Twitter
Visit Us
YOUTUBE
YOUTUBE
LINKEDIN
Share

KIBRIS-GİRİT EKSENİNDE GARANTİLER VE AVRUPA’NIN DURUŞU

Kıbrıs anlaşmazlığını değerlendirirken, evvela Türk-Yunan ilişkilerine tarihsel süreçte bakıldığında, Selçuklu-Bizans, Osmanlı-Bizans, Osmanlı-Rum ahali, Yunan isyanları ve 1821 Yunan Krallığı kurulması sonrasında Osmanlı-Yunanistan (Girit, On İki Adalar, Yedi Adalar, Epir, Teselya, Selanik) ilişkileri, Kurtuluş savaşı mücadelesi yıllarında Yunanistan’la sorunlar (Batı Anadolu, İzmir, İstanbul) ve nihayetinde Türkiye Cumhuriyeti Devleti-Yunanistan (Hatipoğlu,1988, p.1) ilişkilerinde cereyan eden adaların silahlandırılması, Ege sorunu, Kıbrıs sorunu, deniz yetki alanları sorunu, FIR Hattı meselesi, Batı Trakya Türklüğü sorunu ve son zamanlarda hortlatılmak istenen Pontus meselesi dikkat çekmektedir.

Bu çalışmada özellikle de Girit meselesi ışığında Kıbrıs konusunda Garanti Antlaşmalarının hukuki konumu ile GKRY-Yunanistan politikaları çerçevesinde Avrupa Devletleri’nin tutumu ele alınacaktır. Her iki mesele arasındaki benzerlikler gösterilecek ve garantiler konusunda Avrupa’nın Girit politikası işlenecektir.

Girit, Akdeniz’in Kıbrıs’tan sonra en önemli adasıdır. Osmanlı Girit’i 24 yıl 4 ay süren bir mücadele sonunda 130 bin şehit vererek 1645 senesinde almıştır (Gazioğlu, 2000, s.85). Girit’e nazaran Osmanlı Kıbrıs’ı 1571’de daha kısa sürede almış ve burada da 80 bin şehit vermiştir (Gözügüzelli, 2008, s.23). Kıbrıs’ın alınması Avrupa ülkeleri arasında Kutsal İttifak oluşumuna sebep olmuştur (Gözügüzelli, 2008, s.25, Gazioğlu, 2000, s.28). Girit’in elden çıkışı da bir o kadar entrikalar sonrasında gerçekleşmiştir. Bu entrikaların ana aktörleri başta Yunanistan ve destek aldığı Rusya, Fransa, İtalya ve İngiltere olmuştur. 1821 Yunan bağımsızlığı sonrasında Kıbrıs’ta olduğu gibi Girit’te de dış teşvikler ile ayaklanmalar olmuş ve Enosis (Yunanistan’a bağlanma) mücadelesi yaşanmıştır. Enosis’in temelleri Yunan yayılımcı ideolojisini oluşturan Megali Idea’ya dayanmaktadır. Zira Osmanlı’nın 24 Mayıs 1453’te Fatih Sultan Mehmet ile İstanbul’u fethetmesi, çağ açılıp kapanmasına sebep olurken, Yunanlıların da başta Rusya desteği ile Osmanlı aleyhine hareket etmesini sağlayacak ayaklanmaların tetikçiliğine sebep olmuştur. Megali Idea, esasen Phearios’un yazdığı şarkı sözlerinden hareketle 1791-1796 yılları arasında Bükreş’te çizilmiş ve 1796’da Viyanda’da yayımlanmıştır (Oberling, 1988, s.2). Megali Idea Yunanistan’ın bağımsızlığı, İstanbul, Girit, Kıbrıs, Kuzey Epir, Batı Anadolu, Batı Trakya, Rodos, İmroz, Bozcaada’nın ele geçirilmesi ve Pontus Rum Devleti kurulması amacını taşıyan ve nihayetinde 1814 Megali Idea haritası çizilmesi ile hayata geçirilen bir projedir (Gözügüzelli, 2008, s.31). Megali Idea’nın bugünkü tanımının Rum-Yunan siyasetçilerince Hellenizm Ruhu olarak lanse edildiğini ve dış politika çabalarının bu zeminde şekillenmekte olduğunu ifade etmek yanlış olmayacaktır.

