Twitter
Visit Us
YOUTUBE
YOUTUBE
LINKEDIN
Share

DİN VE DEVLET

 “Laiklik asla dinsizlik olmadığı gibi,

sahte dindarlarla mücadele kapısını açtığı için,

hakiki dindarlığın gelişmesi imkanını temin etmiştir.”

Mustafa Kemal ATATÜRK (1930)

Doğaüstü güçlere dayandırılan dinler, toplumlar için kutsallık atfedilen ahlaki ilke ve ibadetler öngörürler. Din, sadece yaşadığımız hayat için değil ölümden sonraki hayat ve ilahi sistem hakkında bir iman ve inanç öğretisidir. Dünyanın genel gidişinde düşünen insan genellikle açlık, sefalet, esaret gibi zor şartlar altında mutsuz bir ortamda idi. Dünya ancak iyi bir ahret yaşamı umudu ile çekilebilir hale gelebilirdi. İşte din bugün de olduğu gibi binlerce yıl hep bu boşluğu doldurdu.  Dinler ilk anlardan itibaren doğrudan “sürü” halinde yaşayan insanların toplum haline gelmesi, üretimin sürekliliğinin sağlanması ve yaşamın güvence altına alınması için ortaya çıkmışlardır. İnsanın düşünce yapısı, her zaman toplumsal ilişkileri temel alan çıkarımlarda bulunur fakat bu çıkarımlar çoğunlukla maddi hayatın çok çok ötesinde varlık gösteren daha karmaşık ilişkilerden hareket eder. Din, bilimin toplumsal sorunlara yanıt veremediği (kuşkusuz koşulların olgunlaşması ve maddi imkânların artmasıyla bu durum değişecektir) koşullarda, bir bakıma bilimin çaresiz kaldığı ortamlarda devreye girmekte ve ruhsal açıdan boşluğa düşen insanlara yüce güçlere dayanan açıklamalar sunmakta, çıkmazlarda umut vermekte, karamsarlıkta teselli etmekte, onları ahlaken uyarmakta ve dizginlemektedir. Öte yandan, her dinin bin bir ayrıntı etrafında çekişmelere sahne olması şaşırtıcı değildir. Zaman zaman eften püften veya akademik gözükse de ayrıntılar her dinde önemlidir. Bu yüzden dinler, pek çok kilise, mezhep, tarikat ya da cemaate bölünmüştür.

Din, aynı zamanda pek çok devletin işgal ve yayılmacılık ideolojisinin ve saltanatların meşruiyet ve güç kaynağı oldu. Tarih boyunca siyasiler ve devlet tarafından din, sosyal kontrol sağlamak için entegre edici bir kuvvet ve mekanizma olarak görülmüştür. Plato, Farabi ve Machiavelli’nin eserlerinde bu düşünce izlenebilir. Nitekim Roma’nın Hıristiyanlığı kabulüne ve dünya dini haline gelmesine yol açan asıl düşünce, din vasıtası ile toplumu kontrol etmek kadar orduya asker bulmak olmuştu. Roma İmparatorluğu tüm uygar dünyayı tek bir yasa sistemi altında birleştirmeye çalışmış, Hıristiyanlık ve İslam da dünyaya Tanrı’nın evrensel egemenliğini yerleştirmeyi amaçlamıştı. Din adına pek çok insan din adamlarının buyrukları ile öldürüldü. Hatta en çok mezhep ayrılıkları nedeni ile aynı dinden olanlar katledildi, işkence gördü, hapislerde çürüdü. Ancak, Avrupa’da yaşanan Rönesans, Reformasyon ve Aydınlanma Çağı sonrası Batı dünyasında ‘akıl’ dine üstün geldi, laik devlet modeli ortaya çıktı. 20. yüzyılda ise 1979 yılındaki İran Devrimi ve Sovyetlerin Afganistan’ı işgali ile din, uluslararası ilişkilere hızlı bir giriş yaptı. ABD Dışişleri Bakanlığı tarafından insani yardım, demokratik normların geliştirilmesi, çatışmayı önleme ve güvenlik çalışmaları kapsamında dini liderlere angaje olmak bir strateji haline getirildi. Ancak, bunun arkasında ABD’nin özel çıkarları kapsamında din çevrelemesi denilen yeni bir angajman politikası vardı. Komünizmi çevrelemek için geliştirilen Yeşil (Müslüman) Kuşak Projesi’nden kullanılan radikal (silahlı) İslam’dan sonra Ortadoğu’yu demokrasi getirmek görüntüsü altında “Ilımlı İslam” modeli için Büyük Ortadoğu Projesi kurgulandı. Bu kurgunun arkasında “milliyetçi” ve Batıya itiraz eden laik rejimleri devirmek için pazarlık yapılan Siyasal İslam ile iş birliği vardı.

