Twitter
Visit Us
YOUTUBE
YOUTUBE
LINKEDIN
Share

Son yıllarda Türkiye’de İslamcı politikalar üzerinden tarikatlar ön plana geçince, demokrasi rejiminin ana unsuru olan siyasal partilerin kasıtlı olarak geride bırakıldığı, partisiz demokrasi olamayacağına göre meydana gelen boşluğun hacı-hoca ve şeyh takımının önderliğindeki tarikatlar aracılığı ile doldurulmaya çalışıldığı görülmektedir. Yeteri kadar siyasal bilinçten yoksun olan kadroların elindeki bu dini gruplar siyasete soyunmaya başlayınca, geleneksel demokratik rejimin zamanla ortadan kalkma durumuna doğru sürüklendiği, çünkü dini grupların siyasal bilinç ve deneyim açısından son derece yetersiz kaldıkları ortaya çıkmıştır. Tarikatçı kadrolar ile siyasal partileri ele geçiren bu gibi dini grupların yönetimine düşen siyasal örgütlerin zamanla gerçek işlevlerini yerine getiremedikleri, diğer partiler ile siyasal rejim yarışında yeterince rekabet edemedikleri ve bu yüzden giderek etkisi azalan tüzel kişiliklere dönüştükleri anlaşılmıştır. Siyasal partilerin tarikatlar yüzünden bozulması üzerine, siyasal alandaki boşlukların doldurulması amacıyla partiler arası yeni bir trafik başlatılmış ve birbirine yakın siyaset anlayışı içinde bazı partiler bir araya gelerek, partileşmenin ötesindeki birlikteliği öne çıkaran siyasal ittifaklara kalkışmışlardır. Demokrasi alanında partilerin yetersizliğinden kaynaklanan bu durum saflaşma, kutuplaşma ya da cepheleşme gibi yeni bazı olumsuzlukların gündeme gelerek, siyasal rejimlerin geleceğini istikrarsızlık noktalarına doğru çektiği artık yadsınamaz bir çizgide kesinlik kazanmıştır.

Siyasal partiler belirli siyasal düşüncelerin eylem örgütü olarak tarih sahnesine çıkarken, içine girmiş oldukları siyaset yarışında iktidara gelebilmek için yetersiz kalan oylarını artırmak amacıyla daha geniş kitlesel destekler elde ederek, hükümet kurma yolunda birbirlerine yakın partiler ile işbirliğine gitmektedirler. Geçmişten gelen siyasal yapılar kurulu düzeni koruma doğrultusunda daha çok muhafazakâr partilerin ittifak girişimlerine sahne olurken, geride kalan diğer partiler de iktidara gelebilme doğrultusunda karşıt grubu oluşturma amacıyla farklı ittifaklara girebilmektedirler. Bu tür ittifakların giderek artmasıyla siyasal partilerin görüş, düşünce, ideoloji, program, bayrak ve benzeri malzemelerinin yerini ittifak oluşumunun getirdiği yeni açılımların belirlediği görülmektedir. Böylesine karışık durumlarda vatandaşlar alışık oldukları siyasal partilerin çizgilerinin dışına çıkarak hareket etmek zorunda kalırlarken, ülke de gerçek anlamda siyasal tabanlar belirsizliğe doğru kaymaktadır. Siyasal partilerin geçmişten gelen çizgileri ve kişilikleri ittifaklar yüzünden sarsılırken, ülkede yükselen kamplaşmalar nedeniyle tırmanan çoğunluğu ele geçirme kavgası ciddi anlamda istikrarsızlara yol açmaktadır. Partilerin üst yönetimlerinin iktidarı ele geçirmek üzere oluşturdukları yeni siyasal yönelişler, seçmenlerin geleneksel durumlarını sarsmakta ve parti üyesi ya da sempatizanı konumundaki insanları inanç ve tercihlerinin ötesinde davranışlara yönelme doğrultusunda zorlamaktadır. Milliyetçi bir parti dinci bir parti ile ittifaka yöneldiği aşamada, parti tabanında yer alan laik milliyetçilerin istemeye istemeye dinci partinin iktidarı için oy kullanmak durumunda bırakıldıkları anlaşılmaktadır. Aynı şekilde bir ulusalcı ve halkçı partinin ulusalcı oy tabanının, seçim ittifakı kurulan halkçı bir partinin bölücü siyasetlerine alet olma durumu ile karşı karşıya bırakıldıkları da görülmektedir. Siyasal ittifaklar yüzünden oy tabanı başka çizgilere sürüklenen bazı partilerin zamanla kimlik bunalımına girdikleri, ya da başka siyasetlere alet olarak gerçek misyonlarından uzaklaştıkları birçok ülkede yaşanan deneylerle ortaya çıkmıştır. Bu doğrultuda partiler arası ittifakların partilerin gerçek yapılarını bozdukları öne sürülebilmektedir.

