Twitter
Visit Us
YOUTUBE
YOUTUBE
LINKEDIN
Share

TÜRKİYE’NİN B PLANI: Merkezi Devletler Birliği (MEDEB)

Dünyanın Merkezi

Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılması üzerine, dünyanın merkezi bölgesinde bir otorite boşluğu meydana gelmiştir. Tarihsel süreç içerisinde bu bölgeye bakılırsa, dünyanın merkez gücünün Osmanlı coğrafyasından çıktığı görülmüştür. Tarihin ilk döneminde, Asya’da kurulmuş olan büyük devletler, dünyanın merkezine yöneldikleri aşamada, bu bölgeyi ele geçirmek istemişlerdir. Asya’dan gelen Cengiz Han, Timur Han ve İlhan Han gibi imparatorların orduları, dünyanın merkezi coğrafyasını ele geçirmek istemişlerdir. Asya’nın büyük devletleri gibi, Avrupa’nın büyük güçleri de Osmanlı İmparatorluğu’nun kurulmuş olduğu bölgeyi ele geçirmek için çeşitli girişimlerde bulunmuşladır. İran’da kurulan Pers imparatorluğu gibi Makedonya’da kurulmuş olan İskender İmparatorluğu da bu coğrafyayı kontrol altında tutmak istemiştir. Avrupa Hıristiyan olduktan sonra, tam on bir Haçlı seferi, bu bölgeyi ele geçirmek ve Hıristiyanlaştırmak için düzenlenmiş ve saldırıya uğrayan halkın direnmesi yüzünden bu tür planlar gerçekleşememiştir. Napolyon Fransa merkezli bir Büyük Avrupa’yı gerçekleştirmek isterken, gene bu bölgeye saldırmış, Hitler ise Avrupa merkezli bir Büyük Avrupa devleti kurmaya çalışırken, Osmanlı İmparatorluğu’nun çökmesi sonucunda otorite boşluğu alanına dönüşmüş olan bu bölgeyi ele geçirmek için planlar yapmıştır. Avrupa kıtasını denetimi altına almak isteyen güçler ile Avrupa’da kurulmuş olan büyük imparatorluklar, kendisini dünyanın jeopolitik merkezi olan Orta doğu bölgesini ele geçirmek zorunda hissetmişlerdir. Bu yüzden Bağdat kenti tarihin her döneminde saldırı ve tahribat ile karşılaşmıştır.

Batı uygarlığının merkezi bu bölge olmuştur. Uygarlık tarihi incelendiği zaman, Avrupa’ya kaynaklık yapan birikimin eski Yunan’dan doğduğu görülmektedir. Eski Yunan’a eski Mısır, Mısır’a da Mezopotamya uygarlık beşiği olarak kaynaklık yapmışlardır. Günümüz süper gücü olan ABD’yi yaratan da Avrupa uygarlığıdır. Avrupa ise birikimini, eski Yunan ve Roma döneminden gelen miras ile gerçekleştirmiştir. Kısaca dünya tarihinin oluşumunda Orta doğu denilen bölge ana merkez olarak işlev görmüştür. Milat sonrası dönemde dünya gücünü eline geçiren siyasal yapılar ya da devletler, bu nedenle Orta doğu bölgesini kendi denetimleri altında tutmak istemişlerdir. Bu yüzden bölgenin insanları ve devletleri tarih boyunca dış saldırılardan ve hegemonya mücadelelerinden kurtulamamışlardır.

