Twitter
Visit Us
YOUTUBE
YOUTUBE
LINKEDIN
Share

SAVUNMA SANAYİNDE 1900 YILINDAN 2025’E DEĞİŞTİREMEDİĞİMİZ DÖNGÜ

Bir ülkenin güvenliğini sağlayan en önemli baş aktörü, o ülkenin gelişmiş ekonomik ve bilimsel-teknolojik gücünün desteklediği askeri gücüdür. Askeri güçten beklenilen “ülkenin güvenliğini sağlama” görevi ise “caydırıcı güç” olabilme yeteneğine bağlıdır. Bu da ancak, kendi kendine yeterli ileri teknolojik seviyeyi yakalamış savunma sanayi ile mümkün olabilir.

Geçmişten günümüze, 1900’lü yıllardan 2025’e, savunma sanayinde neredeyiz? Tarihimizden örnekler vererek konuyu anlatmaya çalışalım.

Türk Donanması, II. Meşrutiyet’in ilânından Balkan Savaşı sonuna kadar, bir savaş gücü değildir, eğitim donanması olmaktan öteye geçemez. Donanmayı kalkındırmak için devletin malî gücü yetersizdir. Avrupa Devletleri de gücün oluşmasını engeller, yardım etmez.

Kuvvetli bir donanmaya sahip olmak, herkeste ortak fikir haline gelir. Bu amaçla, 19 Temmuz 1909’da Donanma Cemiyeti kurulur. Yardımlar toplanır, hükümet de on yıllık bir program hazırlar ve bunun gerçekleşmesi için gerekli 5.000.000 liranın on yılda kullanılması için Maliye Nezareti’ne görev verir. Ayrıca 28 Şubat 1910’da meclis, bu amaçla kibrit ve sigara kâğıdı imtiyazını Donanma Cemiyeti’ne verir. İkramiyeli donanma piyangosu düzenlenir, kurban derileri ile fitre ve zekât paralarının da bu cemiyete verilmesi teşvik edilir. Ayrıca Osmanlı Bankası’nda, saklı bulunan mücevherler satılmak ve paraları cemiyete verilmek üzere alınır ve bunların satılmasıyla elde edilen para miktarı 1.710.229 altın lira tutar.

Bundan sonra, parası Cemiyet tarafından ödenmek üzere diğer ülkelerden gemi alınmasına girişilir. İtalya’da yapılmakta olan bir zırhlı kruvazörünün satın alınmasına talip olunmuşsa da pazarlıkta anlaşma sağlanamaz ve 10.000 tonluk gemi (Averof) Yunanlılar tarafından satın alınır.

Osmanlı Hükümeti, modern savaş gemisinin tedarik edilememesi nedeniyle, Alman Donanması’nın yedeğe ayırdığı 20 yaşındaki iki savaş gemisini Ağustos 1910’da satın almak zorunda kalır. Yunanlılar, Averof gibi yeni bir gemiyi alırken, Türk Donanması da Barbaros Hayrettin ve Turgut Reis adlı iki eski gemiye sahip olur. Bunun ardından Almanya’dan henüz bir yaşında olan dört muhrip de satın alınır ve bunlara Yadigâr-ı Millet, Gayret-i Vatanîye, Nunumey-i Hamiyyet, Muavenet-i Millîye adları verilir. Taşıt gemisi olarak da İngiltere’den üç gemi tedarik edilir.

Yunanlılar, aldıkları Averof’tan başka İngiltere’den de altı muhrip gemi tedarik eder. Bu suretle hafif kuvvetler bakımından da Türk Donanması’na karşı bir üstünlük sağlamış olurlar. Osmanlı Donanması alınan gemilere rağmen yeterli güce ulaşamaz.

Bu nedenle, 1911 yılında 23.400 tonilatoluk bir muharebe gemisinin İngiltere’de yaptırılması konusunda anlaşmaya varılır ve adı Reşadiye konur. Ayrıca 20 Ocak 1913’te çıkarılan geçici bir kanun ile bir muharebe gemisinin daha satın alınması kararlaştırılır ve adına Sultan I. Osman denir.