Küresel emperyalizmin tırmandığı son dönemde ülkelerin geleneksel siyasal düzenleri köklü sarsıntılar ile karşı karşıya kalırken uluslararası tekelci sermaye şirketlerinin tarikatları kendilerine yol arkadaşı olarak seçtikleri göze çarpmaktadır. Partilerin içi boşaltılırken, geleneksel kimlikleri işgalci kadrolarla değiştirilmeye çalışılırken, sermaye destekli dinci kadrolar devlet bürokrasisini ele geçirirken ve küresel sermayenin çıkarları doğrultusunda hazırlanmış olan senaryolara partiler alet edilirken, partiler arası ittifaklar göz boyayıcı bir biçimde ortaya çıkartılarak bazı gerçekler halk kitlelerinin gözünden kaçırılmak istenmektedir. Böylesine olumsuz bir tablo batı bloku dışındaki ülkelerin siyaset sahnelerini alt üst ederken, Türkiye Cumhuriyeti de bu genel gidişe paralel bir duruma sürüklenmiştir. Devleti kuran yüz yıllık bir parti kurumlaşmış yapısı ile her şeye rağmen ayakta dururken, sonradan olma diğer partiler de bu çizgide varlıklarını korumak zorunda kalmışlardır. Siyaset iktidarı ele geçirme, devleti kontrol altında tutma ve halk kitlelerini küresel hedeflere doğru çekme çizgisinde siyasal kavgalar olarak devam ederken, ittifak girişimleri ile yeni siyaset senaryoları birbiri ardı sıra devreye sokulmaya çalışılmıştır. Emperyal düzenin yerli işbirlikçileri dışarıdan geliştirilen yeni stratejiler doğrultusunda ortaklıklara girerken aynı zamanda dış senaryoların uygulayıcısı konumuna da gelmişlerdir. Türkiye demokrasisi bu gibi durumlar ile alt üst olurken, giderek tırmanan halk kitlelerinin seçim sandıklarına yönelecek tepkisini önleyecek yeni senaryolar, ittifaklar aracılığı ile halk kitlelerine karşı devreye sokulmak istenmiştir. Ülke gereksinmesi olsun ya da olmasın, küresel senaryolar ulus devletlerin tepkilerini önleyecek bir doğrultuda yeni ittifaklar üzerinden ayarlanmaya çalışılmıştır.

