü “sürpriz şekilde” politika faizini 100 baz puanlık indirimle yüzde 13‘e düşürdü. Her zaman olduğu gibi bu indirimin TCMB kararıyla olmadığı, TCMB’nin alınan bir kararı açıkladığı herkesçe biliniyor.

Küresel ölçekte yaşanan enflâsyona karşı yılbaşından bu yana en az 75 civarında merkez bankası faiz artışına giderken, TCMB’nin adı dünyada “en yüksek negatif reel faiz uygulayan” merkez bankası olarak anılmaktadır. 

Dünyada en yüksek enflâsyon yaşayan ülkelerden biri (Avrupa’da açık ara lider) olan Türkiye’de, TCMB’nin 23 Eylül’den bu yana politika faizini 6 puan düşürmesi “çelişkisinin” (yüzde 19’dan 13’e) irdelenmesini bu haftaki yazımıza konu seçtik.

TCMB/PPK’NUN FAİZ KARARLARI

ersin 1

Kaynak: Investing.com

“TCMB’nin 1 haftalık repo faizi” olan “politika faizi”, söz konusu faizin, 10 aylık sabit tutulmasının ardından yüzde 24’den 8,25’e düşürüldüğü 12 Haziran 2019-21 Mayıs 2020 döneminde olduğu gibi son dönemde de 8 aydır yüzde 14’te tutulan faiz 13’e düşürülmüş ve böylece 23 Eylül 2021’den 18 Ağustos 2022 tarihine kadar 6 puan indirilmiştir.

Aslında indirilen bir faiz var, ama bu “gerçek” bir politika faizi değil. Çünkü “politika faizi”, iç tutarlılığı ve fiyat istikrarını sağlama hedefi olan “para politikasının” bir parçasıdır. Daha da önemlisi, politika faizi, diğer faizleri yönlendiren, kendi yörüngesine alan bir faizdir. TCMB’nin açıkladığı faizin böyle bir özelliği ve işlevinin olduğunu kimse söyleyemez.

Ancak faiz indirimlerinin yapıldığı son dönemin, önceki indirimlerin yaşandığı dönemden çok önemli bir farkı vardır. Son 11 ayda yapılan faiz düşüşleri, ülkede enflâsyonun tırmanma gösterdiği zaman diliminde yapılmış olmasıdır. Bilindiği gibi Temmuz ayında yıllık TÜFE, TÜİK’e göre yüzde 79,60;  ENAG’a göre 176,04; ÜFE ise yıllık olarak 144,61 olarak gerçekleşmiştir.

Halbuki, Aralık ayından beri politika faizini yüzde 14’te tutan PPK’nın bu kez de aynı oranı koruyacağı bekleniyordu. Bu açıklamanın ilk etkisi, doğal olarak kurlarda görüldü. USD/TRY paritesi, kararın açıklanması ile birlikte bir dakika içinde 18.14 seviyesine kadar yükseldi. Büyük olasılıkla kur artışının çok daha yüksek olması, kamu bankaları yoluyla yapılan döviz satışı ile sınırlandırmaya çalışıldı.

PPK açıklama metni incelendiğinde açık bir şekilde görülen şudur: Faiz indirimine karar verilmiş, fakat buna ekonomik gerekçe bulma gayretleri yetersiz kalmıştır.

Yapılan açıklamada; “üçüncü çeyreğe ilişkin öncü göstergeler iktisadi faaliyette bir miktar ivme kaybına işaret etmektedir.  Küresel büyümeye yönelik belirsizliklerin ve jeopolitik risklerin arttığı bir dönemde sanayi üretiminde yakalanan ivmenin ve istihdamdaki artış trendinin sürdürülmesi açısından finansal koşulların destekleyici olması önem arz etmektedir. Bu çerçevede Kurul, politika faizinin 100 baz puan düşürülmesine karar vermiş” denilmektedir.