Megali Idea politikası, Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra 30 Aralık 1918’de Paris’te toplanan Barış Konferansı’na bir muhtıra veren Yunan Başbakanı Venizelos’un, Kuzey Epir, Trakya, Batı Anadolu, Rodos, Oniki Ada ve Kıbrıs’ın Yunanistan’a verilmesi ve Pontus Rum Devleti’nin kurulmasını istmesi ile örtüşmektedir. O günlerden bu yana Yunanistan, Megali İdea hedefleri içinde bulunan birçok toprağı ele geçirmiştir. 1829’da Mora’yı, 1864’de Yedi Ada’yı, 1881’de Teselya’yı, 1897’de fiili olarak ve 1913’te hukuken Girit’i, Balkan Savaşı sonunda Ege Adaları’nı, Makedonya’yı, Epir’i (Yanya), 1. Dünya Savaşı sonunda Trakya’yı, Dedeağaç’ı, (Lozan anlaşması ile Doğu Trakya’yı geri aldık) ve 2. Dünya Savaşı sonunda Oniki Adayı (İsmail, 1997) almıştır. Bugün ise dünün değişmeyen Megali Idea hedefleri arasında yer alan Kıbrıs, yani KKTC’nin egemen varlığı hedeftir. Esasen, Hellenizm politikası, Türk-Yunan ilişkilerinde Rumların AB’ye girmeleri ile yeni bir boyut kazanmış ve adeta Avrupalıların soruna baskıcı unsur olarak taraf olmaları ile neticelenmiştir. Öte yandan, Karadeniz’de canlandırılmak istenen Pontusçuluk çabaları devam ederken, Ege adaları kıta sahanlığı, Fır Hattı veya adaların silahlandırılması gibi meselelerin sürdürüldüğü bu süreçte, Kıbrıs açıklarında enerji rezervlerinin de bulunması ile mesele içerisinde Batılıların yeniden daha aktif aktör olarak dâhil olduğu gözlemlenmektedir. Özellikle de, GKRY enerji faktörünü siyasi bir koz olarak ele almakta ve Avrupalı devletler ile sözde münhasır ekonomik bölgelerini korumak adına askeri anlaşmalar gerçekleştirmektedir. GKRY’nin Yunanistan desteği dışında sergiledği silahlanma çabaları BICC 2014 raporuna da yansımış ve GKRY’nin dünya genelinde silanlanmada ilk ona giren ülkeler arasında yer aldığı ve 9.sıradan 6.sıraya yükseldiği belirtilmiştir (Gree Report, BICC, 2014). Tüm gerçekleştirilen bu askeri ve siyasi nitelikli çabaların ötesinde bugün Rum-Yunan-Avrupa üçlüsünün Garanti Antlaşmalarının kaldırılması veya modifiye edilmesi yönünde uluslararası kamuoyunda harcadıkları çaba, adada barış ve sukünü sağlayan Türk askerinin tamamı ile Kıbrıs’tan gönderilerek, Türkiye’nin adaya olası bir anlaşma sonrasında ortaya çıkacak krizde tek yanlı müdahale hakkını engellemeye dönük bir stratejik eylem planı çerçevesinde yürütülmektedir.

İfade etmek gerekirse; tarihsel süreç içerisinde Türk ordusu hiçbir surette savaşın müsebbibi değil, bilakis barışın koruyucu unsuru olarak yer almıştır. Garanti antlaşmalarındaki konumu da bundan ötürüdür. Türk ordusunun Kıbrıs’taki bugünkü mevcudiyeti bölgesel ve uluslararası barış ve istikrarın teminatının korunması adına zaruriyettir. Özellikle de, 1974 Barış Harekâtı’ndan bu yana kuzeye geçen tek bir Rumun dahi burnu kanamaz iken, maalesef aynı durum 2003’ten beri güneye geçen Türkler için söz konusu olmamıştır. Güney’de örgütlenen Elam, Hrisi Avgi gibi devlet ve kilise destekli örgütlerin yanında 92 bin milis kuvvetin mevcudiyeti, Yunan alayının ve bunun yanında profesyonel ordu temelinde askerileşme çalışmaları, deniz alanları üzerinde SAR ve benzeri isimlerde Arama ve Kurtarma tatbikatları kullanılarak daha da askerileşen bir duruşta oldukları dikkate alındığında neden  hedef Garantilerdir?

