Twitter
Visit Us
YOUTUBE
YOUTUBE
LINKEDIN
Share

TÜRKİYE’NİN YENİ YÖNÜ: MERKEZİ YÜKSELİŞ       

Dünya uzayda gidip gelen bir yerküre olarak evrenin başından bu yana var olmuş ve her dönemde uzaysal boyutlar doğrultusunda hareket ederek hem biçim değiştirmiş hem de yeni ortaya çıkan uzay yapılanması içinde yerini almıştır. Bazı araştırmacılara göre milyonlarca ama daha farklı ve hassas bilim dalları alanında çalışanlar ise, dünyanın bir uzay gezegeni olarak milyarlarca yıllık bir geçmişe sahip olduğu ileri sürülmektedir. Böylesine bir yapılanma sürecinde denizlerle karalar bir araya gelerek her dönemde farklı yapılanmaları ortaya çıkarmaktadırlar. Doğal çevre koşullarının sürekli değişiklikler göstermesi yüzünden, yeryüzü haritasında yer alan bazı kıtaların zaman zaman yer değiştirdikleri, denizlerin bazan büyüdükleri bazan da küçüldükleri anlaşılmaktadır. Yüzyılların değişimleri sonucunda dünya yerküresi haritalardaki bugünkü görünümünü almıştır. Ne var ki, bugün dünya biliminin en temel kanununun değişim olması ve değişmeyen hiçbir şeyin olmaması ve bunun sonucu olarak değişimlerin de zamanla değişmesi gibi bir doğal yapılanmanın yeryüzü üzerinde geçerli olması nedeniyle, insanlık bugünkü yaşam düzenini anlayabilmek için milyarlarca yıllık kendi tarihine bakmak durumundadır. İnsanlar bugün yaşadıkları ülkelerde nasıl bugünkü durumlarına geldiklerine bakmak zorunda kalmaktadırlar. Tarih, coğrafya ve hukuk gibi sosyal bilimler alanında bir tarihçe yaşanırken, her devrin bir yönetimi olmuş ve bu yönetimlerin de üzerinde hegemonya düzeni kurdukları ülkeleri olmuş ve bu ülkeler de yeryüzünün bazı bölgeleri ya da toprak parçaları üzerinde kendi devlet düzenlerini oluşturarak yaşamlarını sürdürmüşlerdir. İşte bu devlet düzenlerinin üzerinde yer aldığı toprak parçalarının ya da karaların da içinde bulundukları durumları ya da değişimlerini bilimsel açıdan ele alarak inceleyen bilim dalına bugün jeopolitik adı verilmektedir.

Jeopolitik bilimi, denizlerin ve karaların oluşumlarını ve bugünkü durumlarını incelerken aynı zamanda bu karaların ve su kütlelerinin bugünkü durumlarından yola çıkarak onların gelecekteki durumlarını ve alacakları biçimleri yer bilim kuralları doğrultusunda ele alarak incelemektedir. Kıtaların buluşması ya da bölünmeleri, dünyanın doğal yapısında meydana gelen değişiklikler ve bunların sonuçları çizgisinde görülmeleri, zaman içerisinde bütün bu gelişmelerin sonrasında önemli ölçüde bilgi depolanması sağlamıştır. İnsanoğlu üzerinde yaşamakta olduğu dünya gezegeninin her yönünü bilgi birikimleri çerçevesinde incelerken, ortaya yeni bilim dalları çıkmıştır ve elde edilen bilgilerin genel kurallar çerçevesinde incelenerek yeryüzünün geleceği konusunda bir kanaat sahibi olunması, daha çok son yüzyıllarda gündeme gelen önemli bir gelişmedir. Bütün bu alanlardaki son gelişmeler giderek bilgi birikimini artırdıkça, insanlar da bu durumdan yararlanarak üzerinde yaşamakta oldukları gezegenin yakın geleceğini araştırarak yarınını güvence altına alabilmeye çalışmaya başlamışlar ve bu alandaki çalışmaları daha da ilerilere götürerek, uzun dönemli gelecekte de ne gibi köklü değişimlere tanık olabileceklerinin araştırmalarını artırmaktadırlar. Dünya gibi değişken bir gezegenin ve de dünya ile birlikte güneş sisteminin de içinde yer aldığı uzay gerçeğinin tam anlamıyla ne olduğu anlaşılmadıkça, insanlığın gelecek korkusu ya da kuşkusu devam edecek ve insanlık değişim süreçlerinin peşinden giderek var olan dünya ile insanlığın gerçek yüzünü görmeyi başarabilecektir. Bu açıdan yeryüzündeki devlet düzenlerinin doğal çevre koşulları ile bir arada ele alınarak incelenmesi, jeopolitik bilimi sayesinde daha gerçekçi bir biçimde incelenebilmektedir. Her değişim yeryüzünü etkilediği gibi bugünkü yapılanmaların yönlerini de belirlemektedir. İşte bu çerçevede devam eden jeopolitik değişimlerin dünyayı nerelere götürdüğünün öncelikle tespiti gerekmektedir. Böylesine bir belirleme sonrasında işe önce haritadaki ülkelerin dünya haritasındaki jeopolitik konumunu ele alarak başlamakta bilim açısından yarar bulunmaktadır.