Bugün dünyamızda Kuzey Kore gibi ateistliği seçmiş birkaç istisna dışında bütün ülkelerin dini mirası siyasi sistemlerinde bazı izler taşır. Bu izler daha çok fiziksel sanat, ulusal takvim ve resmî tatil günlerinde belirgin hale gelir. Fransa’da laiklik ulusal kimliğin ve siyasi kültürün bir parçasıdır. Bismarck’ın bulduğu laik çözüm yüzyıl içinde tüm Avrupada laikliğin yaygınlaşmasında örnek teşkil etti. Ancak, Avrupa’da Müslüman nüfus arttıkça laik kimlik bir çözüm bulmak zorunda kaldı. Avrupalı liderlere göre bu Müslümanlar zaten kendi üstün yaşam tarzlarının bir parçası değildi ve onlarla çatışmaya girmeyecek kurumsal düzenlemelerle sorun bertaraf edilmeliydi. Bununla beraber, Hıristiyanlarla Müslümanların birlikte yaşadığı ve 170 milyon nüfusu olan Nijerya gibi ülkelerde sorunun çözümü bu kadar basit değil. Kuzeydeki Müslümanlar ile güneydeki Hıristiyanlar arasındaki gerilim laik politikalara rağmen, Boko Haram gibi bir terör örgütünün doğmasına yol açtı. Sudan’da ve Doğu Timor’da Hıristiyanlar Batının yardımı ile kendi devletlerini kurdular. Kıbrıs’ta ise tam tersi Türk tarafı asimile edilmeye çalışılıyor. Tıpkı Boşnakların bin yıllık toprakları üzerinde önce Hırvatlar ile federasyona sonra Sırplar ile konfederasyona mecbur bırakılması gibi. Sorun sadece Hıristiyanlar ile Müslümanların nasıl birlikte hoşgörü içinde yaşayacağı ile de sınırlı değil. Müslüman ülkeler içindeki farklı dini eğilimler de gittikçe daha büyük gerilimler içine giriyorlar.

Din, bir zamanlar devletlerin stratejik düşüncesinin ve kültürel çıkarlarının ana unsuru idi ancak çok seyrek olarak devlet politikasının bilinçli geleneği oldu. Devletin ana önceliği askeri ve ekonomik kabiliyetlerine göre diğerleri üzerinde kendi vizyonunu kabul ettirecek ideolojik faktörler olageldi. Ancak, dış politikada devletlerin geleneksel motivasyonları içinde din-kültür unsuru da önemli olmaya devam ediyor. Son yıllarda uluslararası ilişkiler alanında bazı bilim adamları bu eğilime post-seküler tanımlaması getirdiler. Uluslararası politikada dinin rolü ile ilgili çeşitli ve karmaşık durumlar ortaya çıktı. Öncelikle yumuşak güç diplomasisi ile bazı durumlarda din konusu da görüşme masasında kendisine yer buldu. Üçüncü Dünya ülkeleri ülke inşasında ekonomi yanında din için de bir kurucu rol aradılar. Dini NGO’lar kalkınma ve yardım işlerinde kendilerine daha fazla çalışma imkânı buldular. Küresel güvenlik tartışmaları medeniyetler ve stratejik kültür içinde dine daha çok gönderme yapmaya başladı. Müslüman çoğunluğun yerlerde çoğulculuk gibi modernite konuları ile ilgili tartışmalar yaşanıyor. Batıda örneğin İngiltere’de dinin binlerce yıllık tortusunun nereye süpürüleceği tartışılırken, İslam dünyasında din tehlikeli bir yükseliş içinde kendi yok oluşunu hazırlıyor. Bu makalede, din ve devlet ilişkilerini incelerken laik modelleri ve din kapsamında yaşanan bunalımları sorgulayacak ve elbette sözü Türkiye’ye de getireceğiz.

