Twitter
Visit Us
YOUTUBE
YOUTUBE
LINKEDIN
Share

MÜBADELE VE ULUS DEVLETLER

Ulus devletler tarih sahnesine çıkarken ülke boyutlarını ve toplumsal tabanın alt kimlikli dayanak noktalarını belirleyerek, dünya haritası üzerindeki yerlerini belirlemektedirler. İnsanlığın dünya haritası üzerindeki dağılımları ülkelerin jeopolitik konumlarını değiştirirken aynı zamanda nüfus hareketleri de ülke ve devlet yapılanmalarının netlik kazanmasında önemli boyutlarda katkılar sağlamaktadır. İnsanlığın yeryüzü toprakları üzerinde yayılması ve zaman süreçleri içerisinde bir dağılım yapılanmasının gündeme gelmesiyle birlikte, geçmişten gelen devlet yapıları sarsılmakta ve değişen nüfus haritası üzerinden devletler arası sınır boylarında önemli değişiklikler öne çıkarken yeni ortaya çıkan dağılım haritaları üzerinden, devletler kendi toplumsal yapılarını yeniden gözden geçirme aşamasına gelmektedir. Dünya tarihinin her döneminde ortaya çıkan nüfus hareketlerinin devletlerin siyasal yapılarını etkilemesi nedeniyle, devletler arasında nüfus kaydırması yapılması, ya da belirli etnik grupların karşılıklı olarak takas edilerek ülke değiştirmelerine yönelik adımlar ve benzeri girişimler, uluslararası hukuk alanında da yenilikler getirerek ve komşu devletler arasında nüfus gruplarının yer değiştirmelerine yol açarak, devletlerin ülke ve millet unsurları arasında bütünleşme yaratacak düzeyde kaynaşma ve benzeri toplumsal açılımların öne çıktığı görülmektedir. Dünya diplomasi tarihi bu açıdan önemli örneklerle dolu olduğu için bugüne gelene kadar devletler arası nüfus değişimi alanında, birçok gelişme ciddi boyutlarda bir literatür oluşturmuştur.

Fransız devriminin Avrupa ülkelerine yayılmasıyla birlikte dünya büyük bir dönüşüm gerçekleştirmiş yirminci yüzyıla kadar devam edip gelen dinler arası çekişmelerin yerini, Fransız devrimi sonrasında ortaya çıkan ulus devletler arası rekabet almıştır. On beşinci yüzyıl sonrasında Avrupa kıtasında başlamış olan Rönesans ve Reform hareketleri devrimci bir açılım getirmiş ve bu gibi oluşumların dünya düzenini derinden sarsmasıyla başlayan aydınlanma devrimi ve modernleşme süreci, insanlığı orta çağın ağır din baskısından kurtararak bugünün ileri toplum düzenlerinin ortaya çıkmasına yardımcı olmuştur. Fransız devrimi böylesine bir sürecin köşe başı olmuş ve devrim sonrasında dünya düzeni dinler arası ilişkilerden uzaklaşarak ulus devletler arasında daha farklı yeni bir düzene oturmuştur. Devletlerin tarihi incelendiği zaman böylesine yeni bir düzenin yavaş yavaş gündeme gelmekte olduğu anlaşılmaktadır. İlk çağlardaki ilkel komünal yapılar orta çağ yıllarına gelindiğinde derebeyliklere ve kent devletlerine dönüşmüştür. Daha sonraki aşamada öne çıkan kentler arası çatışma ve çekişmeler krallıkları öne çıkarmış, böylesine bir yöneliş krallıkları imparatorluklara doğru yönlendirirken, bu oluşum sürecinde daha sonraki aşamada imparatorluklar hegemonya savaşlarına sürüklenirken, imparatorluklar parçalanma aşamasına gelmiş ve Fransız devrimi sonrasında da kral devletlerden ulus devletlere halk kitlelerinin bir araya gelmesinden oluşan ulusal yapıların siyasal inisiyatifi ele almasıyla birlikte geçilebilmiştir. Özgürlük, eşitlik ve kardeşlik esaslarının bir arada uygulama alanına getirilmesiyle birlikte, yeni dönemde eskisinden farklı bir devlet düzeni yapılanmasına doğru adımlar atılmıştır. Uzun süre belirli alanlarda da bir araya gelerek birlikte yaşam sürdüren halk toplulukları krallık ve imparatorlukların baskılarına karşı çıkarak direnirken, kendilerini güvence altına alacak ortak yönetim düzenleri oluşturarak, büyük devletlere karşı kendi ulusal yapıları doğrultusunda, daha küçük ve orta boy ülkelerde ulusal devlet yapılanmalarına kalkışmışlardır. Kralların yerini halklar alınca belirli bölgelerde yaşamakta olan halk topluluklarının zaman içinde kazandıkları ortak değerler üzerinden, yeni bir sosyal ve kültürel yapılanmaya doğru yönlenerek ve kendi ulus devletlerinin sınırlarını çizerek, bu doğrultuda ülke ve toplum bütünleşmesi sağlayarak, çağdaş ulus devletlerin tarih sahnesine çıkması sağlanmıştır. Fransız devrimi sonrasında yaşanan üç asırlık gelişmeler dünya haritasını bugünkü durumuna getirmiştir.