Bu açıklamayla söylenmek istenen kısaca: Ekonomik büyüme yavaşlıyor, eğer faizleri indirirsek büyümeyi hızlandırırız. Diğer bir anlatımla, “büyümeyi desteklemek için faiz indirimine gidildiği söyleniyor. Peki bu nasıl olacak? MB faiz indirince diğer tüm faiz oranları düşecek, kredi maliyetlerinin düşmesi yatırımları, dolayısıyla istihdamı ve büyümeyi artıracak.!!

Keza yine aynı açıklamada kullandıkları “son dönemde belirgin şekilde açılan politika-kredi faizi makasının parasal aktarımın etkinliğini azalttığı değerlendirilmektedir” ifadesi, politika faiz oranı indirilince kredi faizlerinin düşmediğinin görüldüğüne işaret etmektedir. Çünkü piyasa faiz oranları başka göstergelerin, örneğin enflâsyon oranı, “bozulan beklentiler” gibi göstergelerin etkisiyle yükselmektedir. Tabii ki bunların yanında, ÜFE-TÜFE farkında birikmiş baskının, emisyondaki artışın ve yaklaşan seçimler nedeniyle verilen bazı “tatlandırıcıların” da önemli payı yadsınamaz.

Açıklamasında ayrıca, “erişilen finansman kaynaklarının amacına uygun şekilde iktisadi faaliyet ile buluşması yakından takip edilmektedir” diyen TCMB, alınan kredilerin yeni yatırıma dönüşmediğini de söylemek istemektedir. Nasıl dönüşsün ki? Bu kadar içsel ve küresel risklerin arttığı ve beklentilerin bozulduğu bir dönemde kim yatırım yapar?

TCMB POLİTİKA FAİZİNİ EKONOMİK BÜYÜME İÇİN Mİ DÜŞÜRÜYOR?

Geçtiğimiz aylarda Hazine ve Maliye Bakanı “enflasyonla büyümenin” bir siyasi tercih olduğunu dile getirmişti. Bu konuda yaptığı açıklamada “Türkiye’de “Ortodoks” iktisat siyasetleri yerine “heterodoks iktisat siyasetleri” tercih edileceğini” söylemişti.[i]

Bu yaklaşımın temelindeki öngörüleri şöyle özetleyebiliriz: Ekonominin büyüyebilmesi için “borçlanma faizlerinin azalması” gerekir. Bu durumda eğer TCMB politika faizini düşürürse kredi faizleri iner, daha rahat borçlanma, daha çok harcama, daha çok yatırım, daha çok istihdam olarak geri döner.

Tabii ki böyle temellendirilen bir politika için hemen şu soru sorulmaktadır: Peki bu yolla “artan talep” enflasyonist baskıları artırırsa ne olacak? Bu soruya verilen yanıt da: “Onu da daha ‘fazla büyüme karşılığı ödenecek bir bedel’ olarak kabul ederiz” şeklinde olmaktadır.

Kısacası, “Enflasyonla büyüme” modeli

Ancak ekonomik dinamiklerin yukarıda saydığımız sıra ve şekliyle işlemediğini biliyoruz. Şöyle ki, “enflasyon beklentileri” düşmeden politika faizini düşürmek, “piyasa faizini” geri çekememektedir. Çünkü piyasa faizleri belirlenirken, politika faizine ek olarak olarak “enflasyonist beklentiler”, “ileriye yönelik riskler” de fiyatlanmakta ve piyasa faizine yansımaktadır. Bu bedenle politika faizi düşse de, orta ve uzun vade için artan “enflasyonist beklentiler” ve “risk primi” nedeni ile piyasa faizlerinin arttığı deneyimlenmektedir. Bunun son örneği, politika faizindeki son düşüşün yapıldığı 18 Ağustos kararından hemen sonra risk priminin artışa geçmesi, “uzun vadeli faizlerin daha da yükseleceğine” işaret etmektedir.