Orta Doğu’da kurulmuş olan devlet yapıları, jeopolitik konumları gereği, Asya ve Avrupa arasında kaldıkları için, tarihin her döneminde ya Asya ya da Avrupa güçlerinin hedefi konumunda olmuşlardır. Bölgeye yönelik Asya ya da Avrupa kaynaklı saldırılar tarihin her döneminde görüldüğü gibi günümüzde de ortaya çıkmıştır. Bu kez saldırı, bir başka kıtadan, okyanus ötesi Amerika’dan kaynaklanmaktadır. Okyanus ötesi bir kıtadan, on bin kilometrelik mesafeyi aşarak gelen dünyanın yeni süper gücünün bölgede yerleşmeye çalışması, bu bağlamda bakıldığında tarihin dinamiklerine uygun bir gelişme olarak görülmektedir. Avrupa’nın bütünleştiği, Asya’nın büyük güçlerinin yavaş yavaş dünya sahnesinde ağırlıklarını hissettirmeye başladığı bir dönemde; okyanus ötesi gücün dünyanın ana karası olan Avrasya bölgesini kendi kontrolü altında tutma zorunluluğu ortaya çıkmakta ve bu nedenle de ABD, kendisini yaratan ve kendinden önce dünyanın egemeni olan diğer Atlantik gücünü de yanına alarak, dünyanın jeopolitik merkezine girmektedir. Böylesine büyük bir operasyon gerçekleşirken üç yüz yıllık Siyonizm’in ve bu harekete bağlı olarak Siyonist lobilerin son derece etkin çalıştıkları ve yarım yüzyıl önce kurulmuş olan küçük Yahudi devletini “Büyük İsrail”e dönüştürme doğrultusunda ellerinden gelen her türlü desteği Atlantik güçlerine sağladıkları görülmektedir. Sadece Yahudi kökenlilerle yetinmeyen bu lobilerin, Tevrat’a inanan Evanjelik Hıristiyanlarla da Büyük İsrail Projesi doğrultusunda ciddi bir Siyonist ittifakı oluşturdukları görülmektedir.

Dünyanın Merkezi Üzerindeki Projeler

Bu proje, Osmanlı İmparatorluğu’nun hasta adam düzeyine geldiği 19. yüzyılın ortalarında Yahudi asıllı İngiliz Başbakanı Benjamin DİSRAELLİ tarafından hazırlanmış olan, “Dörtlü Konfederasyon” planının yeni bir versiyonu olarak devreye girmiştir. Osmanlı İmparatorluğu merkezi gücünü kaybederek sarsılmaya başladığı bir aşamada; Rus İmparatorluğu ile İngiliz İmparatorluğu dünyanın merkezi devletini hasta adam olarak ilan etmişler ve gücünü kaybeden imparatorluğu paylaşmak için birbirlerini yoklamaya başlamışlardır. Bir Yahudi başbakanın yönetimindeki İngiliz İmparatorluğu, Siyonizm’in ana hedefi olan İsrail’i kurmak ve bu doğrultuda Yahudileri Filistin’de toplamak olduğu için, bu amacı da gerçekleştirecek bir planı, dünya dengelerini dikkate alarak yavaş yavaş uygulamaya başlamışlardır. 20. yüzyıla kadar dünyanın batısını keşfetmeye uğraşan insanlığı yeniden dünyanın doğusuna yönlendirme noktasında oryantalizm çalışmaları başlamış ve dünyanın bütünleştirilmesi noktasında, Batı’nın yanı sıra Doğu’nun da kontrol altına alınması gereği ortaya çıkmıştır. Batı’nın egemen gücü bu doğrultuda dünyanın merkezi alanına sahip çıkmak istemiş ve Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılmasından sonra meydana gelen otorite boşluğu alanında yeni bir siyasal yapılanma planlanmıştır.

Günümüzde Orta Doğu’ya Batı’dan gelen güç Avrupa kıtasından değil ama Amerika kıtasından gelmekte ve bir Atlantik ittifakı doğrultusunda kendisinden önceki Atlantik gücü ile ortak bir girişim çerçevesinde, Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılmasından sonra meydana gelen otorite boşluğu alanını doldurmak üzere devreye girmektedir. İngiltere’nin eski Osmanlı alanında meydana gelen otorite boşluğunu “Şark Meselesi” olarak ilan etmesi ve bu sorunu çözmek üzere Dörtlü Konfederasyon olarak bir “Yakın Doğu Konfederasyonu” kurmak istemesi, Atlantik gücünün dünya hegemonyasına dönüşebilmesi için yüz elli yıl önce yapılmış bir plandı. 20. yüzyıla kadar dünyayı “güneş batmayan” bir imparatorluk olarak yöneten Britanya Krallığı, iki dünya savaşı sonrasında gücünü kaybedince yerine onun yavrusu ve varisi olarak Amerika Birleşik Devletleri geçmiştir. İkisi de Atlantik gücü olduğu için Atlas Okyanusu’ndan bu bölgeye baktıkları zaman, dünyanın merkezinin Avrupalı ve Asyalı güçlere bırakılmaması gerektiğini görüyorlar ve dünyanın merkezine gelerek burada kendi güçlerinin merkezde yer alacağı bir bölgesel konfederasyon kurmayı planlıyorlardı.