Uzun süre aynı yerde yaşamak ve birlikte hareket etmek insan toplulukları içinde yeni çizgiler ortaya çıkarırken, zaman içinde oluşan sosyal ve kültürel yapılanmalar da toplum içinde yaşayan ulusların kimlik kazanmasına yardımcı olmuştur. Zaman içinde kazanılan ortak değerlerin halk kavramının ötesinde yeni bir benzerlikler oluşumuna yönlenmesi buna dayalı olarak uluşma sürecine katkılar sağlamıştır. Var olan halk kitlelerinin içinden yeni bir benzerlikler coğrafyası çıkarmak, insanlığın ulusal toplumlar çağına girmesini kolaylaştırmış ve daha sonraki ulus devletler aşamasının ön hazırlıklarını oluşturmuştur. Ortak vatanda aynı sınırlar içinde yaşayan ve ülkenin nimetlerini kardeşlik dayanışması içinde bir araya getirmesi ve ortak geçmişten aynı geleceğe dönük birliktelikler uluslaşma olgusunun tamamlanmasına giden yolları açmıştır. Dağınık ve rastlantısal halk kitlelerinin ötesinde daha düzenli ve belli bir kimliğe sahip olan uluslar yeryüzünde siyaset sahnesinin önüne çıkmaya başlamışlardır. Modernleşmenin getirmiş olduğu bilimsel devrimler toplum yapılarında yenileşme getirince, halk kitlelerinin uluslaşma süreçleri daha da hızlanmış ve kısa bir süre sonra ulusların bir arada yaşamakta olduğu çağdaş bir uluslar dünyası kendiliğinden gündeme gelmiştir. On altıncı yüzyıl boyunca krallıkların yaptığı antlaşmalar üzerinden aynı devlet çatısı altında halk kitleleri uluslaşma şansını elde ederek, ortak vatan üzerinde sürdürülmekte olan beraberliğin yansıması konumunda, dünya devletleri bir uluslararası düzen içindeki halk kitleleriyle tamamen rastlantısal olarak bir araya gelebildiği gibi, zaman içerisinde planlı nüfus kaymaları ya da göçler yolu ile de bir birlikte yaşam düzenine gelebilmişlerdir. Devletlerin kuruluş aşamasında var olan ayrı toplulukların aynı ulusun evlatları konumuna gelmeleri daha kolay gerçekleşirken, devletin kuruluş aşaması tamamlandıktan sonra, belirli grupların başka ülkelerden gelerek aynı ulus devletin çatısı altına girmeleri ve zaman içerisinde toplumun bütünüyle birlikte ortak hareket etme sürecinde aynı ulusun parçalarının birlikteliğinin pekişmesi, diğer ulus devletler arasındaki rekabet düzeni ve çekişmeler açısından zamanla önem kazanmıştır.