Yine bu bağlamda, mevcut kredi faizlerinin yansıttığı “reel olarak genişlemeci” politikayı da göz ardı etmememiz gerekir. Çünkü politika faizi düştükçe, kredi faizleri artsa bile, kısa vadede “mevcut kredi faiz seviyeleri enflâsyonun hayli altında” kalmaktadır. Kaldı ki, ileriye yönelik “enflasyon beklentisi ve risklerin” bu kadar yükseldiği bir ortamda bankalar, kredi kararlarında daha ihtiyatlı yaklaştıkları için  “kredi arzını” kısmaktadırlar. Bu nedenle, teorik olarak “genişlemek” amacı ile atılan adım, orta vadede ekonomi üzerinde “daraltıcı” bir etki yaratmaktadır.

Sonuçta, giderek rayından çıkan bir enflâsyon, yoksulluk olarak geri gelip büyüme hedeflerini de vurmaktadır. Bu aşamada TCMB’nin yaptığı ise, “uzun vadede” enflâsyonun yaratacağı “daraltıcı etkileri”, kısa vadede faiz indirimleri ile “baskılamaya çalışmak” olmaktadır.  

Bu yılın ilk yarısında büyüme nasıl sağlandı?

Yukarıda değindiğimiz gibi, eğer enflâsyonist ortamda faiz indirmek orta vadede “büyümeyi daraltıcı” bir etki yapıyorsa, yılık ilk yarısındaki yüksek büyüme (birinci ve ikinci çeyrek büyüme sırasıyla yüzde 7,3 ve 21,7) bu savı çürütmüyor mu?

Son iki çeyrekte büyümenin bileşenlerine baktığımızda, baz etkisinin yanında bunun önemli bir bölümünün “ihracat” kaynaklı olduğunu görmekteyiz. 2022 ilk yarısında ülke ihracatının güçlü gelmesinin temel nedeni, “düşük faiz, zayıf kur” politikasından öte, Covid-19 salgını sonrası normalleşen Avrupa’da büyümesinin yükselmesiydi.

Bu saptamadan sonra geleceğimiz nokta, yılın ikinci yarısında faizleri daha çok düşürülse de, Rusya-Ukrayna savaşı sonrası ciddi bir durgunlukla karşı karşıya olan Avrupa’ya yapılabilecek ihracatı canlandırabilme olanağının düşük olduğu gerçeğidir. İlâveten, faiz indirimlerinin içeride yarattığı dengesizlikler ve bu dengesizliklerin getirdiği maliyetler ile boğuşma olasılığının yüksek olacağı da ayrı bir olumsuzluktur.

Faiz indirimi gerçekten büyüme ve istihdamı artırır mı?

Faizin neden, hangi amaçla indirildiğini anladık diyelim; kurguya göre “büyüme ve istihdamı arttıracak”, önümüzdeki seçimlerde iktidardaki partinin ve Cumhurbaşkanı’nın “daha çok oy almasını” sağlayacak. Bu arada belirtelim, Rusya’dan Türkiye’ye Akkuyu Nükleer Santrali’nin yapımı için aktarılan 20 milyar $’ın da faiz indiriminde etkili olduğu dış basında yer almaktadır.

Büyüme ve istihdamın artırılması yani “ enflâsyonla büyüme” konusunda yanıtlanması gereken iki soru daha var. Birincisi, bu son faiz indirimi gerçekten büyüme ve istihdamı iyileştirmede işe yarar mı? Varsayılan kurgu işler mi?

İkinci soru da; faiz indirimi işe yaradı diyelim, bu indirim değişik kanallarla enflâsyonu da yükseltmez mi? Tabii ki yapar. Peki, giderek yükselen enflâsyon, daha çok oy alma amaç ve kurgusuna engel olmaz mı?