Siyasal parti ittifakları açısından Türkiye’deki durum ele alınırsa devlet ve ülke gereksinmeleri doğrultusunda bir gelişme görülmediği, aksine var olan siyasal durumun geleceğe yönelik olarak bazı siyasal çevrelerce değişik bir sürece zorlanma doğrultusunda ittifak oluşumlarının öne çıkarıldığı göze çarpmaktadır. Küresel emperyalizmin zorladığı işbirlikçi liberal politikalardan bir türlü vazgeçilmezken, tekelci şirketlerin doğal müttefiki konumuna gelen tarikatların liberal politikaları benimsemekte olan bazı dinci ya da muhafazakar partilerin içinde yer aldıkları görülmektedir. Son dönemlerde Türkiye’nin içine sürüklenmiş olduğu iki ayrı ittifakın karşı karşıya geldiği böylesine bir durum, ülkenin içinden geçmekte olduğu yeni siyasal dönemin bir yansıması olarak dikkate alınabilir. Günümüzde uzun süre iktidarda kalmanın gündeme getirdiği siyasal yıpranma oluşumunun olumsuz yansımalarını devre dışı bırakmak üzere, gündeme cumhur adıyla bir ittifak getirilmektedir. Milliyetçiler ile muhafazakarların aralarında kurdukları işbirliği çerçevesinde aslında millet ittifakının bu merkezde öne çıkması beklenirken, tamamen tersi bir doğrultuda bir cumhur ittifakı oluşturma yoluna gidilmiştir. Cumhuriyetçi kesimlerin ve tabanın ara rejim çizgisindeki siyasal reflekslerinden çekinen milliyetçi-muhafazakar ortaklığı, kendisini millet ittifakı yerine cumhur ittifakı başlığı ile ifade etmeyi bugünün siyasal koşulları açısından daha uygun görmüştür. Bunun üzerine de yıllardır müzmin bir ana muhalefet partisi olarak bir cumhuriyetçi bir siyasal misyonu yerine getirmek isteyen halkçı parti, kendisinden daha da ileri giderek alt kimliklerin oluşturduğu bölücü bir halkçılığı benimseyen bir sol parti ile de genel çizgisinin ötesine giderek millet adıyla yeni bir ittifak oluşturmuştur. Cumhur kavramı milliyetçi ve muhafazakar çevrelerde ara rejim projelerinin önlenmesi çizgisinde kullanılırken, millet kavramı da halkçı ve milliyetçi toplum kesimleri açısından etkili bir siyasal muhalefet örgütlenmesi için halkçı ve halklarcı işbirliği çerçevesinde ortaya çıkarılan bir ulusal dayanışma ittifakı doğrultusunda kullanılmaya çalışılıyordu. Bir anlamda sol içerikli cumhur kavramı sağcı ittifak için kullanılırken, diğer yandan da  sağ düşüncelere dayanan millet  kavramı da solu temsil eden halk ve halklarcı ittifakın ürünü olarak yeni siyasal ortamda gündeme geliyordu. Sol kesimden gelen halkçılık anlayışının yansıması olarak cumhuriyet kavramı ile birlikte, sağ toplumsal taban kökenli millet kavramı da yeni ittifakların adı olarak gündeme gelirken, siyaset sahnesindeki boşlukların doldurulması yerine tamamen tersi olan çizgide kaotik bir ortamın öne çıkmasına yol açılmıştır. Bu durumun doğal sonucu olarak da ülkede istikrarsızlık ortamı yaratılmıştır.

Partilerin yeni dönemin koşullarında bir yerlere savrulduğu yeni dönemde tarikat destekli ittifaklar yerine, normal koşullarda halk kitlelerinin desteklediği yeni siyasal partilerin taze kuvvet olarak ortaya çıkması beklenmelidir. Partilerin yerine tarikatların ön planda olduğu yeni bir demokrasi uygulamasının mümkün olmadığı, dinin siyasete alet edilme senaryoları sonrasında açıkça görülmüştür. Dinci siyasetler devletlerin laik yapılarını sarsarken siyasal partilerin öncelikle dinci tarikatların ya da grupların eline düşmüş görünümden kurtarılmaları gerekmektedir. Bunun temel yolu da devletlerin güçlenmesinden geçmektedir. Devletlerin merkezi güçlerini artırarak siyasal alanı kamu yararı çizgisinde yeniden düzenlemesiyle, partilerin dinci gruplardan kurtularak kendilerine gelmelerini sağlayacaktır. Halk kitlelerinin ülkenin ulusal çıkarları doğrultusunda yönlendirilmesiyle ülkenin birliği ve bütünlüğü sağlanacak ve zamanla bütünleşen halk kitlelerinin bir ulus olarak harekete geçmesiyle de, devletlerin milli yapılanmaları koruma altına alınabilecektir. Toplumların uluslaşması, milli devletlerin geleceği açısından yaşamsal önem taşıması nedeniyle, öncelikli olarak dikkat edilmesi gereken  bir husustur. Toplumlar uluslaşırsa, devletler de zamanla ulus devlet yapılanmasına dönüşmektedir. Millet denilen ulusal toplumun kimlik kazanması, ortaya yeni ve güçlü bir siyasal düzen olarak çıkması ile mümkün olabilmektedir. Dünyanın her yerinde toplumların belirli süreçler içinde uluslaşması ile devletlerin ulus devlet yapılanmasına dönüştüğü görülmektedir.