Devletin Meşruiyet Kaynağı Olarak Din

Eski zamanlarda düzen içinde, hanedanlar değişir, yeni gelen meşru bir sistemi kurma iddiasında olurdu. Anarşi döneminde kabileler, hanedanlıklar, imparatorluklar sürekli güç ve yeni kaynak arayışı peşinde kendilerine yeni düşmanlar bulmuş, yeni yerler işgal etmişti. Geleneksel meşruiyet anlayışında temel unsur “kutsallık” oldu.

Teokrasi tanrı rehberliğinde, resmi yetkililerin tanrıyı referans göstererek dini bir doktrin uyguladıkları bir yönetim şeklidir. Teokrasi ile tanrı devletin başı olarak tanınır ve ülke tanrının yönetiminde görülür. Devlet yönetiminde dine uygun bir hiyerarşi izlenir, bazen devlet yönetimi din hiyerarşisine tabi olmak üzere iki ayrı kol bulunabilir. Katı teokraside sivil liderin Tanrı ile kişisel ilişkisi olduğuna inanılır. Dini liderlerin devlet yönetiminde lider görevi aldığı ama tanrı ile ilişkide olmadığı yönetim şekli ise Eklesiokrasi (ecclesiocracy) olarak adlandırılır. Bunun örneği gününüzdeki Vatikan’dır.

Machiavelli, devletlerin meşruiyetini incelerken dine açıkça karşı bir tavır alır; “Dinsizliğimizin ve kötülüklerimizin sorumlusu Kilise ve onun rahipleridir” der. Din (ruhban) devletlerinin de dünyevi devletler gibi davrandığını; olayların akışından ilkesizce kendine pay çıkarmaların, hile, yasasız şiddet kullanımının din devletinde de olduğunu söyler.

Erken dönem modern siyasal kuramcılar, farklı devletlerin hükümdarlarını Tanrı korkusu dışında neyin birleştirebileceğine kafa yordular. Siyasetin belirleyici temel öğesi anarşi idi ve hala da öyledir; yani uluslar toplumunun üyelerini, kendi tebaalarından bekledikleri itaate zorlayacak tek bir yetkenin yokluğu. Böylece iki tür (meşruiyet) geçerlilik teorisi ortaya çıktı;

– Teokratik (yönetme gücünün meşruluğunun kaynağını, Tanrı ve kutsal kaynaklarda görmektedir).

– Toplum sözleşmesi teorileri.

Hugo GROTİUS ve Thomas HOBBES, yönetilenlerin onaylarının (rızalarının) toplum sözleşmesi ile alındığını iddia ederek totaliter rejime meşruluk sağlamaya çalışırken, John LOCKE ve Jean Jacques ROUSSEU ise demokratik yönetimlerle meşruluğu savunmaktadır.

Karl MARX (1818-1883), dini bağımlı bir değişken olarak tanımlamıştır, yani din, toplumsal analizin yapıtaşını oluşturan sosyal ve ekonomik ilişkilere bağlıdır. Hiçbir şey ekonomik düzenden ve kapitalistin ve işçinin üretim ilişkileriyle olan ilişkilerinden bağımsız düşünülemez. İkinci nokta da buradan hareketle açıklanır; ancak daha değerlendirmeye dayalı bir boyut içerir. Din, bir yabancılaşma biçimidir. Aslında din, kapitalist toplumdaki sömürü ilişkilerini gizlemeye yönelik bir toplumsal sakatlık/hastalık belirtisidir. Din, insanları bu tür ilişkilerin doğal, hatta bu yüzden de kabul edilebilir olduğuna razı eder.