İngiltere açısından, Osmanlı İmparatorluğu çöktüğü zaman meydana gelen otorite boşluğu alanının, başka bir güce bırakılmaması gerekiyordu. Bu noktada; Almanya’nın doğuya ilerlemesi, Rusya’nın güneye inerek sıcak denizlere ulaşması, Arapların bir araya gelerek bir Arap Birliği Konfederasyonu kurmaları, İran’ın önderliğinde Abbasi ya da Emevi İmparatorluğu benzeri yani bir İslam Birliği Konfederasyonu oluşturulması, Osmanlı topraklarında yaşayan Türklerin yeniden eski Selçuklu İmparatorluğu alanına yönelerek bir Türk Birliği yapılanması yaratması, ya da Asya’nın büyük güçleri olan Rusya, Çin ve Hindistan’ın sahip oldukları milyonlarca Müslüman nüfustan yararlanarak bu bölgeye sahip olmalarının önlenmesi gerekiyordu. Aynı şekilde, İtalya’nın Doğu Akdeniz’de yeni bir Roma İmparatorluğu arayışının, Fransa’nın 11. yüzyılda Filistin’de kurduğu Latin Devleti planı ve bu doğrultuda Ermenileri kullanarak ve Hıristiyan Süryanilerden yararlanarak, Suriye Devleti ya da Büyük bir Ermenistan yapılanmasını gündeme getirmesinin de önlenmesi gerekiyordu. İngiltere merkezli dünya, Osmanlı sonrasında ortaya çıkan Şark sorununun çözümü için Dörtlü Konfederasyon planını gündeme getiriyordu. Bu doğrultuda; Balkanlarda, Anadolu’da, Kafkasya’da ve Orta Doğu’da etnik topluluklar ve cemaatlerden oluşan küçük devletlerin federasyon kurmasını ve oluşacak bu dörtlü federasyonun daha sonra “Yakın Doğu Konfederasyonu” adı altında İngiltere’nin güdümünde, İstanbul merkezli bölgesel yapılanmaya götürülmesini hedefliyordu. Bir anlamda İngiltere, Anglosakson egemenliği üzerinden yeni bir Bizans Projesi’ni devreye sokuyordu.

Eğer I. ve II. Dünya Savaşları sonrasında, Büyük Britanya İmparatorluğu eski gücünü koruyabilseydi; Londra merkezli dünya yapılanması çerçevesinde Yakın Doğu Konfederasyonu Osmanlı sonrasında bir siyasal merkez olarak gerçekleştirilecekti. Yeni yükselen güç olarak Almanya’nın tasfiye edilmesinde İngiltere çok zorlanınca; II. Dünya Savaşı sonrasında yeni dünya yapılanması. Amerika Birleşik Devletleri ve Sovyetler Birliği dengesinde yeni bir dünya düzeni, soğuk savaş aşaması olarak gündeme geliyordu. Soğuk savaş yıllarında İngiltere’nin yerini bütünüyle Amerika alıyor ve dünyadaki İngiliz egemenliği ile kurulmuş olan Atlantik inisiyatifi düzeni, Amerika’nın denetimi altına giriyordu. İşte bu aşamada, ABD, II. Dünya Savaşı’nın hemen sonrasında geleceğe dönük yeni bir plan hazırlayarak; Sovyetler Birliği’nin yıkılmasından sonraki dönem için yavaş yavaş yeni girişimlerde bulunuyordu.

Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliği macerasıyla hem Türkiye hem Avrupa kamuoyu oyalanırken; ABD’nin soğuk savaş sonrası için geliştirmiş olduğu Büyük Ortadoğu Projesi hazırlanıyordu. II. Dünya Savaşı sonrasında bölgeye gelen ABD, Filistin’de İsrail devletini kurdurduktan sonra, İsrail merkezli bir Büyük Orta doğu için çaba göstermiştir. Bu doğrultuda, Türkiye’nin NATO’ya girmesinden yararlanılmış; Türkiye Cumhuriyeti’nin ülkesi, Amerika’nın bölgeye girişi için bir giriş kapısı konumuna getirilmiş; İncirlik ve benzeri NATO üsleri ABD merkezli dünyanın güvenlik arayışı çerçevesinde kullanılmıştır. Türkiye Atlantik İttifakı’nın, bölgeye girişinde merkezi üs olarak kullanılırken, “stratejik müttefik” olarak ilan edilmiş ve böylece ABD planlarına uyumlu olması sağlanmış ama aynı zamanda bölgenin merkez ülkesi olması nedeniyle, Atlantik İttifakı’nın bölgede gerçekleştirmeye çalıştığı yeni siyasal düzene uyum için dönüştürülmeye de çalışılmıştır. İsrail’in büyük bir bölgesel federasyona dönüşebilmesi için; Türkiye Cumhuriyeti, Avrupa kapısında, Avrupa Birliği ilkeleri doğrultusundaki uygulamalarla dönüştürülmeye çalışılmıştır. Bu süreçte Türkiye, Avrupa’ya tam üye olabilmek için uyum programları çerçevesinde birçok ödün vermiş ama buna rağmen Avrupa Birliği’nin dışında kalmıştır. Avrupa’ya giremeyen Türkiye, üye olma sürecinde vermiş olduğu ödünlerle yapısal bir dönüşüm içine sürüklenmiş ve bu aşamada İsrail merkezli bölgesel yapılanmanın istediği gibi, Büyük İsrail Projesi’ne uygun bir duruma getirilmiştir. İsrail de tıpkı İngiltere gibi, küçük küçük eyaletlerden oluşacak devletçiklerin bir araya gelmesinden oluşacak bir bölgesel konfederasyon arayışını gerçekleştirmeye çaba göstermiştir. Bu plan doğrultusunda Kürdistan’ın kuruluşu gündeme gelmiş, İsrail’in organizasyonu ve ABD’nin desteği ile bölgeye yeni bir devlet olarak getirilen Kürdistan projesi fiilen zorlanarak kurulmuştur.

ABD merkezli Ortadoğu Projesi; İngiltere’nin alternatifi olarak Osmanlı alanını düzenlemek değil, Sovyetler Birliği’nin çökmesinden yararlanılarak dünyanın tek süper gücü olarak hegemonyaya dayanan küresel bir düzen kurmak olduğu için; Osmanlı hinterlandı merkez alındıktan sonra buna dünyanın merkezi belgesinde bulunan İslam coğrafyası da eklenmiştir. Fas’tan Endonezya’ya kadar, bütün Kuzey Afrika, Orta doğu, Kafkasya, Orta Asya ve Güney Asya İslam coğrafyası olarak bu projenin içinde yer almıştır. Osmanlı’dan kalma önemli bir Müslüman nüfus barındırdığı için Balkanlar’ı da bu Müslüman coğrafyasına eklemek mümkündür. Bosna ve Arnavutluk gibi Müslüman ülkelerin halkının dinlerine sahip çıkması, Osmanlı mirasının Balkanlar’da günümüze kadar devam etmesini sağlamıştır. Bu kadar geniş bir alana yayılan Müslüman ülkeleri tek bir projenin denetimi altında kontrol etmekte zorlanınca ABD projenin adını değiştirerek; “Genişletilmiş Kuzey Afrika ve Orta Doğu” adı altında yeni bir proje uygulamasını gündeme getirmiştir. Amerika böylece, İngiltere’nin Şark Meselesi’nin çözümü için hazırladığı, dört federasyona dayanan Yakın Doğu Konfederasyonu yerine, gene Osmanlı ülkesini merkez alacak ama doğu ve batıya doğru genişleyen ve Müslüman ülkelerin hepsini kucaklayan bir hegemonya projesini; “Büyük Ortadoğu” adı altında devreye sokmaya çaba gösteriyordu.