Çağımızın devlet modeli olan ulus devletler zamanla aşınma ya da sarsılma gibi ülke ve de devlet güvenliği açısından tehlikeli gelişmelere hedef olmamak için, hem uluslaşma süreçlerinin tamamlanması hem de geleceğe dönük bir biçimde güçlendirilmeleri gerekmektedir. Bütün ulus devletler her ulusalcılığa karşı her yönden gelen sarsıntılara karşı  kendilerini korurken, merkezi gücü sağlamlaştırma doğrultusunda öncelikle tek yönlü bir uluslaşma sürecini tamamlamakla yükümlüdürler. Toplumsal uluslaşma süreci ile varlığını ortaya koyabilen ulus devletler daha sonraki aşamada da yeni bir uluslaşma sürecini ikinci kez yaşayarak, geleceğin koşullarında da diğer devletler ile rekabet edebilecek düzeyde kuvvetli olabilmenin yollarını milli güç unsurları açısından araştırmak durumundadır. Dünyanın bütün devletleri her açıdan ve yönden uluslaşabilmenin yollarını arayarak bugünlere gelirken, aynı zamanda gelecekte de var olabilmenin yöntemlerini arayıp bularak uygulama alanına aktarması gerekmektedir. Hal böyle olmasına rağmen, bugünün var olan dünya düzeninde bir tek Türkiye Cumhuriyeti uluslaşma sürecini ifade eden tek kavram yerine iki ayrı kavram ile karşı karşıya gelmektedir. Ülkenin jeopolitik merkezi konumu gereği ortaya çıkan kendine özgü  bir durum nedeniyle, Türk devleti sağdan gelen millet ve  soldan gelen ulus kavramları ile karşı karşıya gelmektedir. Türk devletinin vatandaşları kendini toplu bir bütün olarak ifade etme noktasına geldiğinde, hem millet hem de ulus kavramları aynı anlamda birbirlerinin yerine kullanabilmektedir. Türkler kendilerini dile getirme durumunda bazen milleti, bazen da ulusu temel kavram olarak kullanmak durumunda kalabilmektedirler. Aynı toplumu ifade etme durumunda farklı kavramların kullanılması, Türk milleti açısından bir yönü ile  zaaf yaratmakta ve  sahip olunması gereken ulusal gücün bütüncül potansiyeli  ikiye bölünerek uluslararası alanda  diğer ulus devletler ile rekabet yarışında  Türk devletinin daha zayıf bir durumda kalmasına  yol açılmaktadır. Ulus devletler çağında ulusal olan her şeyin bir bütünlüğün parçası olarak ele alınması gerektiği unutulmamalıdır.