Esasında Garanti Antlaşmasının feshi yönündeki Rum talebi Güvenlik Konseyi 1963 senesinde gündeme getirilmiştir. Ne düşündürücüdür ki 1963 senesinden beri baş gösteren bu talep bugün artarak devam eder konumdadır (Gözügüzelli, 2015, s.3). Oysa uluslararası hukuk “Garanti Antlaşması gibi sürekli bir karaktere sahip bir antlaşmanın tek taraflı feshinin mümkün olmadığını, bunun tarafların uzlaşması ile olabileceğini ortaya koymaktadır” (Zietschman, 1938, Arsava 2004). Zira Garanti Antlaşması sadece adadaki iki halkın güvencesini teminat altına almakla kalmaz, ayrıca taraf ülkelerin uluslar arası çıkarlarını da korur. Bu bağlamda, Türk-Yunan ilişkilerinde kurulan Lozan dengesinin Kıbrıs’taki uzantısı olarak da görülebilir (Gözügüzelli, 2015, s.3, Arsava 2004). Nitekim bugün halen meşru varlığını sürdüren “Garanti Antlaşması son halini Lefkoşa antlaşması ile almıştır” (Yetik,2005). Garanti antlaşmasının en önemli özelliklerinden biri de anayasanın temel maddelerinin uluslararası niteliğinin güvence altına alınmasının Türkiye, Yunanistan ve İngiltere tarafından sağlanacağını belirtmiş olmasıdır. Garanti Antlaşması Kıbrıs Cumhuriyeti’nin herhangi bir devletle birleşmesi yada taksimini de yasaklamaktadır. Ortaya konan temel hakların Garanti Antlaşması ile teminat altına alınması öngörülmüştür. Ancak Rumların 2004’te AB’ye tek yanlı girmeleri ve AB’nin de mevcut uluslararası niteliği olan Garanti antlaşmalarına aykırı davranması bize Girit örneğini hatırlatmanın ne derece ehemmiyet taşıdığını gösterecektir. 

Hakikaten de, bu noktayı açıklamak için tarihte acı örneğimiz olan Girit’i detaylandırmak ve Kıbrıs’ta bugün yürütülmek istenen politkalara bakmak yersiz olmayacaktır. Yunanlıların bağımsızlıklarından bu yana tam 196 yıl geçmesine ragmen Türklere bakış açılarında ve Hellenizm ruhunda bir değişiklik olmamıştır. Bu politika Girit’te Türklere yapılan etnik kıyımdan Batı Trakya Türklüğü, Rodos Türklüğü yada İstanköy’de olsun halen ötekileştirilen bir tutum ve gasp edilen haklarla devam etmektedir. Tıpkı dün olduğu gibi bugün de Kıbrıs Türklerine karşı sergilenen tavır gibi…

Esasen, her iki ada stratejik bütünün bir parçası gibidir. Dolayısıyla adalardan birisini elde eden güç, gözünü hemen diğerine çevirmektedir. 648 yılında Kıbrıs Adası’nı ele geçiren Araplar, Girit’e yönelmişler ve 826 yılında Girit’i almışlardır. Ardından, 760 yılında Kıbrıs’ı geri alan Bizanslılar 960 yılında Girit’i almışlardır. 1192 yılında Kıbrıs’ı ele geçiren Venedikliler, 1204 yılında da Girit’i elde etmişlerdir. Son olarak 1571 yılında Kıbrıs Osmanlılar tarafından alınmış, 1669 yılında da Girit’in fethi tamamlanmıştır. Görüldüğü gibi Doğu Akdeniz egemenliğinde ilk alınan ada hep Kıbrıs olmuştur. Girit’in bütün el değiştirmeleri çok kanlı savaşlarla olmuştur (Adıyeke,2005). Bu durum bugün Rum-Yunan ikilisinin neden ısrarla Kıbrıs üzerinde tek egemen güç olma mücadelesini yürütüklerini de ortaya koymaktadır. Megali Idea temelinde yürütülen Helenizm politikaları çerçevesinde Yunanistan 1832’de bir Krallık olarak dünya üzerindeki yerini aldığı zaman sınırlarının yüzölçümü, 47.516 Km2’lik bir alanı kapsıyordu. Bugünkü sınırları ise, 131.990 Km2’dir. Bütün bu topraklar bir damla Yunan kanı dökülmeden diplomatik entrikalarla ele geçirilmiş, adeta gasp edilmiştir. Bugün Yunanıstan’ı oluşturan toprakların, Korfu Adası hariç, tümü bir Türk devleti olan Osmanlı İmparatorluğu’na aitti (Başar,1997).