Milat sıralarında Roma İmparatorluğu, dünyanın merkezi bölgelerini ele geçirirken, bölgedeki tek tanrılı din devleti olan İsrail’i hedef almış ve bu devleti yıkarak tek tanrılı dine tapan Yahudileri hem dağıtmış hem de kitleler halinde öldürmüştür. Ülkelerinden iki bin yıl önce kovulmuş olan Yahudiler, dünya ülkelerinde göçebelik yapmaktan yorulmuş ve kimliklerini gizleyerek yaşamaktan kurtulmak üzere yeniden Filistin bölgesinde yeni bir Yahudi devleti kurabilmek için harekete içmişlerdir. 15 yüzyıl boyunca Avrupa ve Akdeniz kıyılarında ticaret ile uğraşan Yahudiler, daha sonraları sömürge imparatorlukları ile dünyaya yayılmışlar ve dünya ekonomisini ele geçirdikten sonra sahip oldukları ekonomik ve siyasal güç ile yeniden eski ve kutsal topraklarına gelerek bir Yahudi devleti kurabilmenin arayışı içinde olmuşlardır. 20. yüzyılın başlarında İngiliz yönetimini kullanarak Filistin bölgesine yerleşmeye başlayan Yahudiler, II. Dünya Savaşı’nın hemen ertesinde de resmen bir Yahudi devleti olarak İsrail’i kurmuşlardır. İki bin yıl sonra yeniden bir Yahudi devletinin Orta Doğu’da kurulmuş olması, bölge ve dünya dengelerini sarsmış ve bu devlet kurulduktan sonra bölgedeki çatışmalar sürekli olarak tırmanmış ve günümüze kadar gelip dayanmıştır. İsrail devletinin elli yıllık tarihi tam bir savaş ve çatışma tarihi olarak geçmiştir. Çevresindeki Müslüman devlet baskısından kurtulmak isteyen İsrail, bu doğrultuda Büyük İsrail Projesi’ni hazırlamış ve ABD’den yararlanarak uygulamaya başlamıştır.

İngiltere merkezli Yakın Doğu Konfederasyonu, Amerika merkezli Büyük Ortadoğu Projesi, İsrail merkezli Büyük İsrail Projeleri’nin hepsi de Osmanlı İmparatorluğu’nun alanında kendi egemenliklerini kurmak isteyen ülkelerin emperyalist girişimlerdir. Bu alanı Atlantik güçlerine ya da Yahudilere bırakmak istemeyen Avrupalıların Büyük Avrupa Projesi de bu doğrultuda devreye girmektedir. Laik, üniter, ulusal ve çağdaş bir cumhuriyet modeli çerçevesinde Türkiye Cumhuriyeti’ni içine almak istemeyen Avrupa Birliği, Türkiye’nin üyelik sürecini uzatarak, müzakere döneminde Türkiye’yi dönüştürmeyi ve bundan sonra da ikinci bir Yugoslavya deneyini gerçekleştirerek, Anadolu’da kurulacak Hıristiyan eyaletlerini, eski Yugoslavya cumhuriyetlerine benzer biçimde içine almaya yönelmektedir. Büyük Avrupa Projesi, Atlantik’ten Urallara kadar uzanırken, bütün Osmanlı coğrafyasında Avrupa standartlarına uygun küçük devletçikler oluşturmayı hedeflemektedir. Bu bölgelerden Müslümanlığı tasfiye etmeyi hedefleyen Batı Avrupa merkezli Büyük Avrupa Projesi; Avrupa’nın doğusuna, Yeni Bizans Projesi biçiminde Avrupa hegemonyasının yayılması anlamına gelmektedir. Berlin merkezli Büyük Avrupa’nın kurulduğu gün, Balkan, Kafkas, Anadolu ve Orta doğu eyaletleri Hıristiyanlaşarak Avrupa Birliği’nin içinde yer alacaklar, böylece Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşü ile meydana gelen Şark Meselesi Avrupa merkezli yapılanma ile çözüme kavuşturulacak. Yani Atlantik güçlerine, Asya güçlerine, Yahudi egemenliğindeki Büyük İsrail Projesi’ne dünyanın merkezi alanı bırakılmayacaktır. İran merkezli bir İslam Birliği’ne ya da Çin, Hindistan, Rusya gibi Asya’nın büyük dev ülkelerinin, dünyanın merkezinde etkinlik kurmalarına izin verilmeyecektir.

