Twitter
Visit Us
YOUTUBE
YOUTUBE
LINKEDIN
Share

Dünyanın süper gücü olduğunu iddia eden Amerika Birleşik Devletleri’nin bütün orta Doğu’nun düzenini bozmasından sonra, giderek yükselen bir kaos ortamı, dünyanın merkezi coğrafyasını tehdit etmekte ve bu doğrultuda bir üçüncü dünya savaşı tehlikesi her geçen gün artmaktadır. İki bin yıllık bir sonunu üç yüz yıllık Siyonist örgütlenme ile çözmek isteyen İsrail, bölgede bir yabancı unsur olarak kaldığı sürece, küresel emperyalizmi kontrol eden İsrail ve Yahudi lobileri aracılığı ile dünyanın en büyük ülkesi ve ordusuna sahip olan Amerika Birleşik Devletleri’nin süper gücünün, bölgenin en küçük ülkesi olan İsrail’in çıkarlarını korumak ve geliştirmek için kullanacağı anlaşılmaktadır. Özellikle, amerikan yönetiminin Siyonist emellere kilitlenmiş olan Evanjelik tarikatının mensupları tarafından işgal edilmiş olması, ABD-İsrail işbirliği ile tırmanma sürecine giren Orta Doğu olaylarının geleceği konusunda büyük bir karamsarlık yaratmaktadır. Artık bütün dünya kapitalist emperyalist düzenin İsrail-Yahudi lobilerinin kontrolü altına girdiği ve bu lobilerin de dünyanın süper gücü olan ABD’nin üst yönetimini işgal ettiği konusundaki bu fikir birliğine sahip olmuştur. Yıllarca, antisemitizm suçlamaları ve sermaye kontrolündeki medya yönlendirmeleri ile dünya kamuoyunun gözünden kaçırılmaya çalışılan bu gerçek durumu, artık bütün dünya devletleri ve hükümetleri görebilmektedir. Hiçbir biçimde bu durum eskisi gibi tartışılmamakta, aksine kesinleşen bu durum nedeniyle yeni bir süreç başlatma eğilimleri giderek artmaktadır.

Atlantik emperyalizminin dünyanın merkezi Atlantik bölgesini alarak “Orta Doğu” adını vermiş olduğu bu bölge aslında dünya karalar coğrafyasının merkez alanıdır. Bu bölgenin tarih boyunca aldığı biçim daha çok dünya konjektürüne bağlı olmuş, Avrupa ve Asya’daki gelişmelere göre merkez alanda bunlara paralel gelişmeler ortaya çıkmıştır. Büyük dinlerin ortaya çıkmıştır. Büyük dinlerin ortaya çıkışı dünya konjektüründeki gelişmeleri etkilemiş, Orta Doğu’da üç büyük din açısından kutsal olan topraklardaki yaşam ve devlet düzenleri sürekli olarak uluslar arası gelişmelere paralel giden bir yön göstermiştir.  Putperest Romalılar Yahudileri yok ederken, Hıristiyanlık ortaya çıkmış, Hıristiyanlık bütün Avrupa’yı baskı altına aldığı aşamada da Müslümanlık yedinci yüz yılda gündeme gelmiştir. Diner açısından kutsal olan  bu bölgenin tarihi sürekli olarak dinler arası çekişme ve dengelere dayalı olarak gelişmeler göstermiştir. Dinlerin yanı sıra ırklar ve uluslararası çekişmeler de orta Doğu tarihinin sayfalarını doldurmuş ve sürekli bir çekişme ile çatışma bu bölgenin ana karakterini oluşturmuştur.

Üç kıtanın merkezinde yer alan bu bölgede ya sürekli olarak çekşme-çatışma dönemleri birbirini izlemiş, ya da bölgeye egemen olan bir büyük siyasal gücün otoritesi altında barış, düzen ve güvenlik  sağlanabilmiştir. Bu duruma en açık örnek beş yüz yıllık Roma, bin yıllık Bizans, iki yüz yıllık Selçuklu ve son olarak da beş yüz yıllık Osmanlı imparatorluğumun egemenlik dönemleridir. Doğu’dan ya da batıdan gelen büyük güçler, bu bölgede imparatorluk kurma şansı elde ettiklerinde ya da bölgenin tamamını imparatorluk sınırları içine aldıklarında, çekişme ve çatışmaların sona erdiği, büyük gücün otoritesine dayalı olarak dünyanın merkezî coğrafyasında düzen ve barış sağlandığı görülmektedir. Büyük güç, bölgeye egemen olduktan sonra merkezî gücünü devam ettirdiği sürece barışı sağlayabilmekte, gücünü yitirdi aşamada ise gene istikrarsızlık ve sorunlar birbirini izlemektedir. Eski düzenin gevşemesiyle içine girilen çekişme dönemlerini yeni bir düzenin kurulması izlemiş ve böylece Orta Doğu tarihi belirli bir çizgi izlemiştir.

