Twitter
Visit Us
YOUTUBE
YOUTUBE
LINKEDIN
Share

23 Haziran 2016 tarihinde İngiltere’de yapılan referandum neticesinde İngiliz halkı tahminlerin ve beklentilerin tersine Avrupa Birliği’nden ayrılma kararı verdi. 8 Kasım 2016 tarihinde Amerikan halkı yeni başkanlarını belirlemek için sandıklara gidip, öncesinde yapılan seçim yoklamalarının tahminlerine ve beklentilerin tam tersine, “Önce Amerika” diyerek globalleşmeye karşı çıkan ve korumacı politikalar uygulayacağını ilan eden Cumhuriyetçi aday Donald Trump’ı seçerek göreve getirdi. 17 Ocak 2017 tarihinde ise Dünya Ekonomik Forumu’nun Davos’taki toplantısına katılan Çin Devlet Başkanı Xi Jinping yaptığı konuşmada globalleşmeyi, liberalleşmeyi, serbest ticaret ve yatırımı savundu.

2016 yılı dünyada artık farklı bir şeylerin oluştuğunu gösteriyordu. Köhne sömürgeciler, kadim liberaleşme ve globalleşme yanlıları buna karşı çıkarken, bazı eski sömürgeler liberalleşmeyi ve globalleşmeyi savunuyorlardı. Belli ki, bir şeyler artık değişiyordu. Oysa önceleri, köhne sömürgeciler sadece sözle değil, kanla, demirle, topla, tüfekle dünyanın geri kalmış bölgelerini talan edip, ham madde kaynaklarına el koymuşlar, getirdikleri tüketim maddelerini satmışlar, dinlerini, kültürlerini ve hastalıklarını bırakmışlardı. Bunun adı ‘uygarlık götürmek’ idi. Uygarlık götürdükleri Afrika’daki kolonilerden de yakaladıkları insanları yuvalarından ve yurtlarından koparıp, Paris’te, Londra’da ve başka şehirlerde oluşturdukları ‘insanat bahçelerinde’ teşhir ederek tatmin olmuşlardı. Günümüzde artık ‘insanat bahçeleri’ düzenlenmiyor; günümüzün moda deyimi ise ‘uygarlık götürmek’ yerine ‘demokrasi götürmek’.

1780’lerde İngiltere’de suyun ve buhar gücünün makinelerde kullanılmaya başlamasıyla kendini gösteren Sanayi Devrimi (Birinci), sadece insan ve hayvan enerjisinin kullanıldığı önceki üretim süreçlerine oranla, çok büyük bir verimlilik artışıyla birlikte bir üretim fazlası yaratmıştı. Bu üretim fazlası bir taraftan bunların satılması için dış pazarlara olan ihtiyacı artırırken, diğer taraftan bu üretimi besleyecek ham madde kaynaklarına sahip olmayı da gerektirdiği için, dünyanın emperyal işgali ve emperyalist devletlerarasında da paylaşımı neticesini doğurmuştu.

Bu oluşumun ideolojisi ise ‘laissez faire, laissez passer’ (bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler) sloganı ile özetleniyordu. Yani emperyalizm karşısında hiçbir engel istemiyordu, hiçbir kural tanımıyordu. Teknolojinin sağladığı güç ile ilkel üretim tarzlarını ve ürünlerini piyasadan kovuyor, girebildiği her coğrafyada üstünlüğünü kabul ettiriyor. Direnme ile karşılaştığı yerlerde ise zora başvuruyor, kan ve demir politikalarıyla hâkimiyetini kabul ettiriyordu. Sonuçta, Büyük Britanya en geniş olduğu 1920 yılında 35,5 milyon Km2 ile dünyanın toprak alanının % 23,84’ünü kaplıyordu. Rus İmparatorluğu en geniş olduğu 1895’de 22,8 milyon Km2 ile 15,31’ini, Fransa 1920’de 11,5 milyon Km2 ile yerkürenin % 7,72’sini, Almanya ise 1912’de 3.2 milyon Km2 ile %2,2 sini kaplıyordu. Birinci Sanayi Devrimi’nin öncü gücü İngiltere çok önemli bir üretici ülke idi. 1900’lerin başına doğru, İngiltere dünya sanayi üretiminin %24’ünü, ABD %19’unu, Almanya %13’ünü, Rusya %9’unu ve Fransa %7’sini karşılıyordu.