Her devletin hukuk açısından devlet olarak kabul edilebilmesi için önce üzerinde kurulu bulunduğu toprakların hangi kara parçasının ya da hangi kıtanın neresinde yer aldığını belirleyerek jeopolitik bilimi açısından genel bir değerlendirmeyle işe başlamak gerekir. Daha sonra da diğer devletlerin harita üzerindeki konumlarını beraberce ele alarak incelemek, jeopolitik bakış açısı ile gerçekçi bir boyuta ulaşabilir. Bu makalenin konusu olan yön konusunun her açıdan ele alınarak değerlendirilmesi jeopolitik kurallar çizgisinde aydınlığa kavuşturulurken, ülke konumlarının en önemli sorunlarından birisi olan yön sorununa ciddi bir yanıt getirmek zorunluluğu öne çıkacaktır. Harita çalışmaları tamamlanırken, ülkelerin karaların ya da kıtaların neresinde yer aldıkları ve bu durumun büyük harita üzerinde ne anlama geldiği, öncelikle belirlenmek durumundadır. Her ülke konumları ile birlikte kendilerine bir de yön çizmek zorundadır, aksi takdirde tek başına bir karara varmak son derece zor olmaktadır. Konum ile birlikte yön durumu da dikkate alınırsa, o zaman devletlerin durumu ya da geleceği açısından gerçekçi değerlendirmeler yapabilmek mümkün olabilmektedir. Çağlar birbiri ardı sıra devreye girdikçe, onların öne çıkardığı siyasal ya da tarihsel çizgiler, belirli bir süre sonra bir araya gelerek ülke ve devletlerin durumları ile ilgili kararlar üretilebilmektedir. Sahip olduğu konumunu iyi bilen devletler, gerçek durumlarına uygun düşen yönleri belirleyerek, dünya haritası üzerinde yeni evrensel gelişmelere yön verebilmektedirler. Haritalarda bir değişiklik olmadığı sürece devletlerin jeopolitik konumları da devam edebilmektedir. Doğal koşulların değişimi zorlaması eski jeopolitik dengeleri bozabilir, o nedenle yeni haritaların düzenlenmesi değişimi izlemek açısından her zaman için daha önem kazanabilir.

Her devletin harita üzerinde yer aldığı bir coğrafya ortamında, devletler sahip oldukları jeopolitik koşullara göre var olurlar ve de varlıklarını geleceğe dönük bir biçimde kendi merkezli jeopolitik stratejilere göre sürdürerek, dünya karaları üzerindeki yeni oluşumlar çerçevesinde dış politikalarını geliştirerek, devletler arası rekabet ve çekişme düzenleri içinde diğer devletlere göre daha avantajlı konumlara gelebilirler. Devletlerin bulundukları coğrafya da kendi çıkarları çizgisinde bir dış politika uygulayabilmeleri hem bulundukları coğrafyanın özelliklerine hem de kendi çıkarları ve kimlikleri doğrultusunda oluşturdukları stratejilerine bağlıdır. Her devlet, üzerinde kurulu olduğu toprakların harita üzerindeki konumuna göre, var olan koşulları dayanak noktası seçerek o dönemin koşullarına uygun düşen dünya dengeleri doğrultusunda izleyeceği dış politikaları önceden belirler ve bunları değişen koşulların yeni oluşturduğu durumlara uygun bir biçimde uygulama alanına aktarır. İşte bu aşamada her devletin sahip olduğu jeopolitik konumların tartışma konusu olarak gündeme gelmesi, her devleti yeni bir jeopolitik konuma getirerek rekabet ortamında çekişme ve çatışmaları öne çıkarabilir. İşte her devletin böylesine bir çıkmaz içinde bulunması nedeniyle, devletlerin kendi güç ve kararları ile belirledikleri bir yönü olması gerekmektedir. İnsanlık tarihinin bütün devletleri dünden bugüne doğru gelirken, her devletin bir yönü olması ve bu yön doğrultusunda da gelecekte daha avantajlı bir durumda olabilmesi söz konusudur. Her devlet kendi bulunduğu toprakları çevreleyen tüm bölgelerin oluşturduğu jeopolitik dengeler çizgisinde, varlığını geleceğe doğru korur ve böylesine bir yaklaşımı esas alarak yeni oluşan dengelerde geleceğin dünyasında etkin olabilir ya da yeni politik yaklaşımlar geliştirerek, eskisinden daha güçlü ve ön planda olabilecek konuma kavuşur. Devletler arası çekişmeler rekabet düzenleri içinde istikrarsızlıklar yaratırken, her devlet eskisinden daha iyi ve güçlü bir durumda olabilmek için her türlü olanaklarını gündeme getirerek, bunlar üzerinden geliştirilecek yaklaşımlar aracılığı ile daha iyi ve güçlü bir konumda olabilmenin arayışları içinde mücadelelerini sürdürürler. Daha iyi ve güçlü olabilmenin yolunu gösteren oklar devletlerin yönünü gösterdiği için her devlet çok yönlü politik yollar içinden bir tanesini seçip benimseyerek kendi asıl yönünü belirler. Dünya devletlerine bakıldığı zaman her devletin kendi yönünü belirleyerek ve bu yönde yolunu seçerek bir hedef ile geleceklerini çizmektedirler.