Bölgenin son egemen gücü olan Osmanlı İmparatorluğu’nun zayıflaması ile beraber otorite boşluğu doğması, emperyalist güçlerin Ortadoğu’ya göz dikmesine neden olmuştur. On dokuzuncu yüzyılın ikinci yarasından itibaren Rus Çarlığı, Kafkasya üzerinden bölgeye girmeye çalışmış ve Doğu Anadolu’nun üç vilayetini işgal ederek, yarım yüzyıl boyunca kendi askeri yönetimi altında tutmuştur. Rusların kuzeyden güneye doğru indiğini gören İngilizler, hemen Kıbrıs’ı işgal etmişler ve böylece Akdeniz üzerinden Ortadoğu’ya Kıbrıs adasını köprü biçiminde kullanarak girmişlerdir. İngilizler bölgeye girince dünya imparatorluğunda başlıca rakibi olan Fransızlar da Lübnan’a asker çıkarmışlar ve bu küçük ülke üzerinden tüm Suriye’yi ve civar topraklarını egemenlikleri altına almışlardır. Birinci Dünya Savaşı başlarında hem İngilizler hem de Fransızlar Ortadoğu’da bulundurdukları askeri güçlerini güneyden Anadolu’ya sokarak Mi-sak-ı Millî sınırları içerisinde yer alan Türk topraklarını da ele geçirmek istemişlerdir. Osmanlı İmparatorluğumun bittiği aşamada İngilizler ve Fransızlar Ortadoğu’ya gelerek kendi egemenliklerini ilân etmişler ve merkezî coğrafyadaki otorite boşluğunu kendi sömürge imparatorluklarını güçlendirme doğrultusunda geliştirebilmenin yollarını aramışlardır. Birinci Dünya Savaşı sonrasında Ortadoğu haritasını İngiltere ve Fransa beraberce çizmiş ve Osmanlı İmparatorluğu sonrasında Ortadoğu’nun bugünkü haritasını ortaya çıkarmışlardır. İngiliz-Fransız ortaklığı bölgede İkinci Dünya Savaşı’na kadar devam etmiş ve savaş sonrasında ortaya çıkan yeni durumda bölgeye Amerika Birleşik Devletleri gelmiştir. İngiltere ve Fransa’nın kendi çıkarlarına göre çizmiş olduğu haritayı ABD beğenmemiş ve Amerikan hegemonyası doğrultusunda bölgeye yeni bir düzen getirilmesi için çaba göstermiştir. Bu doğrultuda Amerika’nın sürekli olarak Türkiye’yi kullandığı, Siyonizm’in ana hedefi olan İsrail kurulurken, Türkiye’nin bir köprü ve şemsiye konumuna sürüklendiği görülmektedir. Amerikan emperyalizmi bölgeye Türkiye üzerinden girmiş, İsrail Türkiye’nin şemsiye olarak gölgelendiği alanda kurulmuştur. Atlantik emperyalizmi Siyonizm’e alet olurken, Türklerin ülkesini ana üs hâline getirmiştir.

Türkiye’nin kurucusu Mustafa Kemal tarihi iyi bilen bir devlet adamı olarak, Osmanlı İmparatorluğu sonrasında bölgede otorite boşluğunu doldurmak gerektiğini görüyordu. Birinci Dünya Savaşı sonrasında, dünyanın ikinci bir büyük savaşa gittiğini görünce bölgedeki ikinci büyük ülke olan İran ile bir araya gelerek Sadabat Paktını kurmuş, Irak ve Afganistan gibi ülkeleri de bu paktın içine alarak bölgede güvenliğin tesisi için çaba göstermiştir. İkinci Dünya Savaşı sonrasında Atatürk olmadığı için bu pakt yürümemiş, ABD bölgeye gelerek Sovyetler Birliği’ne karşı bölgede bir dayanışma paktını Bağdat Paktı adı ile gündeme getirmiştir.