İlk soruya döndüğümüzde; son faiz indirimi, diğer faizleri, özellikle kredi faizlerini de düşürürse ancak kısa vadede talebi etkileyebilir. Tabii ki “kredi miktarlarının da artması” koşuluyla. Son dönemde olduğu gibi, “kredi arzında daralma” sürerse, faiz indiriminin “olumsuz etkisibile olabilir.

Son faiz indirimi ile TL mevduat faizleri de inerse, “TL’den kaçış” sürer, zaten azalmış olan hane halkı tasarrufları daha da azalır. TCMB duyurularında görülmeyen bir konu da şudur: Uygulanan politikalar ile “TL tasarruflar cezalandırılıyor”, bu da “cari açığı yükseltiyor”.

Cari açık “dış borçlanmayı” ve/veya içeride dövize endeksli borçlanmayı veya “varlıkların satışını” hızlandırmaktadır. Uygulanan politikalara güven o kadar azalmış durumda ki, bu politikalarla “dış borç ödemede temerrüt riski/CDS” yükseldi ve dış borçlanmanın maliyeti çok arttı. Sonuçta bir “kısır döngü” yaratılmış oldu.

Kısacası, son faiz indiriminin “kısa vadede bile etkisi sınırlı” olacak; cari açık ve enflâsyon yoluyla makroekonomik istikrara “olumsuz” yansıyacaktır. Orta ve uzun vadede ise, büyüme ve istihdama etkisi olmadığı gibi, “makroekonomik istikrarsızlık” getirecektir.

“Enflâsyonla büyüme” seçeneğinin maliyeti

Enflâsyonla büyüme amacına yönelik “iyi niyetli?” erekle yapılan “düşük faiz politikalarındaki ısrar” ülkeye, yakın tarihimizde gördüğümüz en yüksek “dolarizasyon”, TL’nin hızla değer yitirmesi, heba olan milyarlarca dolarlık döviz rezervi, bankaların bozulan varlık kalitesi, şimdilik bütçeye maliyeti 60 milyar TL civarında hesaplanan ve maliyeti daha da artması beklenen Kur Korumalı Mevduat (KKM) ucubesi, azalan yatırım iştahı, potansiyel büyümede yavaşlama, her gün artan fiyatlar, eriyen ücretler, gelir dağılımında ciddi bir bozulma olarak geri dönmüş durumdadır.

Bilindiği gibi enflâsyon yurttaşları, ama en çok “sabit gelir gruplarını” olumsuz etkilemektedir. Enflâsyonla büyüme dönemlerinde “pasta büyüse” de, emeğin pastadan aldığı payın azaldığını, insanların büyümeyi yaşayamadıklarını,  yoksulluğun giderek yaygınlaştığını ve toplumda “gelir eşitsizliğinin” daha da arttığını izlemekteyiz. İnsanlara refah sunamadığı ve geleceklerini rehin aldığı için, iktisat kuramında “enflâsyonla büyüme politikası” şeklinde bir modelin karşılığı bulunmamaktadır.  

Bu açıklamalarımız sonucunda geldiğimiz nokta, önce enflâsyonun ağır maliyetinin, toplumun tüm kesimlerince kabul edilmesi; saniyen enflâsyonun düşürülmesi gerektiği ve bu amaçla katlanılması gereken özverinin hakça paylaşılması konusunda bir “fikir birliği” tesisi gerektiği şeklindedir

Enflâsyonu düşürmenin bedeli

Yakın geçişte tanık olduğumuz şekilde, faiz düşürmek nasıl ki enflâsyonu tetiklediyse, enflâsyonu düşürmek için de bunun tam tersinin yapılması, yani “faizlerin artırılmasını” gerektirmektedir.