Hedefi belli olmayan hiçbir gemiye tıpkı rüzgarların yardım yapamaması gibi, yönü belli olmayan devletlere de hem hiçbir siyasal rüzgâr yardım etmez hem de ülkelerin gelecekte üzerinde oturacağı bir yeni bir siyasal düzen kurulamaz. Her devlet bu durumu yakından bildiği için devletler arası mücadelelerde yön sorunu her zaman için ortaya çıkabilir, ya da uluslararası alanda yepyeni açılımlara meydan verebilir. Jeopolitik haritalarda belirli bölgelerde yer almış olan ülkelerin tek boyutlu ya da çok alternatifli konumları onların harita üzerinde yerlerini belirlediği için, bu durumda olan ülkeler kendi gelecekleri için ya tek bir yolda gidecekler ya da çok boyutlu bir yöneliş açılımı yaparak geleceğe doğru bir arayış içine girebileceklerdir. Ülkelerin konumu bu açıdan bir çıkış noktası olacak ve sonraki aşamada buradan başlayacak yeni politikalar ortaya konarak, devletler arası bu tür çekişmeler anlaşmazlıklar ile savaşlar arasında gidip gelecektir. Böylesine bir yapılanma çerçevesinde, devletler en üst düzeyde kendi çıkarlarını koruyabilmek ve bu doğrultuda hareket ederek uluslararası alanda en önde gelen yerlere gelebilmeyi hak edebilmek için, ana hedef olarak kendi ülkelerinin yönü doğrultusunda çalışmalarını sürdürmek zorundadırlar. Yön belirlemek bütün devletler açısından çok zor bir durumdur. Her devletin içinde bulundukları durumlar birbirinden çok farklı olduğu için değişik alternatifler arasından seçim yapabilmek ve böylesine bir seçimle belirlenen ülkesel yönü bir toplumda yaşayan her insana ulusal bir çıkış yolu olarak benimsetebilmek, hiçbir zaman her ülkenin başarabileceği bir konu olmamıştır. Yön belirleme konularında devletlerin ve toplumların değişik kesimleri farklı davranarak birbirlerinden çok ayrı çizgileri savunabilmektedir. Çizgiler arasındaki farklılıkların, başka siyasal çizgileri gündeme getirdiği aşamalarda devletlerin bütünlüğü ortadan kalkabilmekte, bölünen devletler tabanını oluşturan halk tabanları birbirlerinden ayrı yöne doğru yönelmiş bir biçimde öne çıkabilmektedirler. Devletlerin esas yönü belirlenirken genel olarak var olan bütün durumlar dikkate alınırlar. Yönünü belirleme konusunda başarılı olan devletlerin zamanla kendi içindeki farklı çizgileri devre dışı bırakarak ve toplumların ortak bir noktada anlaşmalarıyla dışa karşı birlik ve bütünlük çizgisinde tutarlılık sağlayabildikleri görülmektedir.

Yön konusunun en çok sorun olduğu ülkeler genel anlamda ya orta dünyada yer alan ülkeler ya da birbirinden çok farklı alternatifler oluşturan bölgeler ya da diğer jeopolitik merkezlere eşit mesafede yer alan coğrafyalar olmuştur. Türkiye gibi merkez bölge ülkeleri ile orta dünyanın hemen yanı başında yer alan iç kıta ülkeleri, sahip oldukları konumun değişik yansımaları düzeyinde çok farklı bölgesel oluşumlar içinde yerlerini alabilmektedirler. Bu gibi nedenler birbirinden ayrı bir biçimde öne çıkınca yön sorunu devletlerin ve milletlerin ortak sorunu olarak öne çıkmaktadır. Türk devleti dünyanın önde gelen merkezi konumuna sahip olduğu için merkezi çevreleyen birçok bölgeye açılan kapıları bulunmaktadır. Türkiye Cumhuriyeti bölgeler ve yönler karşılaştırmaları içinde birbirinden çok farklı alternatifler şansını kullanmaya çalışmakta ve üç büyük kıta arasında yer alan orta dünyadan diğer kıtalara doğru açılım yapıldığı zaman on civarında bölgenin damgasını taşımaktadır. Bu çerçevede Türkiye Cumhuriyeti, Akdeniz, Karadeniz, Ege, Hazar, Kafkasya, Asya, Avrupa, Müslüman, Türk, Balkan tasniflerine dayanan on ayrı bölgenin içinde yer almaktadır. Bu kadar çok bölge ile bağlantı kuran ve kendi kimliğinin yanı sıra diğer bölgelerin nüfus ve kültürleri ile harita yakınlığı içinde bulunan Türk devleti, çok kutuplu dünya sürecinin gelişim aşamasında tek yönlü bir tutum içinde bulunamayacağı için çok kutuplu bir dünya yapılanmasının yansımaları içinde, çok kutupluluk gibi aynı zamanda bir de çok yönlülük oluşumu ile de karşı karşıya bulunmaktadır. Çok kutuplu dünya oluşumu yaygınlık kazanırken, kutup merkezi ülkelerin çevresinde de çok yönlülük çıkmazı içinde bocalayan küçük ve orta boy devletler, konum değişiklikleri ile karşılaşmaktadırlar. Bu aşamadan sonra, yeni kutup merkezi ülkelerin diğer ülkeler üzerindeki çekişmeleri yönlendirmeye başlamalarıyla birlikte, küçük ve orta boy devletler yön rüzgarları karşısında yeni bir çekişme alanı olarak öne çıkmışlardır. İkinci dünya savaşı sonrasında başlayan bu yeni dönemde çok kutupluluktan çok yönlülüğe geçiş aşaması yaşanmıştır. Değişik yönler arasına sıkışıp kalan ulus devletler ciddi bir yön kargaşası, yönsüzlük ve çok yönlülük gibi yön sorunları yaşayarak tehdit altında kalmıştır.