İsrail’in kurulması üzerine, Arap ve İslâm dünyasının İsrail’e karşı tepkisini önleyebilmek, Rusya’nın Sovyet gücünü güneye kaydırmasına izin vermemek üzere, Atlantik emperyalistleri olan ABD ve İngiltere’nin Bağdat Paktı’na öncülük yaptıkları görülmektedir. Soğuk Savaş döneminin gergin ortamında olaylar tırmanırken, Sovyet Rusya 1958 yılında Bağdat’ta bir askerî darbe gerçekleştirince Irak Bağdat Paktı’ndan ayrılmış ve bunun üzerine bu bölgesel dayanışma ittifakının adı Merkezî Antlaşma Teşkilatı anlamında CENTO kurulmuştur. Dünyanın merkezî coğrafyasında Sovyetler Birliği’ne karşı batı ittifakı aracılığı ile kurulan bu güvenlik örgütü, Irak’ın ayrılması üzerine Türkiye, İran ve Pakistan’ı bir araya getirmiş, Amerika ve İngiltere’nin katılımıyla beraber Batı ittifakının dünyanın merkezî alanına uzanması sağlanmıştır. İkinci Dünya Savaşı sonrasında Sadabat Paktı’nın boşluğu önce Bağdat Paktı ile doldurulmuş ve Sovyet darbesi ile Irak krallığı yıkılınca, bölgedeki diğer devletlerin Batı kampı içinde kalabilmesi için CENTO bir bölgesel dayanışma ve güvenlik örgütü olarak gündeme gelmiştir.

CENTO, bir anlamda Batı Bloku’nun güvenlik örgütü olan NATO’nun uzantısı olarak örgütlenmiştir. Asya’nın ortalarında yer alan Sosyalist Blok’a karşı Batı Bloku NATO ile kendini korumaya öncelik vermiş, merkezde CENTO ile, Pasifik bölgesi olan dünyanın   doğu   kesiminde de SEATO ile güvenlik dengeleri Batı ittifakının çıkarları doğrultusunda örgütlenmeye çalışılmıştır. CENTO ve SEATO bir başka anlamda NATO merkezli güvenlik yapılanmasının doğuya uzanan kolları olmuştur. NATO üye ülkelerinin savunma örgütü olduğu için, üyelerin sınırlarının korunmasını hedefliyor ve sınır dışı alanlara müdâhale edemiyordu. Merkezinde NATO olan batı güvenlik örgütlenmesi, CENTO ve SEATO ile dünyanın merkezine ve doğusuna yayılmış, Sovyet tehdidi kullanılarak batı güvenlik örgütlenmesi için alınan Türkiye CENTO’ya da üye yapılarak NATO-CENTO bağlantısında köprü ülke olarak kullanılmıştır.

27 Mayıs askerî hareketini yapan ordunun ilk dakikalardan sonra hem NATO’ya hem de CENTO’ya bağlı olduğunu ilân etmesi de bu durumu açıkça göstermektedir. NATO aracılığı ile Türkiye’ye yerleşen ABD, CENTO üzerinden de Ortadoğu’ya yöneliyor hem kendisinin hem de İsrail’in çıkarları doğrultusunda merkezî coğrafyada etkinliğini sürdürüyordu. CENTO’nun 1958’de kurulmasından sonra Amerika Birleşik Devletleri pakt üyesi ülkelerle ayrı ayrı askerî antlaşmalar imzalayarak askerî güvenlik sorunlarının yanısıra teknik işbirliği ve ekonomik gelişme konularını da gündeme getirdi. Böylece, CENTO askerî güvenlik örgütü olmanın yanısıra, ekonomik ve teknik işbirliği ve dayanışma kuruluşu olarak da görev yapmaya başladı. Bölgenin gelişmesi ve Batı dünyasına açılmasıyla ilgili olarak, birçok proje CENTO aracılığı ile örgüte üye olan Türkiye, İran ve Pakistan’ın İstifadesine sunuluyordu.