Max WEBER (1864-1920), Marx’ı basitçe çürütmek yerine ondan ödünç alarak teori üretmiştir. Weber, toplumsal fenomenin çok çeşitliliğini vurgular; yalnızca dine bakmaz. Böyle yaparak, toplumsal yaşamın dini boyutlarını basitçe maddeciliğe dayandıran ‘refleksif materyalizm’i reddeder. Weber’in din anlayışının merkezinde yer alan şey şudur: İnsan yaşamının bu öğesi, toplumdan ve hatta dünyadan başka veya ayrı olarak oluşturulabilir.

Weber’in çağdaşı olan Emile DURKHEİM’ın (1858-1917) ise bambaşka bir başlangıç noktası vardır. Avustralya Yerlileri üzerine yaptığı totemik dini inanç araştırmasının ardından, dinin gerçekten de bağlayıcı bir etken olduğuna ikna olmuştur. Durkheim’e göre dinin yaptığı şey insanları bir arada tutmaktır.

Marks ve Engels için din, sosyal değişimi önlemek için bir afyondu. Durkheim ise dini, kolektif eylem için sosyal uyum olgusu olarak görmüştü. Tarihsel örnekler, dinin diğerleri hakkında ön yargılar üretme, otoriter rejime ve emperyal heveslere temel teşkil etmek için kullanıldığını gösteriyor. Bugün bu eğilimler hala devam ediyor.

Günümüzde devlet yönetiminin dini kurallara göre yapıldığı laik olmayan yönetim şekline teokrasi denilmektedir. İsrail gibi dini ve laik yönetimin iç içe olduğu ülkeler de vardır. ABD’de başta Utah olmak üzere bazı eyaletlerin teokrasi uyguladıkları eleştirisi yapılmaktadır. İslam dünyasında ise sıkı İslam hukuku (Şeriat) uygulayan ülkeler arasında Yemen, Afganistan, Somali, Sudan, Suudi Arabistan, Moritanya, Umman ve İran bulunmaktadır. Nijerya’da ise anayasa ile şeriatı seçmek bir seçenek olarak bırakılmıştır. Suudi Arabistan ve İran’da dini polis teşkilatı bulunmaktadır.

Teokratik teoriler, yönetme gücünün meşruluğunun kaynağını, Tanrı ve kutsal kaynaklarda görmektedir. Kendi inanç sisteminin mükemmel olduğuna inanan sistem, akla dayalı eleştirileri devre dışı bırakmakta, kendi inanç sisteminin kapsadığı her şeyi doğru, dışındakileri yanlış kabul etmektedir. Büyük inanç sistemlerinin geliştirdikleri hukuk düzenleri ve kurallar, ortaya çıktığı zamanın şartlarına göre, o zamanın sorunlarını çözmek üzere geliştirilmiş olan düzenlemelerdir. Hukuk sistemi inanca bağlı olduğunda kutsallaşıp, tabulaşmakta, eleştirilememekte ve değişen şartlara ayak uyduramamaktadır.

Dinin Dinamikleri

Westphalia düzenine uygun, tarihsel kökleri olmayan modern devletler oluşmaya çalışırken, Ortadoğu toplumlarının Darülislam kavramı açmaza düşmüştü. Pan-Arapçıların amaçladıkları devlet, birleşik bir Arap ulusu, tek bir etnik, dilsel ve kültürel bir yapıydı. İslamcılık yani Siyasal İslam ise modern Arap kimliği olarak ortak bir din anlayışında dayanılmasında ısrar ediyordu. Ortadoğu’daki laik ve milliyeti liderler, Batının İslamcıları daha pratik bulması nedeni ile Arap sosyalizmi ve Sovyetlere yakınlaştılar. Bu bölünmenin temelinde İslam vizyonu değil, ulusal çıkarlar vardı.

Devlet adamları stratejik çıkarlarının olduğu ülkeler ve bölgelerdeki dini özellikleri anlamak için düzenli olarak gayret sarf etmelidir. Küresel seviyede dini dinamikler dört kategoride ele alınabilir:

(1) Çarpışma dinamiği; Modern siyasi düzende laik ve dini kesimler resmi olarak ayrılmıştır. Kökleri kilise ve devletin ayrıldığı Westphalian döneme kadar geri giden bu anlayışa göre din, devlet egemenliğinin altında ve onun içinde, sivil hayatın hizmetindedir.