Dünya savaşları sonrasında yeni bir dünya düzeni kurulurken, her ülke gibi Türkiye devleti de ciddi bir yön sorunu yaşamıştır. Yirminci yüzyılda ortaya çıkan iki kutuplu dünyada yeryüzü doğu ve batı blokları gibi iki kutuplu bir yapılanmaya doğru yönelirken, Türkiye Cumhuriyeti yeni kurulan diğer devletler ile birlikte, bir Asya devleti olmasına rağmen Avrupa kıtasının yanında durarak hem batılı hem de doğulu kimlikleriyle birlikte dünyanın tam orta bölgesinde, ikili bir yapılanmayla yeni yerini almıştır. Orta dünyanın tam ortalarında var olurken, doğu-batı çekişmesi içinde yer almış ve aynı zamanda kuzey ve güney bölgelerinde ortaya çıkan bölgesel çekim rüzgarlarına rağmen, gene de bu tür yeni bölgesel yapılanmalara karşı mesafeli davranarak ve orta dünyanın merkezi ülkesi olarak ve yön konusunda geleneksel tutumunu sürdürerek, birinci dünya savaşı sonrasındaki yeryüzü yapılanması içinde esas yönünü arayarak, ana hedefini belirlemeye çaba göstermiştir. Osmanlı İmparatorluğu merkez devlet olarak varlığını sürdürürken, devletin çeşitli bölgelerinde yeni devletçikler kurulmaya başladığı aşamada, Balkanlar’da, Kafkaslar’da, Karadeniz ve Akdeniz havzalarında yirmi civarında küçük ve orta boy devlet kurulmuş, bunların bir kısmı Asya, diğer kısmı ise Avrupa kıtasında yer almıştır. Parçalanma ilk olarak Balkan yarımadasında başladığı için bu bölgede oluşan küçük devletçikler Avrupa kıtası toprakları üzerinde, Avrupalı devletler olarak kurulmuştur. Başkent İstanbul’un doğusunda ise kurulan yeni devletler Asya devletleri olarak tarih sahnesine çıkmışlardır. Türkiye Trakya bölgesiyle Avrupa kıtası üzerinde yer alırken, küçük Asya adı verilen Anadolu’nun Asya bölgesinde, Türkiye Cumhuriyeti orta boy bir ulus devlet olarak kurulmuştur. Osmanlı devletinin parçalanması üzerine Karadeniz ve Akdeniz havzalarında da ayrı devletler kurulurken, merkezi coğrafya bölünmeye yönlendirilmiştir. Bu doğrultuda dünyanın eski merkezi devletinin toprakları doğu-batı ve kuzey-güney yönleri gibi yeni küçük ve orta boy devletleri oluşturma projesi çerçevesinde, Balkanizasyon yapılanmasının örnekleri olarak dünya haritasının ortalarında yerlerini almışlardır.