Türkiye-İran-Pakistan            hattı, CENTO Örgütlenmesiyle, bir anlamda Güney Avrasya hattı olarak gündeme geliyordu. Atatürk zamanında Türkiye, İran, Irak ve Afganistan olarak çizilmiş olan bu hat, CENTO ile beraber yapı değiştiriyor, Sovyetlerin kontrolüne Irak ve Suriye’nin dışında kaldığı bir hat NATO-CENTO dayanışması çerçevesinde, Batı ittifakının denetimi altına giriyordu. İran-Pakistan hattı, Güney Avrasya’nın Türk ve Müslüman nüfusunu Anadolu Türk devletine bağlıyor ve bu yoldan geleceğe dönük bir işbirliği Batı destekli bir yoldan gerçekleşiyordu. Sadabat ve Bağdat Paktları sırasında gerçekleşemeyen dayanışma ve işbirliği somut projeler temelinde ilerliyor ve böyle bölge ülkeleri bir araya gelerek Sovyetler Birliği’ne bağlı olarak komünist rejimin bölgede yayılmasına karşı bir set çekiliyordu.

CENTO örgütlenmesinin iç yapısı incelenirse askerî dayanışma ve işbirliğinin yamsıra telekomünikasyon, iletişim, ulaşım, tarım, eğitim, aile plânlaması, sağlık, hidroloji, narkotik, istatistik, fen bilimleri, jeoloji ve madencilik gibi bir çok alanda alt yapı oluşturulmasına yönelen önemli projelerin gündeme getirildiği görülmektedir. Ortadoğu ülkelerinin dışa açılması ve Batı merkezli dış dünya ile bütünleşmeleri açısından gerekli altyapı değişimi sağlayacak çeşitli projeler, CENTO çatısı altında gündeme getirilerek uygulama aşamasına  gelinmiştir. Bölgenin Ortaçağ yapısından çağdaş dünyaya açık bir yapısal dönüşüm geçirmesi CENTO aracılığı ile gerçekleştirilmek istenmiştir. Batı destekli projeler ABD’nin finansal katkısı hızla devreye girmiş ve önemli gelişmeler sağlanmıştır. Türkiye-İran-Pakistan hattı Batı destekli projelerin katkıları ile Sovyet yayılmacılığına karşı korunmuştur. CENTO bir anlamda uygarlığın bölgeye gelişini hızlandırmıştır.

CENTO, 1979 yılında Humeyni’nin İran’a gelişine kadar devam etmiştir. Rusya’nın Bağdat’a girişi nasıl Bağdat Paktı’nın yıkılmasına neden olduysa Humeyni’nin İran’a gelişi de CENTO’nun sona ermesine neden olmuştur. Şahlık rejimi sırasında Batı’ya çok bir ülke olan İran, Humeyni’nin “İslâm Devrimi” İle beraber Batı İttifaklarından kopmak durumunda kalmış ve böylece CENTO ittifakı da sonar ermiştir. NATO destekli güvenlik ve askerî dayanışma fonksiyonlarını da yerine getiren CENTO, daha çok bölgenin kalkınmasına ve dışa açılmasına öncelik vermiştir. Humeyni rejimi, Batı emperyalizmine karşı İran’ı dış dünyaya kapamak üzere işbaşına gelince CENTO kendiliğinden sona ermiş ve daha sonraki süreçte Türkiye NATO üzerinden batı ittifakına mensup konumunu sürdürürken, İran İslâmî kimliğini öne çıkararak Hıristiyan Batı’ya ve bölgedeki Yahudi devleti olan İsrail’e karşı bir konuma doğru sürüklenmiştir. İran’ın Batı dünyası ile arasındaki köprü görevi gören CENTO’nun son bulması, sonraki dönemde İran ile tüm Batı dünyasını karşı karşıya getirmiştir.