(https://en.wikipedia.org/wiki/Second_Industrial_Revolution#cite_note-92, cited Paul Kennedy, The Rise and Fall of the Great Powers (1987) p. 149, based on Paul Bairoch, “International Industrialization Levels from 1750 to 1980,” Journal of European Economic History (1982) v. 11).

ABD, 1861-1865 yılları arasında Amerika’da yaşanan iç savaşın (Kuzey-Güney Savaşı) etkisi ile -zaten güneye kıyasla çok daha sanayileşmiş durumda olan kuzeydoğudaki Amerikan sanayii- konumunu pekiştirmiş ve üretim teknolojilerinde yeni bir sıçrama yaratmıştı. İç savaş yıllarından başlayarak gerçekleştirilen teknolojik gelişmeler, özellikle elektrik teorisi ve pratiğindeki önemli ilerlemeler, bunun imalat sanayindeki uygulamaları, kitlesel üretim tekniklerinin hızla seri üretime konması ve bunun gerektirdiği iş bölümü uygulamalarındaki yeniliklerle ABD’de sanayi üretiminde büyük artışlar yaşandı.

Özellikle, 1901 yılında Ransom Olds tarafından bulunan ve patenti alınan ‘montaj hattı’ (assembly line) fikrinin, kendisine ait ‘Oldsmobile’ fabrikasında uygulanmaya başlanmasıyla birlikte otomobil üretimi bir yılda yüzde 500 arttırılmıştı (http://robohub.org/the-evolution-of-assembly-lines-a-brief-history ). 1913 yılında bu fikri daha da geliştiren Henry Ford, hareketli montaj hattıyla bir aracın üretimi için gerekli süreyi 12 saatten 90 dakikaya indirmeyi başarmıştı. Sonuç olarak, fiyatı da 850 dolardan 300 dolara indirerek rakipleri karşısında büyük üstünlük sağlamıştı (http://corporate.ford.com/innovation/100-years-moving-assembly-line.html ). O güne kadar uzmanlaşmış usta emeğiyle üretilen araçlar, artık kalifiye olmayan düz işçi tarafından rahatlıkla üretilir hale gelmişti.

Bunlara ek olarak, telgraf hatlarının bütün dünyayı kapsayacak şekilde yaygınlaşması ve yelkenli ahşap teknelerin yerini buhar gücü ile çalışan demir-çelik gemilerin alması uluslararası ticareti önemli ölçüde artıran gelişmeler olmuştu. Bütün bu ilerlemeler ABD’yi sanayileşen yeni bir güç olarak dünya sahnesine taşımış ve sanayi üretiminde İngiltere’nin arkasından %19 ile ikinci sıraya yerleşmişti. Sahip olduğu büyük iç pazar ABD’yi, büyük ölçekli fabrikalarda üretim maliyetlerini düşürme fırsatı sağlayarak çok daha rekabetçi konuma getirmişti. Ancak, Avrupa’nın emperyal güçleri tarafından paylaşılmış olan dünyada, ABD kendisine nasıl bir yer açabilirdi?

İki büyük okyanusun arkasına sığınan ABD, öncelikle ‘Yeni Dünya’da gücünü ve hâkimiyetini göstermeye çalışmıştı. Bu çabanın öncü sinyallerini 2 Aralık 1823 tarihinde ABD Başkanı James Monroe Kongre konuşmasında vermişti. Monroe Doktrini olarak bilinen bu konuşmada Monroe, Avrupa’nın emperyal güçlerini Batı Yarıküresi’nin (Kuzey ve Güney Amerika) işlerine karışmamaları için uyarıyor, ve bu kıtada daha fazla kolonizasyon ve yeni kukla iktidarlar oluşturma çabalarına artık göz yummayacağını ilan ediyordu. Yani eski dünyanın, eski tip kan ve demir yöntemleriyle dayatılan kolonileştirme faaliyetlerini reddediyor, ve Batı Yarıküresi’ni kendi korumasına, daha ziyade kontrolüne alıyordu.

ABD’nin Latin Amerika’yı kendi arka bahçesi ilan eden bu politikası, zaman içersinde görülen bazı reaksiyonlara rağmen, Küba, Venezuela gibi bir kaç ülkenin dışında günümüze kadar uygulanagelmiştir. Doğrudan-dışarıdan emperyalist işgal yerine, işbirlikçi sınıf, zümre veya kişileri kullanarak, askeri/sivil cuntalar/hükümetler vasıtasıyla sürdürülen bu içeriden-işgal politikası bu güne kadar sürdürülmüştür. Ancak, içeriden işgal politikasının yürümediği durumlarda ABD doğrudan-dışarıdan işgal politikalarına da dönmekte tereddüt etmemiştir.