Halk kitlelerinin tamamen rastlantısal olarak belirli zaman diliminde ya da belirli bölgelerde bulunmaları sayesinde, ulusal toplumlar orada bulunan herkesi içine alabildiği ya da temsil edebildiği ölçülerde bir geçici yapıya sahip bulunmaktadırlar. Dünyanın çeşitli bölgelerinde uluslar uzun zaman süren oluşum uluslaşma dönemlerine sahip oldukları için birbirlerinden çok farklı özelliklere sahip olarak ortaya çıkabilirler. Her bölgede yaşayan halk kitleleri birbirlerinden farklı karakterlere sahip olarak oluşum süreçlerini tamamlamaktadırlar. Halklar içinde bulundukları konjonktürün yaşanılan bölgeye etki yaratması aracılığı ile birbirlerinden farklı biçimlerde öne çıkarlarken, diğer ulusal oluşumlar, dünyanın öbür bölgelerini biçimlendirmişlerdir. Halklar tarihin belirli bir anında bölgesel koşulların oluşumu ya da etkilemesi aracılığı ile ortaya çıkarlarken, uluslar böylesine bir durumdan çok farklı bir uzun süreli doğuş veya inşa dönemine sahip olmak durumunda kalmaktadırlar. Bazen ortak özelliklerin kazanılması zaman alırken, uluslararası alandaki değişikliklerin de var olan siyasal yapıları etkileyerek ulusal süreçleri dışardan etkilediği görülmektedir. Halk kavramı belirli bir anda ve yerde bulunan bütün insanların toplamını ifade ederken, uluslar uzun süre bir arada yaşamış ve ortak kültür ile toplumsal bir yapıya sahip olan topluluklar olarak, bugünkü ulus devletlerin sosyal tabanını oluşturan sosyal yapılardır. Halkların anlık geçici ulusların ise uzun süreli kalıcı durumları yansıtması nedeniyle, bütün ulusal toplulukların birlikte sosyal yaşamının geleceğe dönük olarak kurumlaşması, istikrar hedefine dönük olarak ulus devletleri ulusal toplum yapılarının ötesine giderek, daha güçlü bir hukuk ve siyaset düzeni çerçevesinde kalıcı kılmak gerekmektedir. Dünya nüfusunun her yıl oldukça hızlı bir genişleme süreci içinde olması dikkate alınarak, ulus devletler ile dünya haritasında yer alan ulusal toplumlar ve ulus devletlerin güvenliği açısından yerleşimin yeniden ele alınarak daha etkili bir düzene kavuşturulma çabaları gelinen son aşamada önem kazanmaktadır. Çağdaş toplumlarda gerçekleşmekte olan ulusal yapılanma, toplumları bütünleştirmeyi hedeflerken, uluslaşma olgusu hız kazanmakta ve halkların uluslaşması oluşumu da daha üst düzeylerde bir hareketlilik kazanmaktadır. Bazı ülkelerde uluslaşma süreçleri hızlanırken halklaşma olgusu uluslaşmaya zemin hazırlamaktadır.

Soğuk savaş sonrası dönemde küreselleşme aşaması gündeme gelirken, ulus devletlerin ötesinde küresel şirketlerin uluslararası alanda gücü ele geçirerek ekonomi üzerinden dünyayı yönlendirmeye çalışmaları, var olan ulus devletler ile yeni gündeme giren küresel sermaye arasında büyük bir çekişme başlatmış ve dünya düzeni bu gibi gerginlikler yüzünden ciddi bunalımlarla karşılaşmıştır. Devletlerin çoğunun ulusal bir yapıda olmasına rağmen şirketlerin içindeki yabancı unsurlar, küresel şirketlerdeki ulus karşıtı çizginin devletlere doğru yayılmasını sağlamıştır. Çok kültürlülük adı altında ulus düşmanlığı tırmandırılırken, şimdiki küresel şirketlerin kozmopolitan yapılanmasının ulus devletlere doğru yansıtılması öne çıkarılmaktadır.  