(2) Çarpışma (birleşme) dinamiği; Laiklik ve din kaynaklarının siyasi bir kültür oluşturulması için birleştirilmesidir. Avrupa’daki çatışma ve ayrılmadan farklı olarak, ABD’de din kaynakları ve devlet sürdürülebilir bir Aydınlanma laikliği için birbirine katkıda bulunur. Din, vatandaş özgürlüğünün ifadesi ve ülke ve toplum inşasında bir sosyal sermaye şekli olur.

(3) Zorlama dinamiği; Dini aktörlerin devlet şiddeti ve tehdidi ile kamu alanında hedef alınması ve çıkarılmasıdır. Bu daha çok hızlı modernizasyon isteyen gelişmekte olan ülkeler ve Komünist ülkelerde rastlanan bir dinamiktir. Zorlayıcı laikliğe, genellikle siyasi otokrasi ve askeri yönetim tarafından başvurulur.

(4) Kısmen sahiplenme dinamiği; Tek bir din geleneğinin konseptleri, kurumları ve yasalarına göre kurulmuş bir siyasi kültürde, zorlama yerine seçilmiş düşünceleri sisteme entegre ederek siyasi şiddet olasılığını azaltmayı amaçlar. Özellikle İslam dünyasında siyasi ve kültürel birliğin sağlanmasında çoğunluğun kabul ettiği dini gelenekler kullanılır. Böylece Suudi Arabistan’da mutlak monarşi, İran’da din adamları oligarşisi ve Endonezya’da demokrasi kendine uygun siyasi kültür yaratmaktadır.

Mısır’da, 1950 ve 1960’lardakine benzer şekilde, 2011 yılında siyasi değişim için din adamları tekrar önemli roller oynamaya çalıştılar. Mısır’da başlangıçtaki zorlama dinamiğinden çarpışma dinamiğine geçilmiş ancak sahiplenme dinamiğinin sonuçlarından korkan askerler, tekrar zorlamaya dönmüşlerdi.

Batıda Laikliğin Gelişimi

Laiklik (Fransızca’da Laicite) veya Laisizm, devlet yönetiminde dinin veya dinsizliğin referans alınmamasını ve devletin din veya dinsizlik karşısında tarafsız ve tepkisiz olmasını savunan ilkedir. Fransızca’dan Türkçe’ye geçmiş olan “laik” sözcüğü, “din adamı olmayan kimse; din adamı dışında kalan halk” anlamına gelen Latince “laicus” sözcüğünden gelmektedir. Ayı terimin İngilizce karşılığı ise “secularity” olup, din ve devlet işlerinin ayrı tutulması anlamına gelir. Sekülerizm, Türkçeye lâiklik, çağdaşlaşma veya dünyevileşme olarak üç farklı terimle çevrilebilmektedir.

Devlet ve din arasındaki ilişkilere bir temel sağlayan laiklik, bu ilişkiler açısından üç özellik gösterir:

(1) Devlet dine bağlıdır (teokrasi, Tibet).

(2) Din devlete bağlıdır (imparatorluk, Bizans, Osmanlı, İngiltere, Rusya).

(3) Her ikisi de özerktir (demokrasi, ABD, Avustralya, Belçika).

Laikliğin felsefi temelleri; Rönesans, Hümanizm ve Reform hareketleri ile bu akım düşünürlerinin eserlerinde kaynaklarını bulur. Rönesans, skolastik öğretileri yıkıma uğrattığı gibi canlandırdığı hümanist ve akılcı akımları, Avrupa ülkelerinin 18. Yüzyıl Aydınlanma Çağı düşünürlerine miras bırakarak ve kökleri M.Ö. 6. Yüzyıla kadar dayandırılan Hümanizm’in tekrar canlanmasını hazırlayarak insan aklına duyulan ilgi ve saygının başlatıcısı oldu.

Eski çağlardan beri din, insanların günlük yaşamında, toplumsal düzende ve devlet yapısında etkin bir unsur oluyordu. Din adamları Hıristiyan dininin kurallarına göre insanların yaşamını yönlendiriyorlardı. Zamanla değişen ve gelişen ticaret ilişkileri, kentlerin zenginleşmeye başlaması, Hıristiyan olmakla birlikte ayrı mezheplerden olanların çoğalması gibi etkenler Hıristiyan dininin dönemin yeni koşullarına göre gözden geçirilmesini gerektirdi.