28 Şubat 1909 tarihli kanunla, bahriyeye ayrılan on yıllık olağanüstü tahsisat ile, yukarıda adı geçen sipariş ve satın almalardan başka İngiltere’ye Fatih adında bir muharebe gemisi, iki adet büyük muhrip, altı muhrip ve iki denizaltı; Fransa’ya da altı muhrip ve iki denizaltı sipariş edilir. Fakat bu gemilerin hiçbiri Osmanlı Hükümeti’ne teslim edilmez ve birinci Dünya Savaşı arifesinde, bunlardan iki muharebe gemisine, son taksitleri ödenmiş olduğu halde İngilizler tarafından el konulur.

Sonuç olarak, Türk Donanması gemi kapasitesi, personel sevk ve idare bakımlarından, eski haliyle herhangi bir savaşın kaderine olumlu şekilde etki yapabilecek bir güçte değildir. Her ne kadar Meşrutiyet’le beraber Balkan Savaşı’na kadar ve sonrasında, Donanma’nın kalkındırılması için büyük gayret gösterilmiş ve fedakârlıklara katlanılmışsa da bir deniz kuvvetinin pek kısa bir zamanda meydana getirilmesi zordur.[1]

Hava Kuvvetleri açısından da durum farklı değildir.

Balkan Savaşı’ndan sonra gerek Kara gerek Deniz ve Hava Kuvvetleri’nin yetersizliği bütün çıplaklığıyla görülmüştür. Bu nedenle Silahlı Kuvvetlerin yeniden teşkilatlanma ve modernizasyonu için paraya fazlasıyla gereksinim vardır. Kaynak için Fransa’ya baş vurulur ve borç para istenir. Ancak Fransa borç para verirken, bu paraların bir kısmıyla Fransa’dan uçak vs. gereç alınmasını şart koşar.

Fransa’dan 4 Haziran 1914’te altı Gordon, 9 Temmuz 1914’te altı Moran ve üç çift satıhlı Ferman uçağı satın alınır. Bu sırada Avusturya-Macaristan Veliahtı öldürülmüş ve Avrupa devletleri birbirine girmiştir. Osmanlı Devleti de Almanya’ya yanaşmaya başladığından Fransa’dan satın alınan uçaklar Türklere verilmez. Böylece Hava Kuvvetleri’nde başlayan modernizasyon faaliyeti son bulur.

Türk Hava Kuvvetleri, ancak 1916 yılında toparlanabilmiş, etkili olarak görev yapabilecek duruma gelmiştir. Bu yılda, Hava Kuvvetleri’nin genel mevcudu 90 uçak, 81 pilot ve 58 rasıt (gözetleyici)’tır. Mütarekenin imzalanmasına (30 Ekim 1918) kadar bu durum, biraz azalma ve çoğalma ile devam ettirilir ve bu dönemde havacılığın idaresine Almanlar hâkim olur. Hava Kuvvetleri’nin idaresi için kurulan Kuvay-i Havaiye Müfettiş-i Umumiliği (Hava Kuvvetleri Genel Müfettişliği) kadroları tamamıyla Alman personeli ile doldurulmuştur.

İşgal döneminde, İstanbul’a giren İngiliz ve Fransızlar ilk iş olarak Yeşilköy kuzeyindeki Safra Köyü yanında bulunan Tayyare İstasyonuna el koyar.

Anadolu’da millî hareketin başlamasıyla birlikte 1920 yılının ilk aylarında, İstanbul’da bulunan hava birliğinin, millî mücadele hareketinin aleyhine kullanılmak istenmesi üzerine burada toplanan hava subayları uçaklarıyla Anadolu’ya katılmak istemişlerse de uçaklarının arıza yapması dolayısıyla başaramazlar. Bunun üzerine hava subayları, personel, toplu ve bağımsız olarak Anadolu’ya katılmaya başlar. Millî Ordu’nun hava teşkilâtı, ancak Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin açılmasından sonra, Anadolu’da kalan uçak enkazı üzerine kurulmaya başlanır, geliştirilir.[2]

Mustafa Kemal ATATÜRK döneminde, her alanda olduğu gibi savunma sektöründe de büyük bir atılım içine girilir. Ordu, yeniden teşkilatlanır, modernizasyonuna önem verilir. Fakat arkası gelmez. 1939 yılından itibaren, ekonomik ve siyasi nedenler öne sürülerek işin kolaycılığına kaçılır; “ülke kaynaklarına dayanan savunma sanayi anlayışı” terk edilir, dışa bağımlılık gittikçe artar. Bunun savunma ve güvenlik alanında yarattığı zafiyet günümüze kadar devam eder.