Osmanlı devleti merkezdeki büyük devlet olarak orta dünyanın komşusu konumundaki alanları sınırları içine almış ve Kafkaslar ve Balkanlar arasında kalan merkezi bölgeyi devletin anavatanı olarak korumaya çalışmıştır. Rus Çarlığı ve Osmanlı İmparatorluğunun Birinci dünya savaşları sırasında dağılarak parçalanması üzerine, Osmanlı toprakları doğu-batı ekseni doğrultusunda bölünürken ülkenin kuzey ve güney bölgelerinde de yeni küçük devletler kurulmuştur. Ülkede değişik din mensupları ayrı devletler halinde tarih sahnesine çıkmışlardır. Hristiyanlar Vatikan merkezli Avrupa kıtası ile bütünleşmeye çalışırken, Müslümanlar da kutsal toprakların yer aldığı İslam coğrafyasına yakın bir konumda kendi geleceklerini inşa etmeye yönelmişlerdir. Bu durumda ülkenin merkezi topraklarında esas vatan olarak kabul edilen Anadolu yarımadasının yarısı, Müslüman yarısı da yeni kurulacak küçük devletlerde yer alabilecek biçimde Hristiyan yapılanmalarına yönelmiştir. İşte bu aşamada dünya yeniden kurulurken merkezi alanda hem Avrupa-Asya hem de Hristiyan-Müslüman yapılanmaları ortaya çıkmıştır. Eskiden yön olarak topluca merkezi alanının var olan bütünlüğü savunulurken, yeni dönemdeki parçalanmalar yüzünden bütünlük ortadan kalkmış ve bunun sonucu olarak Doğu Anadolu Asya kıtasına, Batı Anadolu’da Avrupa kıtasına dönük bir yapılanma ile iki ayrı yöne doğru biçimlendirilerek, eskisi gibi tek bir hedef doğrultusunda devletin yönlendirilmesinden uzaklaşılmıştır. Osmanlı devleti kurulu bulunduğu yedi yüz yıllık dönem sürecinde Avrupa ve batıya modernleşme doğrultusunda, doğuya İslami düzenin korunması, kuzey ve güney bölgelerine ise devletin ve orta bölgenin güvenliği gibi birbirinden ayrı farklı ilkelere dayalı bir biçimde, egemenlik düzeni kurmaya çaba göstermiştir. Kozmopolit yapılanması nedeniyle Osmanlı devletinde Hristiyanlar ve aydınlar batıya doğru yönelirken, Müslümanlar İslam dünyasının yer aldığı Asya toprakları üzerinde yer almışlardır. İki dünya ve üç kıta arasında Türk devleti kurulurken gayrimüslimler ve aydınlar batı dünyasını, Müslümanlar ve Asya kökenli topluluklar da Asya kıtasına doğru yönlenmeye çalışıyorlardı. Böylesine bir bölünmeye sürüklenen Osmanlı devleti sonunda çökerek dağılınca, Türkler eski devletin ortalarında orta topraklarında devletsiz kalmışlardır.

Türkler, çöken imparatorluk düzeninin emperyalist saldırı ve işgallere karşı korunabilmesi için çağdaş uygarlık düzeni ile daha devlet kuruluşunun ilk aşamasında temasa geçmişlerdir. Yeni devletin batı uygarlığına yüzünü dönerek çağdaş uygarlık ailesinin onurlu bir üyesi olmak istendiğini, devletin kurucu önderi Atatürk bizzat birçok toplantıda Avrupa kıtası ile yakınlaşma aracılığı ile çağdaş uygarlık düzeni ile bütünleşme hedefini ısrarlı bir biçimde dile getirmiştir. Ne var ki, Türk devletinin kuruluşuna giden yolda Anadolu’daki Kuvayı Milliye hareketi ile aynı zamanda Kafkasya’da yapılan Doğu Halkları Kongresi ‘ne katılarak yola çıkan genç Türk cumhuriyeti, bir Avrupa-Asya yakınlaşması içinde merkezi topraklarda kurulduğu için, Asya kıtasından gelen doğu birikimini koruyarak, Avrupa kıtası üzerinde gerçekleşmiş olan çağdaş uygarlık düzeni ile de yakınlaşma stratejisini bilinçli bir biçimde uygulama alanına getirerek, yeni cumhuriyet devletinin doğu ve batı ya da Avrupa ve Asya kıtaları arasında çağdaş bir sentez düzeni üzerine kurulu olmasını sağlamıştır. Dünyanın her kıtasında veya bölgesinde ülkeler kendi bulundukları konuma göre jeopolitik dengelerini sağlarken, yön sorunu ana problem olarak ortaya çıkmış ve ilgili devletin komşuları ya da güç merkezleri ile oluşturduğu diyalog ortamına göre, kara parçaları üzerinde yaşayan insanların nasıl bir yönelme içinde hareket edecekleri, yeni oluşturulan jeopolitik merkez, yön ve stratejiler doğrultusunda belirlenebilecektir. Her devlet en üst düzeyde bir siyasal örgütlenme olarak hem kendi içinde ülkesi ve toplumu ile uyum içine girerek her türlü jeopolitik kışkırtma senaryolarına karşı ülkesel bütüncül yapılanmayı güvence altına almaya öncelik vermektedir. Kendi iç bütünlüğünü sağlam temeller atarak güvence altına alan devletler, daha sonra dışarıya açılarak sınır ötesi etkinliklerde bulunmakta ve bu aşamada uluslararası ilişkilere yönelerek, ülkede kurulu bulunan devlet düzeninin temel hukuk yapısına dayalı bir biçimde ileriye doğru yeni adımlar atabilmektedirler. Bu doğrultuda her devlet kendisinin merkezinde yer aldığı bir jeopolitik açılımı, uygun gördüğü bir yön çizgisinde gündeme getirerek, bütün dış politikasının aynı yolda yürütülmesini uluslararası alanda yeni bir politik açılım olarak öne çıkarabilir.