Etimolojik olarak her iki kavramın kökenine inilirse farklı farklı anlamlar ortaya çıkmaktadır. Millet kavramının Arapça dilinden geldiği ve Araplar açısından geçerli olan ümmet kavramının zaman içinde dönüşümü ile ortaya çıktığı anlaşılmaktadır. Dini özelliği olan bir topluluğu ifade etme noktasındaki toplumu ifade eden millet kavramı, daha sonraki aşamalarda ümmetlerden milletlere geçiş noktasında gene milli devletlerin toplumsal yapılarını  belirtmek  için  kullanılmıştır. Millet kavramı böylesine anlamlı  bir kökenden gelirken, bu kavramın Arapça kökenli olması ve kurulmakta olan laik devletin dine mesafeli kalan statüsünü ortaya koymaması yüzünden, Türkiye’de  cumhuriyetin kurucuları  laik devlet yapısını yansıtacak yeni bir kavram aramak  zorunluluğunu hissetmişlerdir. İslamiyet öncesi dönemde Türklerin Orta Asya bozkırlarında yaşadığı dönemden kalma bir kavram olarak ulus kavramı öne çıkmıştır. Arama ve tarama çalışmaları sonucunda;

Ural-Altay bölgesinde Türklerin ilk kez tarih sahnesine çıktığı aşamada var olan ve bu durumu günümüzün dünyasına yansıtan Türk tarihinin ilk ulusal anıtı olan Orhun Kitabelerinde yer alan ulaş kavramından yararlanılarak ulus kavramı benimsenmiştir. Ulus kavramı etimolojik olarak ele alındığında, aynı bölgede ya da vatanda  birbirinden ayrı olarak yaşamakta olan ve aynı zamanda ortak dili kullanan  insan topluluklarının hepsine birlikte verilen ortak isim olarak, toplumun bütünselliğini ortaya koyan bir kavram olduğu anlaşılmıştır. Böylesine bir kökenden gelen ulus kavramı daha sonraki aşamada Türklerin komşu kavimi olan Moğolcada da aynı anlamda ele alınarak kullanılmıştır. Bir anlamda bugün dünya haritasında yer alan bir bölgenin tarihsel süreç içerisinde belirli bir nüfus yapısına sahip olması ve zamanla aynı bölgede yaşamakta olan toplulukların yaşam süreci  içerisinde ortak vatanda aynı tarih, kültür ve ekonomiye sahip olması ile gelecekte ulus devletlerin oluşumuna giden yol açılmıştır. Bugünün çağdaş ulus devlet yapılarının uzun süren zaman dilimi içinde varlık kazanmaları, bilimsel açıdan da böylesine bir oluşum sürecini doğrulamaktadır. Tarih ve sosyoloji kitapları millet olgusunu çeşitli yönleri ile ortaya koyarken, siyasal bilim ve uluslararası ilişkiler tarihi de günümüzün ulus devletler gerçeğini çeşitli yönleri ile açıklamaktadır. Bugünün ulusalcı ve milliyetçi akımlarının böylesine ortak bir tarihsel süreçten geldiklerini karşılaşılan sorunların çözümü için her zaman bilmeleri gerekmektedir.

Kavramsal olarak iki ayrı kökenden gelen millet ya da ulus veya milliyetçi ya da ulusalcı kavramlarının çağdaş Türkçede yer alarak aynı anlamı ifade etmeleri, dünyanın diğer ülkelerinde görülmeyen bir durumdur. Böylesine bir hal, Türkiye Cumhuriyetinin üzerinde kurulu bulunduğu  toprakların dünya sahnesinde gündeme getirmiş olduğu bir siyasal yapılanmanın günümüze uzanan farklı bir yansıması olarak görülebilir. Diğer devletlerde böylesine bir ikilem olmadığı için batı dillerindeki Latince’den gelen “Nation” kavramı ile batılı ülkeler oluşumu tek kavram ile ifade edebilmişler, Türkler gibi tarihten gelen iki ayrı sürecin etkisi altında kalmadıklarından bizim millet ya da ulus dediğimiz toplumsal yapıya bunlar  “Nation” kavramına dayanarak ve bu kavramdan yola çıkarak