1789 Fransız Devrimi’nden sonra laiklik yavaş yavaş devletin bütün kurumlarında ve toplumda kendini kabul ettirdi. Fransız Devrimi sonrasında, Roma Katolik Kilisesi’nin Fransa’daki dini uygulamalarında bir düşüş meydana geldi. Bu yüzyılda Fransa’da Roma Katolik Kilisesi’nin karşılaştığı en önemli akımların başında Pozitivizm ve Rasyonalizm gelmekteydi. Fransa’da Kilise ile Devlet’i birbirinden ayıran Sekülerizasyon Yasası ise 1905 yılında çıkarıldı.

Laiklik, yaygın söylenişi ile, devlet ve dünya işlerinin birbirinden ayrılması; bir başka deyişle, devlet ve kamu etkinliği alanının din alanındaki kuruluşların yetkesinden bağımsız kılınması, birbirine karışmamaları anlamındadır. Laik devlette, bireyler dinsel inanç ya da inançsızlıktan, dini buyruklarını yerine getirmemekten dolayı kınanmazlar, ayrımcılık görmezler, serbestçe ibadet ederler ya da ibadete zorlanmazlar. İbadet özgürlüklerinin çerçevesi de kamu düzeni anlayışıyla çizilmiştir. Batı’da, önce Fransa’da yeşeren ve oradan yayılan laiklik, Rönesans ve Aydınlanma Çağı’nın bir ürünüdür; özellikle Katolik Kilisesi’nin merkezi ve baskıcı yapısına karşı duyulan tepkiden doğmuştur.

Harita 1: Dünyada Laiklik

Din ve Devlet

Amerika’nın kurucu ataları (George WASHİNGTON, Benjamin FRANKLİN, James MADİSON, John ADAMS, Thomas JEFFERSON) Kilise ve devlet ayrılığından yana idi. 1787 tarihli Anayasa’da Tanrıya yapılmış hiçbir atıf yoktu. ABD’de devlet kesesinden dini okullarla yardım mümkün değildir. ABD Başkanlarının konuşmalarında sık sık dine atıf yapılması ise eski bir geleneğin uzantısıdır. Özellikle tanrısal egemenlik anlayışına dayalı mutlak monarşilere karşı çıkan ve kapitalist değerlerin yaygınlaşmasında somut çıkarları olan orta sınıflar, egemenliğin kaynağının ve kullanılmasının dünyevileştirilmesini (milli egemenlik ilkesi) ve toplumdaki değer yargılarının dinsel temellerden uzaklaştırılarak laikleştirilmesi sürecini başlattı.

Din ve Devlet İlişkileri

Teorik olarak, devlet dini olabilir ama halkı laik olabilir ya da tam tersi devlet laik ama halkı dini olabilir. Laik devlet için halkın dini olduğu örnekler olarak ABD, Türkiye ve Hindistan sayılabilir. Anayasal olarak dini olmakla birlikte halkın seküler olduğu devletler arasında Danimarka ve İngiltere örnek verilebilir. Karmaşık modern batı demokrasileri içinde devletlerin iki seviyede sekülerleşme sürecinden geçtiği görülmektedir. İlki ulusal seviyedeki sekülerleşme yani devlet organları ve hükümet seviyesinde olandır. İkincisi ise toplumun sekülerleşmesi yani insan bilincinin, inancının sekülerlik seviyesinin artırılması, nüfus içindeki davranış ve aidiyetin seküler geliştirilmesidir.

Devlet ve din ilişkilerinde üç model ortaya çıkmış durumdadır.