Böylece uluslararası alanda karşılaşılan, siyasal çekişmeler küresel şirketler aracılığı ile ekonomi üzerinden ulus devletlere doğru dayatılırken, Fransız devrimi sonrasında gündeme gelmiş olan ulus devletler dönemini sona erdirmek çizgisinde birçok kültürlü ve alt kimlikçi toplumsal modeli güncelleştirerek, ulusal toplum yapısının çökertilmesine, ulus devletlerin yıkılmasına çok kültürcü toplumsal yapılanmaların ulusal toplumlara son verdiği açıkça ortaya çıkmaktadır. Ulus devletler küresel saldırılar karşısında bocalarken çok ulusluluk üzerinden var olan toplumsal yapıların dağıtılması yolu ile amaca ulaşılmaya çalışılmaktadır. Eski dönemlerden gelen bazı istisnai uygulamalarda bazı devletlerin çatısı altında farklı kökenden gelen nüfus yapılarına yer verilmiştir. Bazılarında ise bu tür uygulamalara yer verilmeyerek aynı ulustan olan ya da benzeri biçimde aynı etnik toplulukların temsilcilerinin bir arada yaşadığı ülkeler ya da çalıştığı şirketler konusu, gene farklı kimliklerin çekişmesini ya da bazı istisnai durumlarda ortaklaşa hareket edildiğini göstermektedir. Birbirinden çok farklı din, kültür ve etnik kökenlerden gelen insanların bazı ülkelerde ya da devletlerin çatısı altında kozmopolit bir yaşam düzenine yöneldikleri görülebilmektedir. Çok uluslu imparatorluk ya da krallık devletlerinde farklı kimliklere izin verilirken, benzeri uygulamalara ulus devlet çatısı altında yer vermek mümkün olamamaktadır. Bazı uluslar benzerlik dayanışması üzerinden hızla kendi ulus devletlerini kurabilirken, böylesine bir koruyucu şemsiye yaratamayan ulus ötesi ya da öncesi toplumsal varlıkların da dünya haritası üzerinde yeni bir yerleşim yeri ararken, gene ulus devletlerin kapısını çalabilmektedirler. Ulusal olmayan bölge devletleri ya da federasyon modellerinde ulusal kimliği olmayan insanların koruma sağlamak üzere komşu devletlerin yönetimlerinden yardım talep etmeleri, uluslararası alanda çok görülen bir durumdur. Bugünün dünya haritasına bakıldığı zaman var olan iki yüzden fazla devletin hepsinin ulus devlet olmadığı, bazılarının halk devleti, bazılarının da ülke devleti ya da bölge devletlerinin yapılanması içinde var olmaya devam ettikleri görülebilmektedir. Bu gibi devletler ulus devlet olmadığı için farklı kimlikler taşıyan kişiler ya da topluluklar; bölge, ülke ve de halk devletleri içinde yer alarak yaşamlarını sürdürebilirler. Birleşmiş Milletler ve buna bağlı kuruluşların geliştirmiş olduğu uluslararası insan hakları sözleşmeleri ve uygulamaları, ayrı kökenden gelen kişilerin bu açıdan dışlanamayacağını ve diğer insanlar gibi bu kişilerin de uluslararası insan hakları sisteminin verilerinden yararlanabileceğini gündeme getirirken, insan ilişkileri düzeninde yabancıların yeri ya da ulusal kimlik dışında kalanların ulusal toplum içinde karşı karşıya kaldıkları zıt durumlar ve bu gibi gelişmelerin ortaya çıkardığı sorunlar, bütün devletlerin önünde çözülmesi gereken meseleler olarak dünya gündemine gelmektedir. Uluslaşabilen insan toplumları kendi ulus devletlerini kurarken, ulus olma sürecini tamamlayamamış ve bu yüzden siyasal oluşumların gerisinde kalmış olan dağınık insan toplulukları da her devletin dayandığı insan unsurunun farklılığı yüzünden birbirinden ayrı devlet modellerinin ortaya çıkmasına neden olmaktadır. Orta çağ döneminden kalan şehir devletleri ve benzeri küçük yapılanmalar aynı zamanda bölgesel federasyonların çatısı altında eyalet statüsü altında bir araya gelerek ve böylece ulus devletlere karşı varlıklarını koruyarak yollarına devam edebilmektedirler. İlk çağlardaki kavim ya da kabile yaşamını aşamayan geri kalmış halk toplulukları bu yapıları ile hiçbir zaman uluslaşamamış ve kendi ulus devletlerini kuramamışlardır. Uluslaşamayan topluluklar içinde yaşayan insanlar alt kimliklerini korudukları gibi aynı zamanda bu tür bir kimlikle dünya sahnesine çıkarak kendileri için uygun gördükleri ülkelerde yaşama hakkını kullanmaktan geri kalmamaktadırlar.