Doğaldır ki, faiz artırmak “borçlanma maliyetlerini” yükseltir ve ekonomiyi “soğutur”. Ancak doğru “ek politikaların” uygulanmasıyla faiz artışı asgariye indirilebilir. Örneğin TCMB’nin, şimdilerdeki yaklaşımının tam tersine bağımsız, şeffaf ve güvenilir bir şekilde “enflâsyonu düşürme niyetinde” samimi olduğuna piyasaları inandırması, bu maliyetleri önemli ölçüde azaltacaktır.

Türkiye önümüzdeki süreçte, yüksek enflâsyonun “talebi erittiği” bir sürece girecektir. Böylesi bir gelişme, toplumun her kesimi için sıkıntı anlamındadır. Çünkü başıboş kalan enflâsyon ateşinin söndürülmesi, ancak “talebi boğmak” yoluyla mümkündür. Tabii ki bu yöntem ağır, acımasız ve gelir dağılımını en çok bozan maliyeti içermektedir.

Yukardaki yüksek maliyetli yöntem yerine yapılması gereken, gerekirse “faiz artışı sinyali” ile mevcut süreci tersine çevirmek, yani “genişletici sıkılaşmaya” geçmektir. Verilen doğru işaretlerle “enflâsyon beklentileri” aşağı çekildiğinde, politika faizi artsa da “piyasa faizleri düşmeye” başlayacaktır. Ancak bunun gerçekleşebilmesi için önce TCMB’nin sözünde samimi olduğuna piyasaları inandırması gerekir ki, bunun için de ilk aşamada gelecek “faiz artışı”, işin olmazsa olmazıdır.

Burada yeri gelmişken, 2002-2006 dönemde başarılı bir “dezenflasyon programıyla”, hem faiz artırıp enflâsyonun düşürüldüğünü, hem de ortalama “yüzde 8’e yakın büyüme” sağlandığını hatırlatmak isteriz.

Bu maliyetten korkup mücadeleyi ertelemek ya da yan yollara sapmak, sadece daha yükselen maliyet ve daha yüksek enflâsyon olarak geri döner. Ekonomi yönetiminin şimdilerde yaptıkları ve yaşadıklarımız da maalesef budur.

Selva DEMİRALP hocamızın dediği gibi, eğer kötü huylu bir tümör varsa cerrahi müdahalenin gecikmeden yapılması gerekir. Ameliyat sonrası komplikasyonlardan korkup başka tedavilerle vakit kaybetmek, er ya da geç kaçınılmaz olan ameliyatın risklerini artırır. Cerrah ameliyatı yapar, ama sonrasındaki sancı ve komplikasyonları hafifletmek için ayrı bir ekip uğraşmak zorunda kalır.

Enflâsyonla başa çıkma bedelinin hafifletilmesi

Faiz artışı ilk başta ekonomiyi yavaşlatması ve bunun da “işsizliği” artırması güçlü bir beklentidir. O noktada devreye girecek olan “maliye politikaları”, dar gelirli kesimin üzerindeki bu yükü hafifletme konusunda önemli faydalar sağlayabilir.

Bu bağlamda “işsizlik fonunun” amacına uygun kullanılması, transfer ödemelerinin doğru yere gitmesi, yapısal işsizliği ortadan kaldıracak eğitim programlarıyla birlikte “potansiyel üretim kapasitesinin” artırılması, dolaylı vergilerin azaltılması, bir yandan enflâsyon düşerken diğer yandan “gelir dağılımını” iyileştirerek, sıkı para politikasının yaratacağı komplikasyonları hafiflettiği görülecektir.

FAİZDEKİ BU SÜRPRİZ İNDİRİMİN BAŞKA NEDENLERİ

Çok ciddi ekonomik ve sosyal sonuçları olacağının bilinmesine rağmen bu indirim kararı alınmasının gerisinde, söz konusu kararı alanların gerekçeleri (ağırlıklı olarak enflâsyonla büyüme) dışında başka nedenler de olabilir.