            – Seküler-laik konseptin ileri uygulamalarına göre; din kamu alanından yasaklanmalı, özel alanda bırakılmalıdır. Devlet dini destekleyemeyebilir ve din ile ilgili yasaklar kamu alanına girmedikçe söz konusu değildir ve her dine eşit davranılır. Din, siyasi ifade özgürlüğüne sahip değildir ve devlet politikasını etkileyemez. Bu modelin klasik örneği olan Fransa, 2004 yılında bir kanunla kamu okullarında dini sembollerin kullanılmasını yasakladı. Bu yasağa İslam’ın başörtüsü de dâhildi. Dini elbise ve sembol yasağı çoğu diğer Avrupalı yasakların aksine, sadece Müslümanlara değil tüm dinlere yönelikti. Başka biri bunu dini özgürlüğü yasaklamak olarak görebilir ama Fransa perspektifinden dini semboller dinin saldırgan yüzünü temsil ediyor ve kamu alanında yer almayacak, özel bir konu olabilir.

            – İkinci model, din ve devletin mutlak ayırımıdır. Dine devlet desteği gibi müdahalesi yani sınırlama getirmesi de tamamen yasaktır. Burada dinin kamu alanındaki işlevi ve kamu politikalarına etkisi tartışmalıdır. ABD’de çoğu kişi dinin kamu hayatında rolü olduğuna inanıyor ama tartışma daha çok toplumda oynaması gereken role ilişkindir. Siyasi konuşmalarda kullanılan dini referanslar genellikle uygun bulunmakla birlikte, bunun herhangi bir din ya da dini azınlık grup üzerinde avantaj veya baskı oluşturmasına karşıdır. Bununla beraber, Jeffersoncıların kilise ve devlet arasındaki ayırım yaklaşımının politika ve din ilişkilerine de getirilmesini isteyen bir grup da vardır.

            – Son olarak tarafsız model; hükümetin tüm dinlere eşit davranması gerektiği esası üzerine kurulmuştur. Devlet, eşitlik prensibi dâhilinde din işlerine karışabilir. Tüm destek ve sınırlamalar eşit olmalıdır ve bu politika süreci, dinin politikayı etkilemesi açısından da aynıdır.

Bazı akademik çalışmalar ise sekülerliğin siyasi alanda tıpkı dinin işlevleri gibi kullanıldığını iddia ediyor. Sekülerliğin işlevi toplumun dini olarak farklı kesimlerini bir arada huzur içinde tutmak kadar, devlet ve dünya işlerinde Tanrının kitabını değil, aklın esaslarını uygulamaktır. Liberal demokrasilerde sekülerizm, çok kültürlülük probleminin çözümü iken İslam ülkelerinde bu zayıflık olarak görülebilmektedir.

Yukarıdaki modeller Liberal okula aittir, Komünist ve Faşist bir rejimde din hem kamu hem özel alanda yasaktır. Hükümetlerin din politikası ile diğer karmaşıklık dini desteklemesi ya da yasaklaması ile ortaya çıkan gerginliklerdir. Bir dine verilen destek amacının takibi yönünden kontrol gerektirir. Öte yandan, bu destek dini devlete bağımlı hale getirir. Dini faaliyetleri kontrol etmenin en iyi yolu desteklemek de olabilir, böylece hükümet bir kontrol mekanizması kurmuş olur. Örneğin dini eğitime verilen destek, bu eğitimde neyin öğretileceğine etki etme ve öğretmenleri seçme fırsatı da verir.  Benzer şekilde bir dini kurumu destekleyerek resmi bir yapı kurar, kurum içi tayin ve çalışma sistemini düzenleyebilirsiniz.

Türk Laikliği

Batı’da laiklik sorunu yüzyıllar boyu süren bir gelişmenin sonunda çözülmüş ve üstelik sosyal bir onaya da kavuşmuş ve kökleşmişti. Türkiye’de laiklik batıdaki çağlar içindeki evrimleşmenin aksine bir devrim ile ortaya çıktı ve bu devrimi sahiplenenlerin hala düşmanlarından kurtulma görevi vardır. Türk devrimi esnasında böyle bir seçenek olmadığından tepeden yapılmasından başka çare yoktu, mevcut şartlar laikliği dayatmıştı. Kendi temelini ‘bilim’e, ‘akla’ ve özgürlüğe dayandırma iddiasıyla sahneye çıkanlar dinin dünyasal ilişkilere uzanan alanını daraltmak zorundaydılar; siyasi eylem alanını genişletmek için bu şarttı. Ancak bu yapılırken din kurumunu büsbütün kaldırmak ya da özünü değiştirmek, kimsenin aklından geçmemiştir. O kadar ki, din, inanç olarak bireyin vicdanına bırakılırken; genel din hizmetlerinin yerine getirilmesi de eskisi gibi bir kamu hizmeti niteliğinde görülmüş ve devletçe bir görev olarak üstlenilmiştir. Diyanet İşleri Başkanlığı bunun sonucudur.