Yirminci yüzyıla girerken yaşanan iki büyük dünya savaşı uluslararası devletlerin konumlarını değiştirmiştir. İmparatorluklardan ulus devletlere geçişi sağlayan cihan savaşları sonrasında dünya yeni bir döneme girerek artan nüfus ve gereksinmelerin zorladığı çizgilere doğru yönelmek zorunda kalmıştır. İmparatorluklardan ulus devletlere geçiş aşaması hem uzun hem de zorluklarla dolu bir biçimde gerçekleşmiştir. Birinci dünya savaşı öncesi ve sonrası koşullarda bir yandan ulusal kurtuluş savaşı vererek Türk ulusu dünya sahnesine çıkıyor, diğer yandan da yeni bir ulus devlet kurulması çizgisinde Türkiye Cumhuriyeti ulus devleti kuruluyordu. İmparatorluk tasfiye edilirken, Türk asıllı olmayan eski Osmanlı ahalisinin yeni kurulan Hristiyan ya da Müslüman devletlerde değil ama Osmanlı mirasının temsilcisi olarak tarih sahnesine çıkan Türkiye Cumhuriyeti devletinin sınırları içinde barındırılmalarına karar verilmişti. Türkiye devleti kurulurken eski Osmanlı ahalisinin ulusal sınırlar içinde yer almasına dikkat edilmiş ve Misakı Milli andı ilan edilirken, Türklerin ve Müslümanların birlikte ve çoğunlukta olduğu imparatorluk topraklarına öncelik verilerek haritalar çizilmiş ve eski devletten yeni devlete geçerken Osmanlı ahalisinden Türk vatandaşlığına geçiş aşaması sırasında, Misakı Milli andı ile ilan edilen eski imparatorluk topraklarına öncelik verilmiştir. Eskiden Osmanlı devletinin bir parçası olan Balkanlar, Kafkaslar ve Orta Doğu topraklarından imparatorluk geri çekilirken, bu bölgelerden göç ederek Türklerin ana vatanı ilan edilen Anadolu topraklarına erişmek için göçe kalkışarak, Türk devleti sınırları içinde yerleşmeye çalışan göçmenlerin talepleri doğrultusunda gereksinme duyulan yeni kentlerin kurulması ve eski Osmanlı kentlerinin yeniden düzenlenerek ülkenin bir ulus devlet olarak yeniden yapılanması için gereken adımlar atılarak, ulusal kurtuluş savaşı sonrasında bir de ulusal kuruluş aşaması cumhuriyet rejiminin ilan edilmesi ile dünya kamu oyuna açıklanıyordu. Bu tür bir yol izlenerek ulus devlete giden yolun açılması sağlanıyor ama aynı zamanda eski Osmanlı topraklarından gelen Osmanlı ahalisi de yeni devletin yurduna kabul edilerek geleceğin Türk devletinin çatısı altında, mübadeleye giden yolda bu oluşumun ilk adımları atılıyordu.

Bir hukuk terimi olan mübadele kavramının Osmanlı devleti gibi uluslararası bir imparatorluk devletinin sona ermesiyle birlikte gündeme gelmesi gayet doğal bir durumdu. Üç kıtaya yayılmış olan Osmanlı devleti aynı zamanda üç yarımada üzerine kurulmuş bir devlet yapılanmasına sahipti. Batılı emperyalistlerin kışkırttıkları Balkan savaşları ile Balkan yarımadası, Avrupalı emperyalistlerin isyana kışkırttığı Arap ülkeleri ile Arabistan yarımadası savaşlara sürüklenerek Osmanlı sınırlarının dışına çıkıyordu. Üçüncü yarımada ise coğrafya kitaplarında Küçük Asya olarak tanımlanan Anadolu yarımadası Türk ulusunun bir ulusal kurtuluş savaşı verdiği merkezi alan olarak, Osmanlı devleti sonrasında bütün emperyalist büyük devletlerin hedefi haline gelirken, Kuvayı Milliye mücadelesinin zafer ile sonuçlanması üzerine yeni kurulan bağımsız Türkiye Cumhuriyeti’nin ülkesi haline geliyordu. Eski Osmanlı ülkesinin merkezi topraklarını oluşturan Anadolu yarımadası zamanla eski Osmanlı ülkelerinden gelenlerin de yer alabileceği bir modern devlet