Bir büyük devletin ya da imparatorluğun yönetimi altına girmeden Ortadoğu’nun istikrarlı yaşayabilmesi, Sadabat ve ya Bağdat Paktları ile beraber CENTO antlaşması çerçevesinde gerçekleşebilmiştir. CENTO düzeni ile belgeye gelen barış ve işbirliği yakınlaşması aynı zamanda güvenliğin tesisinde de önemli rol oynamıştır. Ekonomik kalkınma, teknik alanlarda işbirliği siyasal sorunları arka plânda itmiş, bölgenin iki büyük ülkesi olan Türkiye ve İran’ı birbirine yakınlaştırmıştır. Büyük Selçuklu İmparatorluğu’ndan kalma Türk nüfusu ile iki büyük Türk ülkesi olan İran ve Türkiye, her alanda işbirliğine yönelmişler ve uzun süredir kapalı olan sınır kapılan açılarak iki ülke araksında hem ticaret hem de ulaşım hızla gelişme aşamasına gelmiştir. Şahlık döneminde rejim farklarına rağmen geliştirilen ikili ilişkilerin ve işbirliğinin her zaman için yürütülebileceği anlaşılmış, ülkeler arasındaki siyasal farklılıkların işbirliği ve dayanışma İçin engel olamayacağı kesinlik kazanmıştır. Bir cumhuriyet devleti olarak Türkiye ile bir şahlık rejimi olarak İran ortak çıkarları doğrultusunda bir araya gelebilmişler ve CENTO çatısı altında birbirlerinin gelişebilmesi için yeni projelerde beraberce rol alabilmişlerdir. O dönemde yoğun bir işbirliği sürdürülürken iki ülkenin insanları arasında varolan Şîi-Sünnî ayrımı hiçbir zaman problem olmamıştır. İslâm’ın bütünlüğünde birleşen İran ve Türkiye toplumları arasında Şîi-Sünnî mezhep ayırımının ne derece önemsiz ve ikinci derecede bir sorun olduğunu görmüşlerdir. Şimdilerde emperyalist amaçlı kışkırtılan bu ayırımın iki ülkeyi ayıramayacağını CENTO antlaşması çerçevesinde geliştirilen işbirliği açıkça göstermiştir.

İsrail güvenliğini Siyonizm’in çıkarları doğrultusunda sağlamak, Amerikan petrol şirketlerinin çıkarları doğrultusunda Hazar havzasını tümüyle kontrolü altına almak üzere, dünyanın merkezî coğrafyasına bir askerî harekât ile gelen ABD emperyalizmi, küreselleşme dönemiyle beraber bölgeye girmiştir. Irak’ta iki dönem savaşan ve henüz barış sağlayamayan ABD ordusu şimdilerde  gene İsrail’in güvenliği için yeni bir Lübnan harekâtına yönelmektedir. Ayrıca, Hazar havzasına el koyabilmek için yol üzerinde bulunan Suriye ve İran’ın da askerî olarak ele geçirilmesi plânları yapılmaktadır. On yılı aşkın bir süredir Irak ve Ortadoğu’da askeri varlık bulunduran Amerikan emperyalizmi, daha Irak’ta kesin bir düzen ve güvenlik sağlayamadan, İsrail Siyonistleri ile petrol emperyalistlerinin zorlamalarıyla bölgenin tamamına yönelen askerî harekâtlara doğru sürüklenmektedir. Dünyanın süper gücü olarak kabul edilen ABD’nin daha Irak’ta kendi denetiminde bir düzen kuramadan bölgenin diğer yönlerine doğru çekilmek istenmesi tam anlamıyla bir maceradır. Bu ancak Evanjelik düşüncenin uçuk değerlendirmeleriyle açıklanabilecek bir durumdur. Böylesine yorumların sonucu da kıyamet senaryolarıdır. Aklı başında bütün devlet yönetimleri, uçuk ve kaçık Evanjelik inançlarla dünyanın yönetilemeyeceğini iyi bilmektedirler.