Birkaç bin yıllık bir devlet geçmişine sahip olan Türkler Asya-Avrupa ve Afrika üçgeninde yeni dönem açılımları ile her zaman bir devlet sahibi olmuşlardır. 16 yıldızın parladığı Türk bayrağı üzerindeki işaret, binlerce yıllık geçmişten gelen 16 büyük Türk imparatorluğunun birbiri ardı sıra gündeme gelerek üç kıta üzerinde at koşturdukları bir tarihsel süreci zamanımıza kadar taşımıştır. Osmanlı devleti son Türk imparatorluğu olarak yirminci yüzyıla kadar gelirken, Türkiye Cumhuriyeti de bu süreci yirmi birinci yüzyılda sürdürerek, geleceğe doğru bağımsız bir Türk hegemonyasının temellerini atarken, Türk devleti yirminci yüzyılın ortalarında yeni bir durum ile karşı karşıya kalmıştır. Avrupa kıtasına komşu bir konuda Avrupa devletlerinin sahip olduğu çağdaş uygarlığın merkezi olan kıtaya yakın durarak Türkiye Cumhuriyeti batı uygarlığından yana bir tercih yapmıştır. Atatürk kurucu önder olarak Türkiye Cumhuriyeti’nin yerini batı uygarlığına yakın bir çizgi de belirlemiştir. Ne var ki, Türk devletinin kuruluşuna giden yolda önce Sovyetler Birliği oluşumu bir sosyalist ihtilal aracılığı ile siyasal gündeme gelirken, orta dünyanın merkezinde kurulan yeni Türk devleti Avrupa’nın komşusu gibi hareket ederek bu doğrultuda bir batıcı yönü öne çıkarmıştır. Türkiye’nin kuzey doğusunda kalan Rusya’da ise, yapılan devrim sonucunda da sosyalist çizgide bir doğu bloku Asya kıtasının kuzeyi ile ortalarında Rus Çarlığının yeni bir dünya düzeni olarak öne çıkarken, Türkiye Cumhuriyeti bu oluşuma uzak durarak, Asya ülkesi olmasına rağmen doğu blokunun dışında kalmıştır. Merkezi imparatorluk olarak Osmanlı devleti ikiye bölünürken, Türkiye doğu halkları kurultayına temsilciler göndererek batı dışında kalan doğu dünyasına da yakın durmuştur. Küçük Asya adı verilen Anadolu yarımadası üzerinde kurulurken ve uygulanan uygarlık kriteri Türkiye’yi batıya yakınlaştırırken, Asya toprakları üzerinde kurulu olması ve Asya kıtasının mazlum uluslarının içinde bulunması nedeniyle dünyanın doğu bölgesinde ortaya çıkan doğu halkları kurultayına katılımcı ülke olarak katılmıştır. Türkiye batı ile doğunun kesişme noktasında kurulurken dünyaya egemen olan batı uygarlığı esas alınmış ama Sovyetler Birliği tarafından düzenlenen doğu dünyasının mazlum uluslarının Doğu Halkları Kongresine de katılım ile doğu dünyasına yakın durularak, merkezde bir doğu-batı sentezi oluşturulmuştur.

Devleti kuran Kuvayı Milliye akımı Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunu merkezi coğrafyanın tam ortasında gerçekleştirirken, Atatürk kurduğu ulus devlet ile ulus devletlerin tarih sahnesine çıkış yeri olan Avrupa kıtasının yanında yer almıştır. Bu çerçevede batı tipi çağdaş bir ulus devlete doğru yol alırken, Türkiye aynı zamanda yanında yer alan Sovyet devrimine karşı ilgisiz kalmamış, Doğu Halkları kurultayına katılırken Sovyetler Birliğine üye olmamıştır. Ne var ki böylesine bir çelişkiyle daha kuruluş aşamasında karşılaşan Türk devleti, Avrupa kaynaklı ulus devleti kurarken Sovyetler Birliği oluşumunun Asya kıtasına getirmiş olduğu Halkçı Cumhuriyetçilik uygulamasını da devrimin altı oku belirlenirken, cumhuriyetçilik ile birlikte halkçılık ve devrimcilik ayrı ilkeler olarak kabul edilerek, bir doğu-batı sentezi görünümünde ulus devlet çatısı altında halkçı bir cumhuriyet yapısı ortaya çıkartılabilmiştir. Böylece devletin kurucu önderliği kurulduğu merkezi alanı esas alarak, batı yönünde ulus devleti ile doğu yönünde de halkçı bir cumhuriyeti uygulama alanına getirerek, merkez üzerinden milliyetçilik ile halkçılık politikaları birleştirilmeye çalışılmıştır. Böylece kurucu iradenin ortaya koyduğu devlet modeli bir doğu-batı sentezi olarak öne çıkmıştır. Yirminci yüzyılın ikinci yarısına kadar devam eden dünya konjonktürü doğrultusunda Türkiye modeli devlet yapısı, ilk yarının ortaya koymuş olduğu sentezci yaklaşım çerçevesinde sürdürülmüş ama ikinci dünya savaşı sürecinde Faşizm, Nazizm ve Komünizm gibi akımlar, dünya egemenliği için cihan savaşı yaratmaya çaba göstermişlerdir. Bunun üzerine ikinci dünya savaşı sonrasında eski konjonktür değişmiştir. Bu aşamada Amerika Birleşik Devletleri NATO isimli bir askeri birlik oluşturarak ve Avrupa ülkelerini bu örgütün çatısı altında topladıktan sonra Merkezi coğrafyaya gelerek Türkiye’de örgütlenince, Atatürk döneminde oluşturulan doğu batı sentezi ya da ulus devlete dayanan halkçı cumhuriyetçilik anlayışının geride kaldığı, bu nedenle de Türkiye’nin kuruluş yıllarından gelen doğu-batı senteziyle izlediği sentez yönünden uzaklaşması gündeme gelmiştir. Ulus devlet ile halkçı cumhuriyetçilik bir arada uygulanırken Atatürk cumhuriyeti bütün mazlum uluslar ve ulus devletler için örnek bir model olurken, ABD’nin merkeze gelmesiyle ve İsrail’in kurulmasıyla birlikte bu dönem sona ermiştir.