birbiriyle bağlantılı çeşitli  açıklamalar getirmeye çalışmışlardır. Bir anlamda millet ya da ulus denilen oluşum batı dünyasında tek kavram ile açıklanmaya çalışılmıştır. Uluslaşma süreci sonucunda ortaya çıkan ulus  devlet yapılarının modelini de ortaya koyan bu kavram, aynı zamanda “Nation State” birleşik kavramı ile gene aynı kökenden yola çıkılarak açıklanmaya çalışılmıştır. Çağdaş dünyanın ürünü olan ulus devlet olgusu, Türk dilinde aynı zamanda Milli devlet olarak da dile getirilmektedir. Milli devletlerin varlığı ve kendini koruması gibi konuların fazlasıyla tartışıldığı bugünün koşullarında, Türk devletinin  ilelebet payidar kalabilmesi gibi bir temel mesele de Türk ulusuna  yol göstermektedir. Ulus devletlerin varlığı ve devamlılığı giderek farklı devlet modelleri açısından tartışma alanına getirilirken, her türlü saldırıya karşı ulus devletlerin vatandaşlarına ve koruyucularına yani milliyetçi ve ulusalcı akımlara aynı  savunma görevi  düşmektedir. Batı ülkelerinde üç yüz yıllık bir uluslaşma sürecinden sonra ortaya çıkmış olan ulus devletlerin  kurulup kurumlaştıktan sonra, geleceğe dönük olarak varlıklarını koruma sürecinde bütün ulus devlet vatandaşlarının, ulusalcı ya da milliyetçi ayırımına sürüklenmeden  tek bir merkezi güç olarak el birliği ile uluslararası alanda diğer ulus devletlere karşı ortak bir korunma ya da savunmaya geçtikleri bugünün ulus devletlerinde gözlemlenmektedir.

İmparatorluklar döneminde belirli bölgelerde yaşamını sürdüren insan topluluklarının yerel ya da bölgesel dil üzerinden milletleştiği ve zaman içerisinde milliyetçilik akımları sayesinde  merkezi imparatorluklara karşı çıkarak bir ulusal kurtuluş savaşı sonrasında, kendi milli devletlerini oluşturma aşamasına geldikleri görülmektedir. Son üç yüz yılın ürünü olan ulus devletlerin arkasında her yerde bir ulusal kurtuluş savaşı ya da milliyetçilik cereyanları ile ortak dile dayanan milletleşme olgusunun bulunduğu anlaşılmaktadır. Öncelikle ortada bir ulusun var olabilmesi için ortak bir dilin gelişmesi gerekmektedir. Tarih içinde bölge halkları kendi ortak dillerini oluşturarak ulusal bir kültür düzeni ortaya çıkardıktan sonra, bağımsız bir devlet düzeni çatısı altında  ortak yaşamı hedefleyen  bir yaşam düzeni aşamasına gelebilmektedirler. Ulusal kültür düzeni ulusal bağımsızlığa doğru geliştiği aşamada  toplumlar ulusal kurtuluş savaşı  vererek  özgürlüklerine kavuşabilmektedirler. Günümüzün bağımsız devletlerinin hemen hemen hepsinde ulusal kurtuluş savaşı ya da mücadeleleri verilerek sonuca ulaşılabilmektedir. Böylesine bir toplu mücadele içine giren ulusal toplumların, sürdürdükleri kavgalarını kazanabilmeleri ve bağımsızlık hedefine ulaşabilmeleri için, her türlü ayırımı geride bırakarak hep birlikte ortak bir mücadele ortamı içinde olmaları gerekir. İşte bu aşamada sağdan gelen milliyetçiler ya da soldan gelen ulusalcılar ayırımı yapılmasının son derece yanlış olduğu ve Türk ulusunu bu aşamada bir araya gelerek toplu bir güç konumunda  var olma mücadelesini engelleyen bir olumsuz durumu ortaya çıkardığı görülmektedir. Böylesine bir yanlış ayırımı ve de buna dayalı olarak gündeme getirilen haksız  siyasal bölünmeyi, ulus devletin  bölünmez üniter yapısı açısından kabul etmenin hiçbir biçimde mümkün olmaması gerekir.