Bunların arasında Nikaragua’nın işgali (1912-1933), Haiti’nin işgali (1915-1934), Dominik Cumhuriyeti’nin işgali (1916-1924) vb sayılabilir. Tabii, bu arada eski bir İspanyol sömürgesi olan Küba’nın bağımsızlık savaşını desteklemesi ve Küba’nın Havana limaninda demirli olan bir Amerikan savaş gemisine kimler tarafından yapıldığı veya yaptırıldığı bilinmeyen bir saldırı sonrasında İspanya’ya karşı savaşa girmesi ve neticesinde imzalanan antlaşmayla (1898) Küba’nın ve yanısıra Portoriko ve Guam’ın Amerika’ya devredilmesi gibi olaylar da sayılabilir. Küba’nın kâğıt üzerinde bağımsızlığını kazandığı 1902’den, Fidel Castro önderliğinde tam bağımsızlığını kazandığı 1959 yılına kadar ada üzerinde ABD’nin ekonomik ve politik etkisi, yapılan birçok askeri müdahale ile devam etmiştir. 1961 yılında yaptırdığı Domuzlar Körfezi çıkartması da başarısız olunca, 2016 yılına kadar sürecek olan ambargoyu başlatmıştır.

Bu arada özellikle Panama Kanalı’nın yapılmasıyla (1904-1914) birlikte ABD askeri ve ticari gemilerini kolaylıkla iki okyanus arasında dolaştırma imkânına kavuşmuştur. Kanalın resmi açılışı ve vaftiz edilmesinden bir ay önce üç Amerikan savaş gemisi — Missouri (BB 11), Ohio (BB 12) ve Wisconsin (BB 9)– Atlantik Okyanusu’ndan Pasifik Okyanusu’na geçişlerini dokuz saatte tamamladılar (15-16 Temmuz 1915). (http://usnhistory.navylive.dodlive.mil/2015/07/15/panama-canal-still-vital-to-navys-mission-today ) Eğer, kanalı kullanmak yerine Güney Amerika’yı dolaşmak durumunda olsalardı, yolculukları en az iki hafta sürecekti. Küçük bir not olarak belirtelim; orta büyüklükte bir geminin kanal geçiş ücreti yaklaşık 150,000 dolardır.

Süveyş Kanalı’nı yapan Ferdinand de Lesseps’in 1881 yılında başlattığı Panama Kanalı inşaatı çok yüksek oranda işçi ölümleri üzerine 1889 yılında terk edilince, ABD kanal projesiyle ilgilenmeye başladı. O dönemde Kolombiya’ya ait olan bölgede, kanal inşaası için anlaşma sağlanamayınca, Amerika’nın aktif desteği ile ayrılıkçı bir isyan başlatıldı. Kolombiya’nın müdahale etmesini engellemek amacıyla Amerikan donanması denizden ablukaya alınca, isyancılar büyük bir rahatlıkla bağımsızlık(!) ilan etti (3 Kasım 1903) ve ABD tabiatıyla hemen tanıdı. Taze bağımsız(!) Panama ile bir anlaşma imzalayan ABD, Panama’yı korumayı lütfen üstlendi (6 Kasım 1903). Böylece bağımsız Panama Cumhuriyeti 1939 yılına kadar ABD korumasına (protectorate) alındı. 1977 yılında Panama ile ABD’nin ortak kontrolüne geçen kanal ve kanal bölgesi, ancak 1999 yılında tamamen Panama hükümetinin kontrolüne geçebildi.

1880 öncesinde daha ziyade yelkenli gemilerden oluşan Amerikan donanması, bu yıllarda başlatılan buhar gücüne ve demire dayalı modernizasyon çabaları sonucunda 1920’li yıllarda dünyanın en büyüğü oluyordu. İngiltere’nin arkasından yükselen bir diğer denizci devlet olan Amerika, bir taraftan Avrupa’nın büyük devletlerinin Batı Yarıküresi’ndeki faaliyetlerine karşı çıkarken, diğer taraftan da dünya denizlerinde, boğazlarda ve kanallarda serbest geçiş hakkını, serbest ticareti ve liberalizmi savunuyordu. Hatırlayalım, ‘bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler’ (laissez faire, laissez passer) politikası.. Ama, yukarıda da gördüğümüz gibi, bırakınız yapsınlar(!) eylemi, ‘zorla yapacaklar, zorla geçecekler’ politikalarına da sıkça dönüşüyordu.