ABD’nin Orta Doğu’ya gelişi ile birlikte bölgedeki Sovyet dengesi bozulmuş ve Türkiye’nin NATO’ya girişi ile birlikte demokrasiye geçmesi sonrasında hep Avrupa ve Amerika destekli merkez sağ partiler iktidara gelerek egemen olmuşlardır. Çok partili demokrasi batının büyük şirketleri tarafından finanse edilerek desteklenirken, genel seçimlerden sürekli olarak merkez sağ iktidarlar kazançlı çıkmış ve bu doğrultuda Türkiye Cumhuriyeti’ni sağ görüşlü iktidarlar, doğudan ve Asya kıtasından kopararak tam anlamıyla batı blokuna doğru sürüklemişlerdir. Türkiye’nin NATO’ya girmesiyle birlikte Türk devleti üzerindeki batı baskıları fazlasıyla artarak ülkeyi uluslararası alanda eski sömürgelerle aynı çizgiye getirmiştir. Batının emperyal devletleri ikinci dünya savaşı sonrasında küresel dünyayı tam olarak batı sömürgeciliği gibi bir siyasal çıkmaza götürürken, Türkiye’de batı destekli sağ iktidarlar devletin yönünü sonuna kadar batıdan yana doğru zorlarlarken, Türkiye Cumhuriyeti bu dönemin sonunda bağımsız kimliğini kaybederek batının eski sömürgeleriyle aynı düzeyde bir orta boy ülke olmaya doğru yönlendirilmiştir. Atatürk döneminde mazlum ulusların önde gelen temsilcisi olarak uluslararası alana çıkmış olan Türk devleti, Amerikan ve NATO yönetimlerinin baskılarıyla, batı emperyalizminin doğu blokunun etkin olduğu Orta Doğu’ya gelerek yerleşmesi sonrasında, bu bölgenin devletleri de yarım yüzyıllık bir soğuk savaş süreci ile birlikte, ABD yönlendirmesiyle, batı blokunun merkezi alanda genişleyerek doğu blokuna karşı hegemonyayı ele geçirmesini gündeme getirmiştir. Yirminci yüzyılın ilk yarısında gerçekleşen ulusal kurtuluş zaferinin getirmiş olduğu doğu-batı sentezi çizgisindeki merkezi yön çizgisinin, yüzyılın ikinci yarısında doğu-batı dengelerinin bozulması, ABD’nin NATO ve İsrail’i de yanına alarak yürüttüğü hegemonya politikalarında Türkiye’nin merkezi bölge olarak kullanılması ile birlikte, batıcılık ve merkez sağ çizgisindeki politikalar, Atatürk cumhuriyetindeki halkçı yaklaşımları devre dışı bırakmış ve ulusal politikalar ile halkçılık uygulamaları Türkiye’de sağcı hükümet programlarının dışına itilmişlerdir. Bugün yüzde onu zengin yüzde doksanı yoksul bir halk bu yönde emperyal politikalarla yaratılmıştır.