İmparatorlukların çöküşü üzerine ulus devletler geçen yüzyılın başlarında kurulurken, Türk ulusu da o dönemin dili olan Osmanlıca adlandırma ile tarih sahnesinde var olabilmek üzere “Kuvay-ı Milliye” mücadelesi adı altında bir ulusal kurtuluş savaşına kalkışmıştır. Savaşın kazanılmasından sonra  yapılan dil devrimi sonucunda, Kuvay-ı Milliye kavramı  ulusal güç olarak değişim yaşamış ve yeni bir dünya kurulurken Türkler ulusal toplum ve ulus devlet olarak tarih sahnesinde gene yerlerini almışlardır. Kurtuluş savaşı sırasında birbirlerine sen “ulusalcı mısın ya da milliyetçi misin?” diye soru sormadan emperyalizmin işgalci ordularına karşı toplu bir var olma savaşına kalkışan Türk ulusunun, zafere erişmesinden sonra Türkiye Cumhuriyetinin bağımsızlığı onaylanmıştır. Aradan yüz yıllık bir zaman dilimi geçtikten sonra  küresel emperyalizm ülkeyi bölmek üzere Türk ulus devletini gene eskisi gibi tehdit ettiği bir aşamada, Türk ulusunun bireylerinin ya da Türkiye cumhuriyetinin yasal vatandaşlarının milliyetçi ya da ulusalcı diye farklı kavramlar üzerinden bölünmesi, bu aşamada milli direniş gücünü kırdığı gibi, aynı zamanda emperyalist saldırılara yeterli bir düzeyde karşı koyma gücünü de ortadan kaldırmaktadır. Merkezi coğrafyadaki bütün devletler bölücü bir rüzgarla parçalanmaya çalışılırken, benzeri bölücülük girişimleri, ulusal kurtuluş savaşı ile üniter bir devlet olarak tarih sahnesine çıkan Türk devletini ortadan kaldırmak üzere Türkiye’ye karşı baskı ve tehditler ile yönlendirilmektedir. Gelinen  yeni aşamada sağ kanattan gelen milliyetçilerin ve sol kanattan gelen ulusalcıların hala ayrı kavramlar aracılığı ile kendilerini ifade etmeleri ve başka siyasal gruplar ile ortak hareket ederek bölücü siyasetlere alet olmaları, Türk devletinin varlığını koruyacak ulusal savunması açısından çok ciddi bir çıkmaz olarak gündeme gelmektedir.

Geçen haftalarda Türkiye’nin önde gelen kamuoyu araştırma kuruluşlarından birisi yapmış olduğu araştırmaların sonucunda, Türk vatandaşlarının kendilerini nasıl gördüklerini  ve siyasal kimliklerini nasıl adlandırdıklarını soruşturma konusu yapmış ve elde ettiği sonuçları Türk kamuoyuna açıklamıştır. Verilen cevaplara göre Türk toplumunun dörtte biri kendini Atatürkçü, dörtte biri milliyetçi, yüzde onu demokrat, yüzde onu muhafazakar ve de yüzde onu dindar olarak tanımlama yoluna gitmiştir. Bu sonuçlara göre, Atatürkçü  tanımlamasının arkasında yer alan ve Atatürk’ün partisinin üyesi olan ulusalcılar, Atatürkçüler olarak Türk toplumunun en geniş grubunu ortaya çıkarmakta bunu ikinci  grup olarak milliyetçiler izlemektedir. Yüzde onlarda kendini ifade eden demokratlar, muhafazakarlar ve dindarlar üçüncü derecede oy potansiyeline sahip olarak görünmektedirler. Türk toplumunun en geniş kesimini temsil eden ulusalcılar ve milliyetçilerin bugün hala ayrı partilerde bulunmaları ve kendilerini ayrı ayrı ifade etmeleri, ulus devletler tasfiye edilirken Türkiye’nin kendini savunacak ulusal güç oluşumu açısından son derece tehlikeli bir durumu ortaya çıkarmaktadır. Ulusal kurtuluş savaşının büyük önderi Atatürk’ün