19. yüzyılda Yeni Dünya’da palazlanmasını tamamlayan ABD, 20. yüzyılla birlikte artık ‘Eski Dünya’da da hamlelerine başlıyordu. 1. Dünya Savaşı’nın sonuna doğru (2 Nisan 1917) savaşa girmiş olan ABD’nin Başkanı Wilson, savaş sonrası kurulacak Dünya düzeninin ilkelerini 8 Ocak 1918 tarihinde ilan etmişti. ‘Wilson Prensipleri’ olarak bilinen bu 14 maddeden oluşan ilkeler arasında, savaşlar ile toprak işgalinin ve gizli anlaşmalar yapılmasının reddedilmesi gibi noktalar vardı. O dönemde yaşananları hatırlarsak bunların anlamını daha kolay kavrayabiliriz: Günümüzden yüzyıl önce henüz savaş sürerken Kasım 1915 ile Mart 1916 tarihleri arasında İngiltere, Fransa ve Rusya aralarında müzakere ederek, Osmanlı İmparatorluğu’nu tarihten silmek ve topraklarını aralarında paylaşmak üzere, gizlice Sykes-Picot anlaşmasını 16 Mayıs 1916 tarihinde imzalamışlardı. Ancak, bu anlaşma 1917’de devrim nedeniyle Rusya’nın savaştan çekilmesi sonrasında Rusya’nın Bolşevik Hükümeti tarafından 23 Kasım 1917 tarihinde dünyaya açıklanmıştı. Başkan Wilson herhalde kendisine Osmanlı topraklarından pay verilmemesine çok içerlemiş olmalı ki, savaşlarla toprak işgalini ve gizli anlaşmalar yapılmasının reddini prensiplerinin temeli yapmıştı.

Bu ilkelerin yanısıra, Wilson’ın 14 noktası arasında, yeni palazlanmış olan bir büyük devletin Dünya denizlerine ve piyasalarına serbestçe girebilmesini sağlayacak önlemleri de içermekteydi. Şöyle diyordu bazı Wilson ilkeleri:

  • Uluslararası sözleşmeler gereğince denizlerin bütünüyle ya da kısmen kapatılabilmesi dışında, savaşta ve barışta, karasuları dışındaki bütün denizlerde mutlak seyir serbestliği sağlanmalıdır. (laissez passer, bırakınız geçsinler)
  • Uluslararası bütün ekonomik engeller kaldırılmalı (korumacılığa hayır!) ve ticaret eşitlik (90 dakikada bir araba üreten ekonomilerle, 90 dakikada bir nal çakan ekonomilerin eşitliği) temelinde yürütülmelidir.
  • Osmanlı İmparatorluğu’nun Türk kesimlerine güvenli bir egemenlik tanınmalı, Türk yönetimindeki diğer uluslara da her türlü kuşkudan uzak yaşam güvenliğiyle özerk gelişmeleri için tam bir özgürlük sağlanmalıdır. (Osmanlı İmparatorluğu’nu paylaştıran Sykes-Picot anlaşmasından payını alamamıştı.) Ayrıca Boğazlar uluslararası garantiler altında gemilerin özgürce geçişine ve uluslararası ticarete sürekli açık tutulmalıdır.

Diğer başka bazı maddelerde de üstünde durduğu nokta, bazı ulusal devletlerin kurulmasını öne sürerken bu devletler için (Sırbistan, Polonya vb.) ısrarla denize serbest ve güvenli çıkışı sağlanmalı diyordu. Bu tabiatıyla insana ne kadar güzel bir düşünce, yeni devletlere denize açılma imkânı sağlıyor dedirtiyor. Ama bu açık kapı ilkesi sadece bu devletlerin yararına değil, aynı zamanda ve hatta çok daha fazla ölçüde gelişmiş ve deniz ticaretinde ileri gitmiş ülkelerin yararına olan bir talep idi. Bu yeni devletlerin doğal kaynakları daha kolay ve ucuza elde edilip, gelişmiş ülkelerin sanayi ürünleri de çok daha kolaylıkla bu yeni doğan devletlerin halkına pazarlanabilecekti. İngiltere’den sonra tarih sahnesine çıkan ikinci bir deniz gücü olarak bu, ABD için son derece gerçekçi ve gerekli bir talep idi.