Türkiye Cumhuriyeti yirminci yüzyılın ilk yarısında yola çıkarken, Sovyetler Birliğinin oluşumu yüzünden gündeme gelen doğu blokunu dikkate alarak, doğu-batı sentezi ile ulus devlet çatısı altında halkçı bir cumhuriyetin uygulamaları dengeli bir biçimde yürütülmüştür. İkinci dünya savaşını ABD kazanınca merkezi coğrafyaya gelerek CENTO ya da SEATO gibi bölgesel güvenlik örgütlenmeleri, NATO’nun uzantısı olarak Asya kıtasının çeşitli bölgelerinde gündeme gelince, bu bölgelerdeki sosyalist rejimler zamanla Sovyetler Birliğinden uzaklaşarak, yüzyılın ikinci yarısında uluslararası alanlara yöneldikleri aşamada, batı blokunun yanında yer almak durumunda kalmışlardır. Sosyalist sistemin çöküşü üzerine dünya ülkeleri iki kutupluluk düzeninden tek kutuplu düzene geçişi yaşamışlardır. Soğuk savaşın bitmesi üzerine gündeme gelen küreselleşme süreci devam edince, dünya ülkeleri yavaş yavaş batı hegemonyasının altına doğru sürüklenmişlerdir. ABD merkezli batı dünyası giderek yeryüzü karaları üzerinde yaygınlık kazanırken, eski sosyalist ülkelerle birlikte üçüncü dünya ülkelerinin de küresel politikalara teslim olarak batı merkezli yapılanmaya doğru yöneldikleri görülmektedir. Bu aşamada batı merkezli bir dünyada doğu, kuzey ve güney yapılanmaları arkada kalmakta, giderek genişleyen batı dünyasının doğuya, kuzeye ve güneye doğru yeni açılımları öne geçtikçe, devletlerin yönleri büyük çoğunluğun katılmalarıyla hep batı olarak öne geçmektedir. Batı batı diyerek batma noktasına gelen dünya ülkeleri, Avrupa ve Amerika arasında gidip gelerek yeni dönemde kendilerine yeni bir yön ararlarken, Çin, Rusya, Hindistan, Brezilya ve Avustralya gibi yeni büyük kutup merkezlerinin ortaya çıkmasıyla birlikte, dünya ülkeleri farklı alternatifler karşısında kalmakta ve bunlar arasından bugün bir seçim yaparak, esas yönleri doğrultusunda yollarına devam etmek zorunluluğu altına girmektedirler.

Küçük ve orta boy devletler yeni büyük devletlerin arkasından giderek kendilerine dünya haritası üzerinde yeni bir yön belirlemeye çalışırlarken, doğu, batı, kuzey ve güney çizgisindeki yön merkezi olabilecek devletlere göre, yönler ve yollar bugünün gerçekleri doğrultusunda belirlenerek yeryüzü güçler dengesi yeniden belirlenebilecektir. Eski bir imparatorluğun uzantısı bir orta boy devlet olan Türkiye’nin önümüzdeki dönemde daha etkin olabilmesi için eski Osmanlı hinterlandı alanındaki devletler ile bir araya gelerek bir merkezi devletler birliği oluşumunu kendisini çevreleyen sınır komşusu devletler ile birlikte meydana getirmesi gerekmektedir. Bugün Almanya ve Fransa gibi eski sömürgecilerin Avrupa Birliği çatısı altında birleşerek ABD’ye karşı çıkan bir alternatif oluşturmaları ülkelerin geleceği açısından yön gösterici bir yaklaşım olarak öne çıkmaktadır. Türkiye Cumhuriyeti bugün Osmanlı sonrası bir orta boy devlet olarak ve eski Osmanlı hinterlandındaki komşu ülkeleri Avrupa ülkeleri gibi bir merkezi coğrafya yapılanmasının birliği altında birleştirerek, yeni dönemde kendi bulunduğu merkezi bölgeyi bugünün koşullarına uygun bir yeni yönün çıkış yolu olarak belirleyebilir. Osmanlı topraklarında diğer büyük devletler ile bölgesel rekabet düzeninde birleşmek, Türkiye’nin yönünü doğu, batı ya da kuzey ve güney hatlarından daha çok bulunduğu merkezi noktayı güçlendirmek üzere, MERKEZİ YÜKSELİŞ kavramı ile orta alanda öne çıkış noktası esas alınmalıdır. Türkiye önümüzdeki dönemde doğu ve batı bloklarının çökerek dağıldığı aşamada, hiçbir yöne gitmeyecek ya da kaymayacak ama, kurulu bulunduğu merkezi coğrafyadan dayanak noktası olarak yararlanabilecektir. Orta dünyanın merkezi konumunda Türkiye, Ankara merkezli bir çizgide yeniden örgütlenerek, dünyanın en güçlü devletlerinden birisi olabilecektir. Merkez noktasının çıkış noktası ile aynı olması durumu dikkate alınarak merkezde güçlenme sağlanırken, Türkiye ağır sanayi, elektronik ve savunma sanayilerinde hızlı bir ilerleme kaydederek, devletin güçlenme çizgisinde bir yükseliş oluşumu yaratmak zorundadır. Bu çerçevede Türkiye’nin yirmi birinci yüzyılda izleyeceği yön, kendi duruş ayaklarının güçlenmesiyle birlikte merkezdeki güçlenmeyi en üst noktalara çekerek, aynı zamanda bir yükseliş trendinin de öne çıkartılmasını gerektirmektedir. Bu nedenle yeni dönemde Türkiye’nin yönünün, MERKEZİ YÜKSELİŞ kavramı ile belirlenmesi, var olan koşullar çerçevesinde Türkiye için çok yararlı olacaktır.