Osmanlı sonrası dönemde gündeme gelen Sovyet Devrimi, dünyanın kuzey yarı küresinde bir büyük ideolojik imparatorluğu ortaya çıkarmış ama bu siyasal yapı yetmiş yıl içinde çökmüştür. Sovyetler Birliği sayesinde tüm Kuzey Asya’da ve Doğu Avrupa’da hegemonya kurmuş olan Rus devleti, sonradan ilan ettiği “Yakın Çevre Doktrini” çerçevesinde eski Sovyet Cumhuriyetleri’nin bazılarını “Bağımsız Devletler Topluluğu” adı altında gevşek bir konfederasyon olarak kendisine bağlamış ve eskisi gibi dünyanın merkezi alanı olan Avrasya kıtasını Rus egemenliği altında tutabilmek için girişimde bulunmuştur. İran’ı kendine stratejik partner seçen Rusya Federasyonu, izlediği Avrasya siyasetinde Türkiye’yi de yanına alarak Bağımsız Devletler Topluluğu’nun alanını eski Osmanlı hinterlandına genişletmek istemekte, böylece Rusya’nın kontrolü altında bir Türkiye ile, Avrupa ve Atlantik güçlerin Orta Doğu’ya girmelerini önlemek istemektedir. Ayrıca, İsrail Merkezli bir Orta Doğu yapılanmasının Kafkaslar’a ve Orta Asya’ya uzanması, Rusya’nın hiç de işine gelmemektedir. Bağımsız Devletler Topluluğu ile Avrasya’yı denetiminde tutacak olan Rusya, Türkiye’yi da yanına alarak Büyük İsrail Projesini önlemek istemekte, Avrupa ve Amerika’nın bölgeye girişinin önünü kesmeye çalışmaktadır.

Osmanlı İmparatorluğu sonrasında meydana gelen otorite boşluğunun yarattığı Şark Meselesi’nin çözümünde Rusya, Çin ve Hindistan; Doğu güçleri olarak, belirli bir rekabet içinde bulunmaktadırlar. Her üç ülkenin vatandaşları arasında milyonlarca Müslüman nüfus bulunması, Asya’nın dev ülkelerini, Ortadoğu’nun Müslüman ülkelerini etkilemek açısından şanslı bir konuma getirmektedir. Bir buçuk milyarlık Çin ve Hindistan ile yüz elli milyonluk Rusya Federasyonu, sahip oldukları Müslüman vatandaşları ile Orta Doğu’nun İslam topluluklarını doğrudan etkileyebilme ve kendi doğrultularında yönlendirebilme imkanını değerlendirmeye çalışmaktadırlar. Batılı ülkeler ve güçler arasındaki hegemonya kavgasında, Batı dünyası Orta Doğu’nun geleceği için anlaşamazsa, ortaya çıkacak çözümsüzlük ortamında Batı’nın dünyanın merkezi alanındaki kontrolünü bütünüyle kaybetmesi gündeme gelecek, bu durumdan da dünyaya açılan Asya’nın dev ülkeleri yararlanabileceklerdir. Çin ve Hindistan kendi içlerinde barındırdıkları Müslüman topluluklarla Orta doğu ülkeleri ile daha yakın ilişkiler kurabilecekler, bu bölgede oluşturulabilecek bir İslam Birliği’ni kendilerine bağlayabileceklerdir. Hindistan, İran üzerinden; Çin ise, Orta Asya üzerinden Ortadoğu İslam toplulukları ile doğrudan temas kurabilecekler ve onların etkin olacağı böylesine bir siyasal yapılanma Türkiye’yi de kendiliğinden içine çekebilecektir. Bölgesel bir İslami yapılanma bir Müslüman ülke olarak Türkiye’yi Asya merkezli İslami entegrasyonun parçası durumuna getirecek, Avrupa’nın yanı başında Batı’nın çağdaş uygarlığı ile bütünleşmek için yola çıkan Türkiye Cumhuriyeti’nin laik cumhuriyet yapısı kendiliğinden sarsılacaktır. Çin, Hindistan ya da Rusya’nın kontrolü altına girmiş bir İslam dünyası içinde yer alacak bir Türkiye, tıpkı Avrupa Birliği sürecinde olduğu gibi bağımsızlığını yitirmek tehlikesi ile karşı karşıya kalacaktır.