Yukarıda özetlediğimiz Wilson prensiplerinden özellikle şu noktaya dikkat edelim. Ne diyordu Wilson: Uluslararası bütün ekonomik engeller kaldırılmalı ve ticaret eşitlik temelinde yürütülmelidir. Yani, bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler (laissez faire, laissez passer). Günümüzde ise bu ilkeyi kim savunuyor? Çin Devlet Başkanı Xi Jinping. 17 Ocak 2017 tarihinde Davos’ta Dünya Ekonomik Forumu toplantısında dünya liderleri karşısında yaptığı konuşmada Başkan Xi “Global ticaret ve yatırımı liberalleştirme (serbestleştirme) ve geliştirme ilkesine sadık kalmalıyız” diyordu. (http://thediplomat.com/2017/01/xis-davos-speech-is-china-the-new-champion-for-the-liberal-international-order )

Peki, kim karşı çıkıyor? 20 Ocak 2017 günü yemin edip göreve başlayan ABD’nin 45. Başkanı Donald Trump o gün verdiği ilk resmi nutkunda diyor ki: “İki basit kural takip edeceğiz; Amerikan malı satın al, işe Amerikalı al (We will follow two simple rules; buy American and hire American)”. Bunun için de “iş imkanlarını geri getireceğini, sınırları geri getireceğini, serveti geri getireceğini söylüyordu. (We will bring back our jobs. We will bring back our borders. We will bring back our wealth.) (https://www.washingtonpost.com/news/the-fix/wp/2017/01/20/donald-trumps-full-inauguration-speech-transcript-annotated/?utm_term=.de476084e88f#annotations:11203189

Bununla da yetinmeyen Trump, Amerika’yı başaşağı giden bir millet olarak niteleyip, bunu tersine çevirmek için ithalatta gümrük tarifelerini artıracağını ve serbest ticaret anlaşmalarını da iptal edeceğini söylüyordu. Ve buna ilişkin ilk icraatı olarak da göreve başlamasının 3. günü, üyeleri arasında serbest ticareti öngören Trans-Pasifik Ortaklık (TPP) Anlaşması’ndan (ABD, Australya, Bruney, Kanada, Şili, Japonya, Malezya, Meksika, Yeni Zellanda, Peru, Singapur, ve Vietnam’ın üye oldukları) Amerika’nın çekilmesi kararını aldı.

Başka bir deyişle Trump, bu konuşması ve ilk icraatları ile Amerikan liberalizmi dönemini bitiriyor, korumacılığını başlatıyordu. Yani Wilson prensiplerinin doğduğu topraklara gömüldüğünü birinci ağızdan ilan ediyordu.

1989 yılında doğu bloğunun ve 25 Aralık 1991’de Sovyetler Birliği’nin çökmesi neticesi oluşan tek kutuplu dünyada tek hâkim güç olarak ABD’nin ve serbest(!) rekabetçi liberal sistemin kalması olağanüstü bir gelişme idi. Bu o kadar büyük bir gelişme olarak pazarlandı ki, Francis Fukuyama gibileri, insanın ve toplumun gelişmesini tamamladığını başka bir üretim sisteminin ortaya çıkamayacağını ve artık tarihin bittiğini söylemekle de kalmadılar, bu tezi yazıya döktüler (The End of History and the Last Man, 1992). Ancak sonradan ‘tarihin sonunun’ gelmediği ve tam tersine ‘tarihin sonu’ tezinin sonunun geldiği anlaşıldı.

İşte bu ortamda sürdürülen uluslararası görüşmeler neticesinde bütün dünyada tek geçerli ekonomik ve ticari sistem olarak liberal sistem kabul edildi. 15 Nisan 1994’de imzalanan Marakeş Anlaşması ile bir uluslararası yazılı sözleşmeye bağlanan bu sistemin tek koruyucusu-kollayıcısı ve denetleyicisi olarak kurulan Dünya Ticaret Örgütü (WTO) 1 Ocak 1995’de faaliyetine başladı. 164 ülkenin üye olduğu bu sistemde ekonominin, yatırımın ve ticaretin serbestliğe dayanan ilkeler ile yürütüleceği kararlaştırılmıştı. Bu temel kurallar arasında; ticaret yapanlar arasında her hangi bir ayırım yapılmayacağı (Most Favoured Nation -MFN- prensibi) ve ikinci olarak da, ülke vatandaşları ile yabancılar arasında ayırım yapılmayacağına dair eşitlik prensibi vardır.