Yunanistan’ın 1821 yılında bağımsızlığını kazanmasıyla birlikte Girit’te Enosis faaliyetleri hız kazanmıştır. Yunanistan ise adaya sürekli silah ve cephane göndererek oradaki çetelere destek vermiştir. Çok sayıda Yunanlı subay Girit’e gönderilmiştir. Tıpkı Albay Girivas’ın Kıbrıs’a gönderildiği gibi… Ancak Girit’teki tüm bu isyanlar bastırılmıştır. Bu sırada Batılı devletler, bugün aynen Kıbrıs için yaptıkları gibi, konuyu bir Avrupa sorunu haline getirmişlerdir. Batı basınında Osmanlılar aleyhine yazılar yayınlanmaya başlanmış ve Batılı devletler, Osmanlı devletine protesto notaları vermek için sıraya girmişlerdir. Tüm bu protestolardan amaç, Girit Adası’nın Yunanistan’a verilmesini sağlamaktır (Tekakpınar, 1998). Gerçekten de, 1821 Yunan bağımsızlığı sonrasında 1866 senesinde büyük bir isyan olmuştur. Prof. Dr. Stanford S. Shaw Rumların Girit’te Yunan Krallığı’na katılmak için Müslüman komşularını katlettiğini yazmıştır (Gazioğlu, 2000, s.85). Ekmek fırınları içerisinde diri diri yakılan Türklerden hamile kadınların karınlarına defalarca süngü sokulmasına ve topluca kılıçtan geçirilerek yok edilmeye çalışılan bir Girit Türklüğü meselesi (Ilgar, 1967)… Bu yaşananların aynısı Kıbırs’ta Türklere karşı gerçekleştirilen saldırılarla örtüşmektedir. Aşağıdaki harita Rumların Türklere karşı tedhiş hareketleri sonucunda 1974 Mutlu Barış Harekâtına kadar olan süreçte Türklerin nasıl adanın %3’lük alanında yaşamak zorunda kaldıklarının kanıtıdır.

Girit’in de Yunanistan himayesine geçmesi başta Yunanistan’ın Girit’teki isyancılara sağladığı askeri ve silah yardımı ile hayat bulmuştur. Hedef, çıkarılacak taşkınlıklarla konuya Avrupa devletlerinin müdahalesini sağlayarak Osmanlı himayesinde olan Girit’in Avrupa koruması altına geçmesini sağlamak, Osmanlı ordusunu adadan uzaklaştırmak ve ardından adanın Yunanistan’a ilhakıdır. Bu süreçte Osmanlı idaresi iyileştirici adımlar atma yoluna belirli dönemlerde hep gitse de “Yunanistan adaya silah ve ordu göndermekten hiç vazgeçmemiştir” (Gazioğlu, 2000, p.86). Taşkınlıklar arttıkça Osmanlı’ya Avrupalıların baskılarının artması sonucu 1877-1878 anlaşmalarıyla adaya atanacak Valinin Rum, yardımcısının Türk olması, 80 üyeli meclisin 50’sinin ada Hristiyanlarından, 30’unun da ada Türklerinden seçilmesi, Rumcanın resmi dil olarak kabul edilmesi gibi siyasal ayrıcalıklar tanınması ile sonuçlanmıştır. Tıpkı Kıbrıs’ta ada Rumlarına 1960 yılında kurulan Cumhuriyet’te verilen ayrıcalıklar gibi (Tekakpınar, 1998)… Hakikaten de, Rum nüfusun çoğunluğu, oranları ne olursa olsun her iki adadaki genel meclislerde 1/3 oranı ile ifade edilmiştir. Bu oransal benzerlikten daha önemlisi Girit Meclisi’nde alınan Enosis kararları aynen Kıbrıs Meclisi’nin de gündemine girmiştir. Kıbrıs Rum cemaati, Girit’teki gelişmeleri oldukça dikkatli bir şekilde izlemiştir. Bu çerçevede Girit ayaklanmacıları için yardım hatta gönüllü dahi göndermişlerdir. Girit için dönüm noktası olan muhtariyet, Kıbrıs için de yeni bir dönemin başlangıcı olmuştur. Zira Girit’teki politikalar Yunanistan için başarılı idi ve Kıbrıs’ta da uygulanabilirdi. Enosisçiler Girit’e Yunanistan’la birleşmiş gözüyle bakmaya başlamışlardı. Bu çerçevede 1898 yılından itibaren Kıbrıs’ta da Enosis faaliyetleri hızlanmıştır (Adıyeke, 2005).