Konut satışlarında hızlı gerileme

Akla gelen ilk “gerçekçi neden”, “konut satışlarının” ülke çapında geçen Temmuz’dan bu yana “yüzde 12,9 oranında düşmüş” olmasıdır. Üstelik aylık düşüş çok daha sert. Öyle ki, bu yılın Haziran ayında 150.509 olan satışlar, Temmuz’da 93.900’a geriledi.

Yine bu bağlamda, “ipotekli konut kredili satışların” da yüzde 36 azaldığı görülmektedir. Bilindiği gibi konut satışlarının bir kısmı ipotekli konut kredilerinin (mortgage) finansmanıyla gerçekleşmektedir. Böyle olunca da “faiz oranlarının” bu satışlarda etkilisi çok açıktır. Bu konudaki örneği de, bu yılın Haziran ayında 44.732 olan “ipotekli konut satışlarının” Temmuz ayında 28.688’e düşmesidir.

Kısacası, yüksek enflâsyon nedeniyle sektöre olan talebin artmasıyla sektörde bir süredir şişmekte olan “balonun patlama riski”,  inşaat sermayesinin de baskısıyla iktidara bu kararı aldırmış olduğu düşünülmektedir. Yani uzun süredir artarak devam eden konut satışlarının bu yıl ilk kez Temmuz ayında, geçen yılın aynı ayına göre yüzde 13’e yakın düşmüş olması mı bu kararda etkili oldu, bilmiyoruz. Ama iktidarın inşaat sektörüne özel bir önem verdiğini biliyoruz.

Bankalara yönelik sübvansiyonun arttırılması

Borsa İstanbul’da yükseliş uzun süredir devam etmektedir. 2900’ün üzerine çıkan BIST100 endeksi artmaya devam ediyor. Açıklanan bilançolar da şirketlerin kâr durumlarının pek de fena olmadığını gösteriyor. BIST sektör endekslerine baktığımızda, “en fazla artışın bankacılık sektöründe” olduğunu görmekteyiz. Kur Korumalı mevduatın(KKM) duyurulduğu 21 Aralık 2021 tarihinden 18 Ağustos 2022’ye kadar olan dönemde “sınai endeksi” yüzde 42, “BIST100” yüzde 58 artarken “bankacılık endeksi” yüzde 82 yükselmiştir.

Bankaların en önemli maliyet ve gelir kaynakları “faiz” gelir ve giderleridir. Faiz gelir ve giderleri arasındaki farkın (faiz marjı) açılması, banka kârlılığı etkileyen en temel unsurdur. Buradan hareketle şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: bankalar bir taraftan faiz giderlerini düşük tutarken, diğer taraftan faiz gelirlerini artırarak kârlılıklarını yükseltiyorlar.

Enflasyonun yüzde 80’e ulaştığı bir dönemde bankalar faiz giderlerini düşük tutmayı nasıl başarıyorlar? İşte bütün olay bu soruya verilecek yanıtta yatıyor: KKM vasıtasıyla devlet sübvansiyonu!

Bankacılık sektörünün yaklaşık 3.3 trilyon tutarındaki TL mevduatın yüzde 35,5’i KKM hesaplarından oluşmaktadır. İşte bu mevduatın maliyetinin önemli kısmı kamu kaynakları kullanılarak devlet tarafından sübvanse edilmektedir. KKM’lerin bankalara faiz maliyeti yüzde 17’dir. Buna ek olarak, kurlardaki değişime bağlı olarak kamu kaynaklarından ödenen “kur farkı”, faiz ödemesinin çok üzerinde olmaktadır.

İşte bu yolla bankalar açısından “faiz maliyeti” ile sınırlandırılmış mevduatlar, bankalar için önemli gelirlerin ortaya çıkmasına yol açmaktadır. Dün yapılan faiz indirimi ile bankaların KKM’ye ödeyecekleri faiz de, bugünden itibaren açılacak ya da yenilecek hesaplar için düşecektir. Faiz indirim kararı bankalar için artan sübvansiyon anlamına da gelmektedir. Bugün bankaların kullandırdıkları ticari kredilerin faiz oranları yüzde 40’ın üzerine çıkmış durumdadır. Alırken az öder, satarken çok alırsanız sonuç da yüksek kârlılık olmaktadır. Bunun yanında bankaların TCMB tarafından, önceki politika faizinin 1 puan altında fonlanmaları da, banka kârlılığının bir başka boyutudur.