İkinci Irak Harekâtı sonrasında Amerika’da yeni bir Vietnam sendromu başlamıştır. Haksız bir savaş yüzünden evlatlarını yitiren analar Beyaz Saray’ın önüne çadırlarını kurmuşlardır. Her geçen gün Amerikan toplumunda savaş karşıtlığı tırmanmaktadır. Aklı başındaki Amerikalılar küçük İsrail yüzünden dünya devi ABD’nin çıkmaza ve çöküşe doğru sürüklendiğini görmektedirler. Neo-konservatİfler adı altında ABD yönetimini İşgal eden Siyonist ittifakın dünyayı bir üçüncü dünya savaşına ya da Evanjeliklerin kıyamet senaryosuna götürdüğü açıkça belli olmuştur. Bu nedenle WASP adı verilen Amerikan Protestanlan Siyonist ittifaka karşı çıkmakta ve önümüzdeki seçimlerde Demokratların işbaşına gelmesiyle beraber Neokonser-vatiflere teslim olmuş Cumhuriyetçi iktidardan kurtulmak için çaba göstermektedirler. Bu doğrultuda, ABD Ortadoğu savaşı yüzünden bir iç çekişmeye ve tartışma ortamına sürüklenmiştir. Artık Hıristiyan Amerikalılar İsrail’e alet olan bir ABD’ye karşı çıkmaktadırlar. Artık normal Amerikan vatandaşları petrol şirketlerinin güdümüne giren bir Amerikan yönetiminin dünyayı savaşa sürüklemesine isyan etmektedirler. Amerika’da genel seçimler yaklaştıkça, ABD ordusunun geri çekilmesi ve Ortadoğu savaşına son verilmesi doğrultusundaki istek ve baskılar giderek artmaktadır. İki yıl içinde ABD’nin Ortadoğu’dan geri çekilmesi giderek kaçınılmaz bîr noktaya gelmektedir. Siyonistlerle emperyalistlerin çıkarları artık Amerikan halkı ve devletinin çıkarları ile çatışmaktadır. Bunu gören, Siyonist ve emperyalist ittifakı üçüncü dünya savaşını bir an Önce çıkartabilmenin provokasyonu içindedir.

Eğer Siyonistlerin üçüncü dünya savaşı ya da Evanjeliklerin kıyamet senaryoları gerçekleşmeyecekse, Amerikan ordusu bir gün dünyanın merkezî coğrafyasından geri çekilmek zorunda kalacaktır. Amerika’nın geri çekilmesini önlemek için bugünlerde Irak’ta bazı kalıcı askerî üsler yapıldığına dair haberler medyaya yansımaktadır. Amerika’yı bu topraklara getirenlerin sonuna kadar bu topraklardaki zenginliklere el koyabilmek üzere ABD askeri gücünden yararlanabilmenin yollarını aradığı görülmektedir. Böylesine bir çılgınlığa yavaş yavaş dünya kamuoyu ve diğer büyük devletler karşı çıkmaktadırlar. Dünya barışı ve insanlığın geleceği bu ortamda ABD’nin Ortadoğu’daki savaş macerasına kilitlenmiştir. Bu saçma konumun bir an önce sona ermesi için, bütün dünyanın barıştan yana güçleri artık seslerini daha fazla yükseltmekteler ve daha ileri gidebilecek bir çılgınlığa karşı önlem alabilmenin girişimlerini hızlandırmaktadırlar. Şimdiye kadar ABD ve İsrail tarafından ciddîye alınmayan Birleşmiş Milletlerin eskisinden daha güçlü bir biçimde devreye girme girişimleri başlamıştır. Diğer uluslararası kuruluşlarında devreye girmesiyle beraber, Amerikan askerî gücünü çılgınlığa yönelten bu sürecin sona ermesi akla ve mantığa uygun olan sonuçtur.

Amerika’nın Ortadoğu’dan geri çekilmesinden sonra ortaya çıkacak durum son derece problemli olacak gibi görünmektedir. Meydan gelecek otorite boşluğunda, bir Arap Birliği Mısır’ın önderliğinde, Suudilerin öncülüğünde bir İslâm Birliği ya da İran’ın Öncülüğünde bir Şîi yapılanması gündeme gelebilir ki, bu durum da hem İsrail’i hem de dünya barışını tehdit edebilir. Bölgede ortaya çıkabilecek bir Arap Birliği, bir İslâm Birliği ya da bir Şii Birliği tüm Ortadoğu’ya egemen olabileceği için, böylesine özel kimlikli bir yapılanma bölgedeki diğer devletleri hem dışlayacak hem de karşısına alabilecektir. İsrail ile beraber Türkiye de bu tür bölgesel oluşumların dışında kalabilecek ve hatta karısına itilebilecektir. Bölgeye önceden imparatorlukların egemen olduğu dikkate alınırsa, imparatorlukların geride kaldığı bir dönemde, bölgedeki devletlerin bir araya gelmesinden oluşacak bir devletler birliği gibi yapılanma barışı sağlayabilir. Arap, İslâm ya da Şîi kimlikli bölgeselleşme Ortadoğu’yu bölge dışı güçlere karşı hedef yapabilecektir. Bu nedenle, böylesine girişimlerin ABD sonrası dönemde gündeme gelmesinin barışı sağlayamayacağı söylenebilir. Bölge devletlerinin bu nedenle daha dikkatli davranarak hareket etmelerinde güvenlik açısından yarar vardır. Saflaşmaya dayanan bölgeselleşmenin Ortadoğu’daki çekişmeleri gelecekte de sürdüreceği açıktır. Saflaşmanın dışında meydana gelebilecek bölgesel dayanışma ve birlik arayışlarını güvenlik ve barışın tesisi açısından çok daha fazla yararlı olacağı söylenebilir. Birleşik Arap Cumhuriyeti macerasının yarattığı tepkilerin dikkate alınmasında yarar bulunmaktadır.