partisinin çatısı altında bir araya gelen  ulusalcılar ile başka partilerle  işbirliğine girmiş ya da siyasal ittifaklara kalkışmış olan  milliyetçilerin bugün birbirlerinden uzak ve hatta karşı karşıya gelmiş olan  dağınık  görünümü, en son yapılan kamuoyu yoklaması ile bir kez daha ortaya çıkmıştır. Kendilerini ulusalcı ya da milliyetçi olarak ifade edenler Türk toplumunun yarısını meydana getirirken, diğer siyasal gruplar ikinci ve üçüncü planda kalmaktadırlar ve bu dağınıklık yüzünden ulusalcılar ile milliyetçiler bir araya gelerek iktidar olamamaktadırlar. Bu iki grubun bir araya gelmesini önlemek üzere bütün emperyal güçler devreye girmekte, topluca  Türkiye’nin dış güçlere karşı ulus devleti ve milleti ayakta tutacak milliyetçi-ulusalcı işbirliğine dayanan bir ulusal savunma hükümeti oluşturmasına, sürekli engeller çıkartılarak izin verilmemektedir. Bu nedenle antiemperyalist çizgide gerçek milli politikalar uygulayacak bir ulusal yönetimi ortaya çıkaramayan Türkiye Cumhuriyeti de, siyaset  ile denge kuramadığı için her geçen gün ulusal kimliğinden  ve varlığından bir şeyler kaybetmektedir.

Türk tarihinin getirmiş olduğu özel koşullar ile Türkiye Cumhuriyetinin kurulu bulunduğu bu coğrafyanın özellikleri, yirminci yüzyılda bağımsız bir Türk devleti kurulması sırasında öncelikli olarak etkili olmuştur. Ulusal kurtuluş savaşının önderi Atatürk, asker kökeni gereği iyi bildiği jeopolitik biliminin verilerini kullanırken, bir devlet adamı kimliği ile okuduğu binlerce tarih ve siyaset kitabının getirmiş olduğu bilimsel bilgi birikimini devletin kurulması sırasında kullanmıştır. Bugün kendisini milliyetçi ya da ulusalcı olarak tanımlayanların tarih ve coğrafya biliminin verilerini bu doğrultuda iyi bilmeleri gerekmektedir. Bu gerçekleri görebilenler ve iyi anlayanlar, her türlü emperyal amaçlı siyaset manüplasyonlarına karşı Türk kimliğini benimsemiş olanlar, küresel emperyalizmin ulus devletleri yıkma döneminde, milliyetçi-ulusalcı ayırımını geride bırakarak toplu bir ulusal güç oluşumu ile sahneye çıkarak, bütün emperyalist ve Siyonist planları bozmak durumundadırlar. Bütün emperyal devletler ve güçler kendi siyasal çıkarları doğrultusunda merkezi alandaki haritaları yeniden çizmeye yönelirken, Türk ulusunun bir büyük kurtuluş savaşı vererek kurmuş olduğu Türkiye Cumhuriyetinin özel durumunu iyi bilerek ve bu konuda  yoğun çalışmalar yaparak, Türkiye Cumhuriyetinin ilelebet payidar kalmasını sağlayabileceklerdir. Böylesine kutsal bir görevin tam anlamıyla yerine getirilebilmesi için öncelikle ulusalcılar ile milliyetçilerin işbirliği gerekmektedir. Yeni dönemde Türkiye’nin ikinci ulusal kurtuluş mücadelesinin öncü kadrosunun, milliyetçiler ile ulusalcılar arasında oluşturulacak çekirdek bir kadronun olması gerekmektedir. Çekirdek kadronun öncülüğünde başlatılacak yeni bağımsızlık hareketinin bir ayağını milliyetçiler diğer ayağını da ulusalcılar oluşturarak, Türkiye’nin ve Türk dünyasının özgürlüğünü güvence altına almaları artık kaçınılmaz bir milli görev olarak gündeme gelmiştir. (Birlikteliğin kısa adı ULU-MİL olabilir.)