Yukardaki açıklamalarımızdan, iktidarın kimleri sübvanse ettiği sanırım çok net anlaşılmaktadır.

TCMB FAİZİNDEKİ YENİ DÜŞÜŞÜN BEKLENEN ETKİLERİ

Bu kararın ardından TL değer kaybına uğradı. USD/TL kuru 17,96’dan 18,14’e yükseldi ve hafta sonu 18.10’dur. Bu durumun, ithalâta dayalı sanayi üretimi ve tarımı olan Türkiye’de maliyetleri, fiyatları ve enflâsyonu artıracak bir gelişme olduğu çok açıktır.

Bilindiği gibi bankalar, KKM için (TCMB politika faizi + 3 puan) yüzde 17’ye kadar faiz ödüyor, kur farkını da Hazine’den alarak mudiye aktarıyorlardı. TCMB’nin politika faizini yüzde 14’den 13’e indirmesi sonrası KKM’ye bankaların ödeyeceği faiz oranı (13 + 3) yüzde 16’ya gerilemiş olmaktadır. Kurda yaşanan artış sonrasında Hazine’nin ödeyeceği “kur farkı yükü” artmıştır. Tabii ki benzer durum, DTH’yi bozdurarak KKM hesabı açanlara TCMB tarafından yapılacak ödemede de geçerlidir.

Özetle, politika faizini indirmek, Hazine ve TCMB’ye ek ödeme yükü getirmekte, bankaların faiz ödemesini azaltmaktadır. Onaylanan “ek bütçeye” KKM giderleri için 40 milyar TL ödenek konmuştu.  Ne var ki yılbaşından Temmuz sonuna kadar bu çerçevede bütçeden ödenen miktar 60,6 milyar TL’yi bulduğuna ve bu faiz indirimi de ek yük getirdiğine göre bu durum, yıl sonuna kadar bütçe ödeneğinin en az üç katı harcama yapılacağı anlamına gelmektedir. Öte yandan TCMB’nin yılbaşından Temmuz sonuna kadar DTH’den dönerek KKM hesabı açanlara yaptığı ödemeler tutarının 80 milyar TL olduğu tahmin edilmektedir. Bu ödemeler TCMB yönünden zarar yaratmakta ve banka bunu para basarak karşılamaktadır.

Bu durumda bu yıl kamu harcamalarının, KKM için ödenen “kur farkı” ödemesi kadar, yani en az 120 milyar TL fazla olacak ki, bu olgu da enflâsyonu artıracak demektir. TCMB’nin kârını Hazine’ye devretmesinde olduğu gibi, zararının da Hazince karşılanması gerekiyor. Bu durumda TCMB 2023 yılında Hazine’ye kâr devretmek bir yana, Hazine’den zararını karşılamasını isteyecektir. Bu durum da ek bir enflâsyon katkısı olarak durmaktadır.

Faizin düşürülmesinin büyümeyi yükseltmesi de kesin değildir. Çünkü enflâsyonun bu kadar yüksek olduğu bir ortamda faiz indirimi “risk artışı” demektir. Bu nedenle son günlerde düşmeye başlamış olan CDS primi, bu indirim kararını izleyerek hızla yükseldi. Söz konusu risk artışı, yatırımların önündeki en önemli engel olacaktır. Kur artışı dış borçların TL karşılığını yükseltecek, bu da şirketleri zora sokacaktır. Bu durum şirket iflaslar, toplu işçi çıkarılması, işsizlik artışı ve nihayetinde “ekonomik büyümenin yavaşlaması” gibi sonuçlar yaşatabilecektir. Bu arada alım gücü zayıflayan yurttaşlar daha da yoksullaşacaktır.