yapılanmasına gidiyordu. Balkan topraklarında yaşayan Müslüman ve gayrimüslim Osmanlı ahalisi, Balkan savaşları sonrasında Türkiye topraklarına geldiğinde Osmanlı devletinden Türk devletine geçiş aşamasında barış antlaşmalarının hemen sonrasında imzalanan mübadele sözleşmeleri ile, eski Osmanlı halkının yeni Türk devletiyle hukuki bütünleşme içine girmesi devreye sokuluyordu. Batılılar Wilson prensipleriyle öne çıkarak Sevr Antlaşmasını zorla imzalatırken, ulusal kurtuluş savaşı ile Sevr Antlaşması yırtılarak Lozan Antlaşmasına giden yolun önü açılıyordu. Sevr haritası ile imparatorluk topraklarını parçalayan emperyalizme karşı direnmesiyle Arap ve Balkan yarımadalarına karşı Anadolu yarımadası Türklerin elinde kalıyordu. Wilson’un istediği Hristiyan devletlerin Anadolu toprakları üzerinde kurulmalarına izin verilmiyordu. Ama bu bölge ve ülkelere karşı eski Osmanlı tutumu sürdürülerek bütün Osmanlı azınlıklarının devletleşemediği aşamada kurulması düşünülen gayrimüslim devletlerin ahalisi olamayanlar, Osmanlı devletinin mirasçısı olarak belirlenerek, yeni kurulan Türk devletinin gelecekteki vatandaşlığına giden mübadele yolu açılıyordu.

Ulus devletlerin tarih sahnesine çıkmasını sağlayan ana oluşum, uluslaşma sürecinin tamamlanmasıdır. Ne var ki, Avrupa ülkelerinde üç yüzyıllık bir oluşum süreci sonrasında tarih sahnesine çıkan ulus devletlerin uluslaşma sürecini zaman içerisinde tamamlamaları için çabalar birbiri ardı sıra gündeme gelirken, önce büyük devletler daha sonra da orta ve küçük boy devletlerin sahip oldukları ulusal kimlik doğrultusunda toplumsal entegrasyon süreçlerini tamamlamaya çalıştıkları görülmektedir. Tarih boyunca yaşanan savaşlar, göçler ve sürgünler dünya haritasında yer alan bütün devletleri derinden sarsarken, başarısız devletlerin dünya haritasından silinmesi gibi olumsuz durumlarda, yeni devletlerin gündeme gelmesi ve her kurulan devletin hızla uluslaşma sürecini tamamlayarak daha güçlü bir merkezi yapılanma üzerinden uluslararası alana açılarak normal koşullarda olması gereken devletler arasında rekabet düzeni içinde kendilerine düşen yerlerini almak üzere, ulus devletler hem ülke bütünlüğü hem de tek bir devlet çatısı altında ulusal toplumun tüm üyelerini bir araya getirmek yükümlülüğü altındadırlar. İmparatorluklar sonrası dönemde ulusal sınırlar içindeki ülke vatandaşlarının bir kısmının uluslaşma sürecini tamamlayarak bunda belirleyici olmaya çalıştıkları, kendilerini ulusal toplumun bir parçası olarak göremeyenler ya da sahip oldukları alt kültürler üzerinden kendi kimliklerini tanımlamaya çalışan azınlık gruplarının ulus devlet vatandaşlığı statüsü içinde bir araya gelmeleri, normal hukuk yolları ile ancak mübadele uygulamaları üzerinden tamamlanabildiği görülmektedir. Bu açıdan ulus devletin dünya sahnesine çıkmış olduğu Avrupa kıtasındaki ulus devletlere baktığınız zaman, hemen hemen hepsinde ortaya çıkan bütünleşme süreçleri içinde devletin ulusu içinde bütünleşen vatandaşların ulusal birliğin ve kimliğin temsilcileri olarak toplumsal alanda etkinlik sağladıkları görülebilmektedir. Devletin ulusal kimliği dışında kalan alt kimlikli toplum kesimlerinin ya da başka devletlerin vatandaşı olan grupların, eşit koşullarda bir ulus devletin vatandaşlığına kabul edilmeleri mübadele ve benzeri hukuk uygulamaları ile sürdürülebilmektedir.