Girit hadiselerinde 1896 yılı dönüm noktası olmuştur. Halepa Paktı ile (Gazioğlu, 2000, s.94) adadan Osmanlı askeri çekilmiş ve adanın Avrupalı askerlerin himayesine girmesi vukuu bulmuştur (Ilgar, 1969). Bu dönem Girit’in Yunanlılar himayesine girişinin özerk yönetim adı ile taçlanması ile sonuçlanmıştır. Osmanlı padişahının ada üzerindeki hakları mahfuz kalacak dense de ne Yunanlılar, ne de Avrupalılar verdikleri söze uygun davranmamıştır. Adaya Yunan Prensi Yorgi vali atanmış ve dört Rum ve bir Türk’ten oluşan Danışma Meclis Kurulu kurulmuş olsa da, 1905 yılında adaya eski başbakanlardan Zaimis atanınca Enosis süreci hızlandırılmıştır. Nihayetinde 5 Ekim 1908’de Girit Meclisi Türkleri dışlayarak adayı Yunanistan’a bağladığını bildirmiştir. Osmanlı bu ilhaka karşı çıksa da, Avrupalılar (İngiltere, Fransa, Rusya ve İtalya) hemen ilhakı tanıyarak askerlerini tahliye etmişlerdir. Bu tahliye işlemi 27 Temmuz 1909 tamamlanarak Hanya kalesine Yunan bayrağı çekilmesi ile son bulmuş (Devlet Arşivleri Türkiye) ve 1913 senesinde Yunan ilhakı gerçekleşmiştir. Oysa bir Türk adası olan Girit’te, 1760’ta 200 bin Türk, 60 bin de Rum vardı. Göçler ve katliamlar yüzünden 40 yılda bu sayı 33 bine düştü. 1909 yılından sonra adada kalan Türkler de öldürülmüşler veya göç ettirilmişlerdir (İsmail, 1997).