Peki, korumacı politikalar uygulayacağını açıkca ilan eden Trump’ın “Önce Amerika” ve “Amerikan malı satın al, işe Amerikalı al” politikaları; Meksika sınırına duvar örme ve parasını koyacağı vergilerle Meksika’ya ödettirme, Çin mallarını vergilendirme tehditleri bu resmin neresine sığabilir? Bu Deli Dumrul öyküsünü, işsizlikten iflas bayrağını çekecek olan Dünya Ticaret Örgütü (WTO) düşünedursun; gerçek olan şudur: Ürün fazlası olan, ticaret fazlası veren artık Amerika değil, Çin’dir.

Uluslararası Para Fonu’nun (IMF) 2016 yılı Satın Alma Gücü Paritesi (PPP) kullanılarak yapılan GDP (Gayrisafi Yurtiçi Hasıla) hesaplamalarına göre ABD, dünya üretiminin % 15,4’ünü, 28 üyeli Avrupa Birliği % 16,5’ini karşılarken, Çin tek başına % 18,3’ünü üretmektedir. PricewaterhouseCoopers’ın (PwC) 2017 Şubat ayında yayınlanan “The Long View? How will the global economic order change by 2050?” (https://www.pwc.com/gx/en/world-2050/assets/pwc-world-in-2050-summary-report-feb-2017.pdf) araştırmasına göre, 2050 yılında Çin’in dünya üretiminin % 20’sini karşılayacağı tahmin edilmektedir. ABD’nin payı %12’ye düşerken, Avrupa Birliği’nin payı ise (eğer hala 2050’de varlığını sürdürebilecek olursa) % 9’a düşecektir. Hindistan’ın da 2050’de dünya üretimi içindeki payını % 15’e yükselterek, Çin’in arkasından ikinci sıraya yükseleceği tahmin edilmektedir.

Dünya üretiminin ağırlığı artık açıkça doğuya, Asya’ya kaymıştır ve bu eğilim güçlenerek devam edecektir. Ancak fazla üretenin her hangi bir engelle karşılaşmadan serbestçe satmak isteği değişmemiştir. Sadece rolü oynayanlar değişmiş; nasıl dün İngiltere’nin yerini Amerika almışsa, bugün de Amerikan’ın yerini, Çin almıştır. Çin’in gelişmesi Asya coğrafyasındaki diğer ekonomileri de olumlu etkilemiş ve bölgede yarattığı dinamizm, çevresindeki ülkelere de yansımıştır. Çin ve Hindistan’ın yanısıra, Japonya, Güney Kore, Endonezya, Malezya, Filipinler, Vietnam, Tayland, Bangladeş gibi ekonomiler de Asya’nın yükselmesine katkıda bulunmaktadırlar. Çin ekonomik ve ticari ilişkilerini proje ortaklığı temelinde oluşturmaya çalışmaktadır. Bunun en belirgin örneği ise, 2013 yılı sonunda duyurduğu ‘Bir Kuşak, Bir Yol’ (One Belt, One Road) projesidir. 21. yüzyıl Kara ve Deniz İpek Yolları çerçevesinde, Çin ile Avrupa arasındaki ekonomik ve ticari ilişkileri artırmayı amaçlamaktadır. Bu proje için 4 trilyon dolarlık bir yatırım bütçesinin ayrıldığı ifade edilmektedir. Bunun da nasıl bir gelişme göstereceğini, hangi dinamikleri harekete geçireceğini zaman gösterecek ve sonu(!) bir türlü gelmeyen tarih yazacaktır.

8 Ocak 1918 tarihinde Wilson prensiplerinin ilanı ile başlayan Amerika’nın liberal (serbest) ekonomi ve ticaret söylemi, 20 Ocak 2017 günü Trump’ın açıkladığı korumacı prensiplerin ilanı ile 99 yıl sonra bitmiş gözüküyor. Bu döneme Amerikan yüzyılı diyebilir miyiz? Sanırım evet. Sona eren bir dönem! Bazı devşirme Amerikalı’lara bu, tarihin sonu gibi gelebilir. İngiliz İmparatorluğu’nun en güçlü ve yayılmacı olduğu 1815-1914 yılları arasında kalan dönem de ‘İngiliz Yüzyılı’ olarak adlandırılmıştı. O da geçti ve mazi oldu. Ama bir sayfayı kapatırken, bir başka sayfayı açmak, tarihin bir alışkanlığıdır.

“Yazarlarımızın makale içeriklerindeki görüşler yazarlarımıza aittir. ANKA Enstitüsü’nün kurumsal düşüncelerini yansıtmayabilir.”