Mübadele genel olarak devletler arası ya da toplumlar arası antlaşmalarla uygulama alanına getirilmektedir. İmparatorluk düzeninden ulus devlet yapılanmasına geçilirken, kendisini Türk diye tanımlayan ya da Hristiyan dünyanın yanında Müslüman kimliği ile birlikte hareket eden Türkler yeni bir dünya düzeni kurulurken, ülkenin doğu-batı ya da kuzey-güney sınırlarının yanında uzanıp giden eski İmparatorluk topraklarında yaşayan halk kitlelerinin yeni harita üzerinde kurulan devletlerden birisinin kimliğini kazanma hakkı herkes için geçerliyken, bu hakkını Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olma doğrultusunda kullanan Türkler ve Müslümanlar, daha sonraki aşamada Türkiye Cumhuriyeti devletinin ilgili makamlarına başvuruda bulunarak mübadele uygulamaları içinde hareket ederken imparatorluğun merkezi toprakları üzerinde yeni bir ulus oluşturulması uygulamalarına katkıda bulunmuşlardır. Türk devletinin kurulmasıyla birlikte gündeme gelen göçler, yer değiştirmeler ve de alt kimlik yapılanmaları gibi sorunlar, ulus devletin kurulmasıyla birlikte yeni bir hukuk düzeni içinde çözüme kavuşturulmaya çalışılmıştır. Böylesine bir yeni yapılanma arayışı Avrupa’ daki ulus devletlerin kuruluşu sırasında uygulanan batılı yöntemler aracılığı ile gerçekleştirilerek, bugünkü Avrupa kıtası üzerinde yer alan modern bir kıtasal oluşum düzeninin önü açılmıştır. Dağılan imparatorluk yerine merkezi konumda bir ulus devlet kurulurken, Türkiye yeni harita oluşumu sırasında merkezi bölgedeki göç alan ülke olarak, eski Osmanlı hinterlandı üzerinde kendisi ile sınır komşusu olan devletlerin ahalisine sınırlarını açık tutmuş ve bu doğrultuda gelişen uygulamaları belirli bir devlet düzenine kavuşturmak üzere, önce mübadele uygulamalarına başlamış ve daha sonraki aşamada Türkiye Cumhuriyetinin resmen ilan edilmesi üzerine de, ahali değişimi anlamında göçler yolu ile gelen komşu halkların temsilcileri mübadil olarak kabul edilerek ve mübadele antlaşmaları resmen imzalanarak bölge halkına ilan edilmiştir. Osmanlı döneminde Evladı -Fatihan olarak ilan edilen fethedilen ülkelerin sınırları içinde barınarak, Osmanlı sonrasında da bu bölgede yaşamak durumunda kalan halk kesimlerine mübadele antlaşması her yönü ile uygulanmıştır. Bu açıdan Türk devleti yönetimi herhangi bir ayrılık ya da ayrıcalık düşünmemiştir

Türkiye yirminci yüzyıla bir ulus devlet olarak girerken bu yeni yapılanmaya uygun bir plan hazırlanarak, daha sonraki aşamada mübadele ile ilgili antlaşmalara uygun düşen bir zemin hazırlanmıştır. Tarihsel süreç içerisinde ulus devletlerin siyasal alana çıkması ve böylece imparatorlukların dağılması gibi bir oluşum yirminci yüzyılın başlarında uluslararası konjonktürde etkin olunca, Türkler Osmanlı imparatorluğundan Türkiye Cumhuriyeti dönemine geçmişlerdir. Türkler tarih sahnesine Orta Asya bölgesinde çıkmalarına rağmen resmi adı ile bir Türk devletine Anadolu toprakları üzerinde sahip olmuşlardır. Bu durum Türklük olgusunu bir kimlik olarak Türklerin birlikte yaşadıkları alanlara taşırken, Türklük kimliği hem doğuştan gelen yönleri ile Orta ve Kuzey Asya’da yaşamını sürdürmektedir hem de Orta Doğu bölgesinin tam ortasında yer alan Türk devletinin vatandaşlık bağı üzerinden belirlenen siyasal kimliğini ifade etmektedir. Bu ikili kimlik konusu Türk devleti ile Türk dünyası arasında doğal bir bağ oluşturmakta ama aynı zamanda Türk dünyasında yaşamakta