Girit örneği bugün Avrupa Birliği Garantörlüğü önerisinde bulunan Rum-Yunanlı ve Avrupalıların talepleri karşısında oldukça dikkate alınması gereken bir konudur. Girit trajedisi, Kıbrıs’ta Enosis peşinde mücadele veren Rumların 1821 sonrasında ada üzerinde taşkınlıklar yapmaya başlamaları ile sonuçlanmıştır. Her iki olayın benzerlikleri, tedhişe başvurmaları ve Avrupa devletlerinin desteğini almış olmalarıdır. Her iki olay Hellenizm ülküsü çerçevesinde gerçekleşmiştir. Her iki olayda Yunanistan ve Kilisenin askeri ve siyasi desteği ile kuvvetlendirilmiştir. Her iki olayda Yunanistan’a bağlanma çalışmaları olmuştur. Bugün Kıbrıs meselesinde Yunanistan’a bağlanma meselesi olarak görülmese de Kıbrıs’ın tamamının “Rum idaresine girme ve Kıbrıs Türklerinin azınlık haklarına” mahkûm etme mücadelesi devam etmektedir. Bu süreçte Avrupa Birliği’nin, Rumların tek yanlı başvurularını dikkate alarak siyasi sorun teşkil eden ve hatta Garanti Antlaşmalarına aykırılık oluşturan bir hareketle Rumları AB’ye üye olarak kabul etmeleri Girit’te yaşananlar ile örtüşmektedir.  Tüm bunların ötesinde, bugün Rumların enerji faktörünü de koz olarak kullanarak Avrupalıları yanlarına almaları ile dengeler değiştirilmeye çalışılmakta, Türkiye ve Kıbrıs Türklerinin Doğu Akdeniz’deki egemen varlıklarının ortadan kaldırılmasını öngören siyasi duruş sürmektedir. Rumların silahlanma artışı ve sözde münhasır ekonomik bölgelerini koruma adına askeri ittifaklara gitmesi, hava, deniz ve kara üsleri teçhizatlarını kuvvetlendirmek için yıllık 320 milyon Euro bütçe ayırmaları ileriye yönelik yeni kriz süreçlerinin işareti olarak durmaktadır. Zira Yunanistan halen adanın son sürat silahlanmasına katkı koymaya fiziki ve askeri anlamda devam etmektedir.

Unutulmamalıdır ki Girit’teki politikaların Kıbrıs’a uygulanması halen mümkündür. Nasıl ki Avrupalılar Yunanlıların Girit’teki tedhişçilik faaliyetlerine seyirci kaldı, Kıbrıs’ta da bu yaşandı. Hatta Akritas Planı (tedhişçilik) ve hatta bugünki Avrupa Birliği Garantörlüğü talepleri hep Girit’teki uygulamaların adeta birer tekrarıdır. “Tedhişin çarpıtılarak propaganda haline getirilmesinde de aynı yöntem izlenmektedir. Örneğin, Girit’te Rumlar işledikleri cinayetlerin ve Ada’daki karışıklıkların nedeni olarak Osmanlı ordusunun Girit’te bulunmasının, Girit Rumlarını tahrik etmesine bağlayarak, Türk askeri adadan çekildiği takdirde adanın huzura kavuşacağını öne sürmekteydiler. Tıpkı Kıbrıs’taki Türkleri yok olmaktan kurtaran Türk ordusunun geri çekilmesini çeşitli anlaşmalarda ön koşul olarak bugün ileri sürdükleri gibi…”(Adıyeke, 2005). Girit belki özerk yönetim ile bir KKTC’nin sahip olduğu statüye varamadı. Ancak bunun Avrupa’nın koruması ve Yunanistan’ın siyasi hedeflerinden ötürü elimizden çıkmasından dolayı olduğunu göz ardı etme sebebimiz olamaz. Girit acısı yaşanmış ve Avrupalıların eli ile resmen Yunanistan’ın ilhakına müsaade edilmiştir. Bu oyunun aynısı bugün Kıbrıs’ta gerçekleştirilmeye çalışılmaktadır.  Oysa Avrupalılar ve Rum-Yunan ikilisi bilmelidir ki, Kıbrıs Türkünün yaşamsal varlık unsuru olan Garantiler ve Anavatan’ın Türk askeri ile adadaki güvencesi sürdürülecektir.  Bunu ortadan kaldırmak siyasi entrikalar ile mümkün olmayacağı gibi, Türklerin haklarına halel gelmemesi yönünde sergilenen dik duruş hem askeri, hem de siyasi alanda muhafaza edilmeye devam edilecektir.

Kıbrıs Türkleri, kendi devletine ve egemenlik hakkına sahip bir millet olarak varlıklarını KKTC’nin ilanı ile meşrulaştırmışlardır. Bu gerçek göz ardı edilemeyeceği gibi Garanti Antlaşmalarından doğan haklarımız da kazanılmış hak olarak sürmeye devam edecektir. Son söz yerine; Kıbrıs sergilenen entrikalar ile Girit gibi olmayacaktır. Kıbrıs Türkünün teminatı Avrupa/Rum-Yunan değil, bilakis Anavatan Türkiye Cumhuriyeti ve adadaki Türk ordusunun çelikleşmiş gücüdür.