Amerika Birleşik Devletleri’nin küresel hegemonyasına karşı Avrupa ülkeleri bir kıtasal konfederasyona giderken, Asya ülkeleri de benzer arayışlara yönelmişlerdir. 20. yüzyılda dünyanın merkezi konumuna gelen New York’a karşı Çin, Şanghay kentini 21. yüzyılın dünyasının merkezi olmaya aday bir kent olarak çıkartırken; bu kentin adı ile anılan Şanghay İşbirliği Örgütü’nü de, bir kıtasal ittifak olarak gündeme getirmektedir. Avrupa Birliği’ne yarım yüzyıldır üye olmak için çırpınan Türkiye, sonuçsuz kaldığı bir aşamada, geleceğin Asya entegrasyonunun çekirdeğini oluşturacak Şanghay İşbirliği Örgütü’ne üye olabilmek için çağrı almaktadır. Çin ve Rusya, Türkiye üzerindeki Batı hegemonyasını ortadan kaldırabilmek amacıyla Atatürk’ün Cumhuriyet devletini, Asya’nın gelecekteki birliğinin çekirdeğini oluşturan Şanghay İşbirliği Örgütü’ne üye olmak için dolaylı yollardan zorlamaktadırlar. Türkiye bu örgüte tam üye olarak girerse hem Avrupa Birliği’nden hem ABD’den uzaklaşır. Böyle bir durumda, İsrail devleti tek başına Orta doğu’ da ayakta kalamaz ve zamanla dağılır gider.

Osmanlı devletinden kalan topraklarda hak iddia eden ve kendine bağlı bir hegemonya düzeni kurmak isteyen emperyal projelere karşılık, bölge ülkelerinin de kendilerine göre gelişmek için izledikleri planlar bulunmaktadır. Bölgenin en büyük topluluğunu oluşturan Arapların, Arap devletlerini bir araya getiren bir Büyük Arap Birliği projesi vardır, Mısır’ın başında Arap milliyetçisi bir önder olarak Nasır varken, Mısır ve Suriye’nin Birleşik Arap Cumhuriyeti adı altında birleşmeleri gündeme gelmiştir, Bölgedeki Batı emperyalizmine ve İsrail’e karşı gündeme getirilen bu modeli Sovyetler Birliği desteklemiştir ama Batılı güçlerin devreye girmeleri ile beraber Birleşik Arap Cumhuriyeti yapılanması çok kısa ömürlü olmuştur. Irak, Ürdün ve Suudi Arabistan gibi Arap devletlerini içine alamayan Birleşik Arap Cumhuriyeti girişimi Batılıların engellemeleri ve İsrail’in provokasyonları ile başarısız kılınmıştır. Nasır iktidardan düştükten sonra ise, Araplar arasında böylesine bir siyasal birlik oluşturma girişimi görülmemiştir. Özellikle Suriye ve Irak gibi Arap ülkelerinde, Arap milliyetçisi Baas Partisi iktidar olmasına rağmen, parti içi kanat çekişmeleri ve Batılı emperyal güçlerin engellemeleriyle iki komşu ülke bir türlü bir araya gelememiştir. Bu iki ülke birleşemedikleri için de bölgeye giren Atlantik emperyalizminin saldırıları yüzünden bölünmek ve çökmek zorunda kalmışlardır. Irak bu durumun faturasını çok ağır ödemiş ve iki kez Amerikan saldırısı ile karşı karşıya kalarak yıkılmıştır. Arap Birliği Örgütü’nün de yeterince etkin çalışamaması, Arap ülkelerinin bir araya gelerek bölgesi birlik oluşturmalarını önlemiştir. Bu nedenle, Osmanlı sonrası dönemde bu bölgede bir Arap Birliği’nin oluşturulması projesi yürümemiştir.