Yakın tarihimizde, 1974 yılında gerçekleştirilen Kıbrıs Barış Harekâtı nedeniyle Türkiye’nin ve Türk Ordusunun karşı karşıya kaldığı ambargo, dışa bağımlılığın yarattığı zorluklar, sonrasında savunma sanayindeki atılım çabaları (TUSAŞ, ASELSAN, HAVELSAN, ROKETSAN vb.) bilinen bir gerçektir. Ancak yetersizdir. Çünkü aynı düzeyde, arzu edilen oranda bilimsel-teknolojik güçte gelişme sağlanamaz. Siyasi amaçlar ön plana çıkar, yeterli kaynaklar zamanında aktarılamaz, savunma sanayi projelerinin yönetiminde aksaklıklar yaşanır.

Yıl 2025, gelelim günümüze.

Türkiye’nin, bütün eksikliklerine rağmen savunma sanayinde büyük bir aşama kaydettiği bir gerçektir. Bununla birlikte hala yetersizlikleri, çok kritik alanlarda dışa bağımlılığı devam etmektedir.

NATO ülkesi olan ABD tarafından, yine NATO ülkesi Türkiye’ye, S-400 gerekçesiyle, ABD Kongresinde 2017’de onaylanan ve 7 Nisan 1921’de başlayan CAATSA[3] yaptırımları uygulanmaktadır. Diğer NATO ülkeleri de yıllardan beri doğrudan veya dolaylı yollarla ambargo, kısıtlamalar uygulayarak Türk Silahlı Kuvvetlerinin modernizasyonu engellemektedir.

ABD, F-35 projesi kapsamında Türk Hava Kuvvetleri için üretilmiş olan uçakları, parası ödendiği halde vermemektedir. Bu projede ortak üretime dahil olan Türk savunma şirketleri, projeden dışlanmış, zarara uğramıştır. Yeni F-16 ve diğer uçakların tedarikinde sorunlar bulunmaktadır. İlgili ülkeler çeşitli bahanelerle tedariki sürekli geciktirmektedir.

Prototipini üretip geliştirmeye çalıştığımız “Millî Muharip Uçak Kaan” için, yerli üretim gerçekleşinceye kadar alımı planlanan motorun lisansı ABD tarafından engellenmektedir. Sonuç olarak, Türk Hava Kuvvetleri uçak filosunu modernize edememekte, 4’üncü nesil uçaklarla uçmak zorunda kalmaktadır.

Savunma alanında, ambargolara ve çeşitli yaptırımlara karşı karşıya kalmamız yeni bir olgu değildir. 18’inci yüzyıldan günümüze yukarıda sadece örnekleri verilen yüzlerce alınacak derslerle doludur.

Emperyalist ülkeler, savunma ve diğer alanlarda ilk önce sizi bağımlı kılar, yeni geliştirdiği bir teknolojiyi size vermez. İstediği zamanda da ambargo ve çeşitli yaptırımlar uygulayarak ekonominizi, savunmanızı zor durumda bırakabilir.

Savunma sanayi, ihtiyaç duyulan caydırıcı askeri gücü sağlayacak ve idame ettirecek önemli bir sektördür. Bu sektör, kritik ihtiyaç alanlarında ülkenin üretim kaynaklarına dayanmalı, siyaset üstü olmalı ve ülkenin savunma stratejisi ile uyumlu olacak şekilde daima geliştirilmelidir. Aksi taktirde, dışa bağımlılığın savunma gücünde oluşturacağı hassasiyet, olumsuz sürekli bir kısır döngü haline gelebilir. Bu durumda, askeri gücün caydırıcı etkisi zamanla ortadan kalkar.

Türkiye, savunma sanayinin kritik alanlarında kendi kendine yeterli olmak zorundadır.

Kaynakça:

[1] Em. General Selâhattin Karatamu, Hülya Toker, Türk Silahlı Kuvvetleri Tarihi, III Cilt 6’nci Kısım (1908- 1920), Genelkurmay Harp Tarihi Yayınları, Ankara, 1996, s. 292-297

[2] Em. General Selâhattin Karatamu, Hülya Toker, Türk Silahlı Kuvvetleri Tarihi, III Cilt 6’nci Kısım (1908- 1920), Genelkurmay Harp Tarihi Yayınları, Ankara, 1996, s. 303-308

[3] CAATSA: ABD’nin Hasımlarıyla Yaptırımlar Yoluyla Mücadele Yasası