SONUÇ YERİNE

Merkez Bankası sürpriz bir biçimde politika faizini 100 puan düşürerek yüzde 14’ten yüzde 13’e çekti. Böylece uzunca bir süredir beyin ölümü gerçekleşmiş olan “para politikasının” fişi tümüyle çekilmiştir. Bu uygulamayla Türkiye, enflâsyonla mücadeleyi umursamayıp, tümüyle terk etmiş görünmektedir.[ii] Keza TCMB “politika faizi”, etkisini ve işlevini oldukça yitirmiş bir araç haline getirilmiştir.

Peki, madem başta enflâsyon olmak üzere ekonomik göstergeler bozuk seyrederken, ne oldu da TCMB yılın ilk yedi ayında yapmaya cesaret edemediği hamleyi yılın sekizinci ayında yaptı ve politika faiz oranını indirdi?

Bu sorunun yanıtların birisi, ülkeyi yöneten iktidarın, ekonomi kuramında yeri olmayan “faiz ve enflâsyon” iddiasında olduğu gibi, “enflâsyonla büyüme” ve seçime böyle gitme isteği olabilir. Keza bu cesaretin bir kaynağının da başta Rusya’dan gelen ve geleceği söylenen ve nükleer santral yapımında kullanılacak olan döviz, buna ek olarak Körfez ülkelerinden swap mekanizması üzerinden geleceği imâ edilen dövizler olabilir. Ya da “kaynağı bilinmeyen” döviz girişindeki artış, iktidarı faiz indirimi konusunda cesur adım atmaya yönlendirdiği düşünülebilir.

Eğer plân, gelmesi muhtemel dövizi kullanarak kurları ve dolayısıyla enflâsyonu baskılayacakları düşüncesi ise, bunun beklenen sonucu vermeyeceğini, 2019’dan beri yapılan döviz satışları göstermiştir. TCMB döviz rezervlerini kullanarak kurların yükselişinin kalıcı olarak engellenmesinin mümkün olmadığını yaşayarak görmüştük. Keza, rezervler yetmeyince devreye alının KKM’nin de halkın Hükümete “emaneten verdiği” vergi kaynaklarının bir avuç zengin kesime aktarılmasının yanında artık bir etkisi kalmadığını izlemekteyiz.

Belki de, uzun süredir artarak devam eden konut satışlarının bu yıl ilk kez Temmuz ayında, geçen yılın aynı ayına göre yüzde 13’e yakın düşmüş olması da bu kararda etkili olmuş olabilir.

Bu çerçevede Türkiye halkı, ekonominin dibine dinamit gibi yerleştirilen bu faiz oranıyla, uzunca bir süre yüksek enflâsyon ve onun yarattığı “satın alma gücü” kaybıyla yaşamaya alışmak durumundadır.

Ersin DEDEKOCA                                                                                                                      22 Ağustos 2022

[i] “Bakan Nebati’nin ‘Artık heterodoks politikalar var’ sözleri ne anlama geliyor?”, Cumhuriyet, 5.01.2022, https://www.cumhuriyet.com.tr/ekonomi/bakan-nebatinin-artik-heterodoks-politikalar-var-sozleri-ne-anlama-geliyor-1897917; Oğuz Oyan, “Ortodoks mu olsun, heteredoks mu?”, BirGün, 16.01.2022, https://www.birgun.net/haber/ortodoks-mu-olsun-heteredoks-mu-373401 

[ii] Ercan Uygur, “Merkez Bankası politika faizini neden indirdi?”, T24, 19.08.2022, https://t24.com.tr/yazarlar/ercan-uygur/merkez-bankasi-politika-faizini-neden-indirdi,36393