Amerika’nın geri çekilmesinden sonra, Ortadoğu’daki otorite boşluğunu dolduracak ve sürekli barışı sağlayacak siyasal çözüm olarak yeni bir CENTO’nun kurulması görünmektedir. CENTO’nun millî, dinî ya da cemaatlere dayalı bir alt kimliğe dayanmayan, birbirinden farklı yapıdaki bölge ülkelerinin hepsini hiçbir fark ya da ayırım gözetmeden kucaklayan yapısı dikkate alınırsa, dünyanın merkezî coğrafyasının geleceği için böylesine bir yapılanmaya gidilmesinde yarar bulunmaktadır. Yeni CENTO hem bir askeri güvenlik antlaşması olacak hem de bölge ülkeleri arasında yardımlaşma ve dayanışmayı artırmayı hedefleyen bir işbirliği örgütü olacaktır. CENTO, eskisi gibi gene bir merkezî bölge devletleri antlaşması olacak ve zaman içerisinde merkezî bölgenin devletleri arasında yakınlaşmanın sağlanmasıyla, bölgesel ittifaka giden yolu açacaktır. Merkezdeki devletler arasında sağlanacak yakınlaşma, işbirliği ve güvenlik paylaşımı bir süre sonra tıpkı Avrupa devletlerini bir araya getiren Avrupa Birliği gibi, bir “Merkez Birliği-“ni dünyanın siyasal gündemine getirecektir. CENTO, Merkezî Birlik anlamında bir CENTRAL UNİON’a giden ilk adım olacak, böylesine bir antlaşma içinde yer alacak devletler zaman içerisinde bölge güvenliğinin sorumluluğunu beraberce üstlenecekler ve bunu paylaşarak yerine getireceklerdir.

Dünyanın merkezî coğrafyası olan Ortadoğu’nun geleceğinde barış ve güvenlik ABD sonrası dönemde, yeni bir CENTO ile başlayacak Merkezî Devletler Birliği’nin kurulabilmesine bağlı görünmektedir. Türkiye ile İran arasında bir barış köprüsü konumuna gelecek Azerbaycan’ın başkenti Bakü’de toplanacak bir bölgesel konferans İle beraber, Türkiye, İran, Azerbaycan, Gürcistan, Irak ve Suriye devletlerinin katılımı ile yeni CENTO’nun kurulduğu ilân edilmelidir. ABD’nin geri çekildiği bir aşamada NATO aracılığı ile bu bölge için güvenlik üretilemez. Bölge ülkelerinin NATO’ya üye yapılarak kontrol edilmesi de gerçekçi değildir. Bölgenin güvenliği bölge ülkelerinin ortak katılımı oluşturulacak yeni bir CENTO yönetimine bırakılmalıdır. Yeni CENTO, eşit ve ortak katılımın sağlayacağı bir yönetim ve askerî güç ile bölge güvenliğinden sorumlu olacak, katılan devletlerin güvenliğini tehdit eden güçlere ya da devletlere karşı ortak bir savunma güvenliği sağlayacaktır. Eski CENTO nasıl bölgenin güvenliği ve işbirliğini sağladıysa, yeni CENTO’da bu doğrultuda eskisinin devamı olarak benzeri bir bölgesel işlevi yerine getirecektir. ABD’nin geri çekilmesinden sonra, toplumlar, cemaatler ya da devletlerarası çekişme ve çatışmalara son verecek tek çözüm, bölge ülkelerinin eşit katılımı ile kurulacak yeni CENTO örgütlenmesidir. İlk CENTO Atlantik güçlerinin desteğiyle kurulmuştu, ikinci CENTO Atlantik emperyalizmine karşı bölge güvenliği için kurulacaktır.