olan Türk asıllı Rusya Federasyonu vatandaşlarını da diğer ülkelerde yaşamlarını sürdürmekte olan devletler ve toplum yapıları içinde diğerlerinden farklı bir duruma koymaktadır. Dünyanın merkezi imparatorluğunu oluşturan Osmanlı devleti, üzerinde yaşadığı Orta Doğu bölgesinin nüfus boylarına coğrafi komşuluk varken, Türk dünyasında yaşamakta olan ondan fazla Türk devleti arasında da tarihi bir yakınlık öne çıkmaktadır. Coğrafya bilimi ile tarih bilimi Türkler ve Türk boyları için ayrı yönler gösterirken, Türk devleti ve milleti ciddi irredentizm sorunları ile karşı karşıya gelmektedir. Tarih boyunca kurulmuş olan imparatorlukların geride kaldığı bir dünya yeniden düzenlenirken, bu aşamada yirminci yüzyılın getirmiş olduğu ulus devletler döneminin de aşılması gerektiği konusunda bugünün siyasal merkezleri devreye girerek var olan devletlerin üzerinde büyük baskılar uygulamaktadırlar. Sınır ötesi milli kimlikli toplumları gündeme getirerek onlarla daha geniş bir alanda birlikteliklere yönelmek irredentizm sorununu canlandırırken, yüz yıllık ulus devletler düzenini de sarsarak yıkmaktadır.

Ulus devletlerin bugününü yüz yıl sonra yeniden değerlendirirken, üzerinde durulması gereken kavramların en başlarında mübadele kavramı gelmektedir. Dünyanın her bölgesine yayılmış olan halk kitlelerinin bölgesel imparatorluklar çerçevesinde bir yaşam düzenleri varken, onları böylesine bir düzenden çekip çıkararak, aynı alt kimlikli insanların belirli bölgelere toplanması ve bu doğrultuda göçlerin ve nüfus kaydırma planlarının uygulama alanına getirilmesiyle ulus devletler kurulmuştur. İmparatorluklardan ulus devletlere yönelirken bu tür uygulamalara yeniden bölgesel devletlere dönme eğilimleri doğrultusunda yönelmek, önümüzdeki dönemde küresel sermaye ile ulus devletler arasında çok ciddi çekişme ve çatışmalara yol açacaktır. Emperyalizm ile irredentizm kıskacına sürüklenmekte olan ulus devletler, bugünün dünyasında alt kimlikçilik ile küresel bir kaos ortamına doğru sürüklenmektedirler. İmparatorluklardan ulus devletlere geçilirken ulusal kimliklerin daha kolay oluşturulabilmesi için uygulanan mübadele antlaşmaları yeniden gündeme getirilmeye ve iptal edilerek geçersiz kılınmaya çalışılmaktadır. Bu tür antlaşmalar ile dağınık akraba topluluklarını bütünsel ulus devletlere dönüştürme planlarından bugün vazgeçilirse, o zaman ulus devletlerin varlık nedenleri yeniden ele alınarak tartışılacak ve mübadele antlaşmalarının ortadan kıldırılması gibi konular, alt kimlikçi etnik topluluklar üzerinden ulus devletlerin parçalanarak eyalet devletlere geçiş için küresel emperyalizm tarafından desteklenen yıkıcı operasyonların önünü açabilecektir. Yirminci yüzyılda 20 imparatorluktan 200 ulus devlet çıkartan küresel emperyalizm, yüzyıl sonra bugün 200 ulus devletten 2000 eyalet devleti ortaya koyarak ulus devletleri yıkıma doğru sürüklemektedir. Bu aşamada ulus devletlerin kuruluşunun temel taşları olan mübadele antlaşmalarının korunmasıyla ulus devletler yoluna devam edebilecektir. Ne var ki, eğer mübadele antlaşmaları korunamazsa o zaman ulus devletleri bekleyen dağılma ya da irredentist sonuçlar verebilecek olumsuz gelişmeler, egemen güçlerin kaos senaryolarına yardımcı olarak, emperyalist güçlerin çok istediği üçüncü dünya savaşına giden yolun önünü açabilecektir. Bu durumda ulus devletlerin emperyalizme karşı ortak mücadeleye girmesi insanlık için zorunludur.