Fransa örneğine dayanan ve Aydınlanma sonrası ortaya çıkan laik köktenciliği esas alan Türk laikliği, bunu yeni resmî ideolojinin bir diğer temel dayanağı olan bilimselliğin belirlediği bir ahlak ile pekiştirerek kendine has bir yorum yaratmıştır.

Atatürk’e göre, lâiklik, yalnız din ve dünya işlerinin ayrılması demek değildir. Tüm yurttaşların vicdan, ibadet ve din özgürlüğü de demektir.

1923 Devrimi’ni yapanlar, Batı dünyasında olup biteni biliyorlardı. Öte yandan kendi ülkelerinde farklı bir dinsel ortamın da bilincindeydiler; İslam, Hıristiyanlıktan farklı olarak, ne din-dünya işleri ayrılığını tanıyor ne de din-devlet ayrılığını, yalnız Tanrı-insan ilişkisi değil, insanlar arası ilişkiler hakkında da yasaklar ve kurallar koyuyordu. Kutsal olan bu kurallar toplum yapısından, iktisadi yapıya ve kültüre değin tüm bünyeye işlemişti. Ortaçağ toplumunun ihtiyaçlarına uygun düşen bu kurallar, modern toplumun gereklerinde ters düşüyordu. İslam dünyası bir reform ve Aydınlanma Çağı yaşamamıştı. Ancak Aydınlanma Çağı’nın akılcı düşüncelerinden etkilenen bazı ileri gelenler dinin devlet yönetiminden uzaklaştırılması gerektiğini, laik eğitimi ve ibadet dilinin Türkçeleştirilmesi gibi fikirleri öne sürmeye başlamışlardı ve bu isimler (Abdullah CEVDET, Celal NURİ, Ziya GÖKALP) radikal Cumhuriyetçi kadroları da etkilemişti.

Laik toplum ve devlet yapısına verdiği önemle Ziya GÖKALP, Fuat KÖPRÜLÜ, Atatürkçü düşünceyi edebiyat alanına kazandıran Falih Rıfkı ATAY, Türk Hümanizmi eseri ile Suat SİNANOĞLU, Atatürk döneminin Millî Eğitim Bakanı ve Dünya Klasiklerinin Türkçeye çevrilmesini sağlayan Hasan Ali YÜCEL ve Köy Enstitüleri alanındaki üstün çalışmaları ile bilinen İsmail Hakkı TONGUÇ, “Türkiye’de Çağdaşlaşma” kitabı yazarı Niyazi BERKES, daha gerilere gidilecek olursa Yunus EMRE gibi tarihi kişilikler Türkiye’de hümanist değer yargısının gelişmesine rehberlik eden saygın düşünürler oldular.

Din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması yolunda hukuk alanında yapılan devrimler ve yenilikler, Cumhuriyet döneminin en önemli çağdaşlaşma hamleleri olarak ceza hukuku ve medeni hukuk düzenlemeleri ile gerçekleştirildi. Kadın veya erkek, kişisel kanaatlerine bağlı olmaksızın tüm vatandaşların eşit yasal haklara sahip olmaları ve hukuk birliğinin tesis edilmesi bu alanlardaki düzenlemeler ile gerçekleştirildi. Gerçekleştirilen hukuk devrimi ile 19. Yüzyıldan beri devam eden Anayasallaşma süreci tamamlanmış olup hem hukuk hem de eğitim alanlarında Tanzimat ile birlikte oluşturulan ikili yapılara son verildi ve Çağdaşlaşma süreci temellerine oturtuldu.

Makalenin devamı ve geniş versiyonu için;

https://www.academia.edu/103186800/Din_ve_Devlet