Bölgenin Arap olmayan büyük ülkesi İran ise, Müslüman kimliği ile bütün Orta Doğu’nun İslam topluluklarına öncülük etmek istemiştir. Soğuk savaşın son döneminde Sovyetler Birliği’ni çökertmek üzere Avrupa emperyalizminin desteği ile İran’ın başına getirilen Humeyni, yeşil kuşak stratejisi doğrultusunda Orta Asya’ya değil ama Ortadoğu’ya bir İslam Birliği için yönelince, ABD’nin desteği ile Irak, İran’a saldırmıştır. Dokuz yıl süren savaş sonucunda Irak çökme noktasına gelince Amerikan ordusu I. Körfez Savaşı amacıyla Irak’a girmiş ve Suudi Arabistan’da Merkezi Kuvvetler Komutanlığı’nı kurarak, dünyanın merkezini kendine bağlı bir ordu yapılanmasıyla gerçekleştirmiştir. Bu komutanlığın kurulmasından sonra Amerika Birleşik Devletleri Orta doğu ile ilişkilerini devletten devlete bağlantılarla değil ama doğrudan kendine bağlı askeri birlikler aracılığı ile yürütmüştür. Bu durumdan yararlanarak diğer projeleri önlemiş ama askerleri aracılığı ile hem Büyük Orta doğu hem de Büyük İsrail projelerinin önünü açmıştır. ABD halen bu düzen ile geleceğe yönelik projelerini bölgede dayatmacı biçimde uygulamaktadır.

Bölgesel Projeler ve Türkiye

Eski Osmanlı ülkesinin geleceği ile herkes ilgilenirken ve bu bölgede kendisinin merkezinde olacağı ve gene kendisine bağımlı olacak bir siyasal yapılanmanın peşinde koşarlarken, Osmanlı İmparatorluğu’nun mirasçısı olarak merkezi topraklar üzerinde kurulmuş Türk devletine kimse düşüncesini sormamaktadır. Bölgenin merkezinde bir Türk devleti olarak kurulmuş olan Türkiye Cumhuriyeti’nin orta boy bir ülke olarak geleceğe dönük bir gelişme stratejisinin olabileceği kimsenin aklına gelmemektedir. Dünyanın jeopolitik merkezinde yer aldığı için son derece önemli bir konuma sahip olan Türkiye Cumhuriyeti’nin merkezinde yer alabileceği bir yeni bölgesel yapılanmanın olabileceğini doğal karşılamak gerekirken, emperyalizmin ve Siyonizm’in işbirlikçileri böylesine bir ihtimali önlemek ve devre dışı bırakabilmek için Türkiye üzerine var güçleri ile abanmaktalar ve ellerindeki parasal olanakları seferber ederek; Türkiye’nin önemli kesimlerini maddi çıkar karşılığında kendi çıkarları için yönlendirmeye çalışmaktadırlar. Sovyetler Birliği’nin yıkılmasından sonra soğuk savaş döneminin koşullarının ortadan kalkmasına rağmen sanki soğuk savaş devam ediyormuş ve sanki Batı Bloku varmış gibi hareket ederek Türkiye’nin uyanmasını önlemeye çalışıyorlar, psikolojik savaş stratejilerini, parasal olanakları ile satın aldıkları İstanbul medyası aracılığı ile gündeme getiriyorlar, gazeteler ve televizyon kanalları ile psikolojik yönlendirme taarruzunu Türk toplumu üzerinde kararlı ve ısrarlı biçimde yürütmektedirler. Bu nedenle, Türk toplumunun uyanması ve değişen koşulları algılaması zaman almıştır. Sovyetler Birliği’nin yıkılmasından sonra geçen on beş yıllık bir süre sonunda Türkler, Yeni Dünya Düzeni’nin anlamını ve küreselleşmenin süper bir emperyalizm olduğunu kavramaya başlamışlardır.

Orta boy ülkeler, küçük ülkelerle beraber, büyük ülkelerin ve emperyalist güçlerin çekişme alanı konumundadırlar. Dünya hegemonyasına ya da bölgesel egemenliğe yönelen bütün emperyal devletler, küçük ve orta boy ülkeler üzerinde egemenlik yarışı içinde olurlar. Son on beş senedir Türkiye üzerinde, Batı Bloku’nun üç merkezi olan ABD, AB ve İsrail hegemonya çekişmesi içine girmişlerdir. ABD’yi yönlendiren Yahudi lobileri İsrail’in çıkarları doğrultusunda Amerikan baskısını Türkiye üzerinde sürdürürlerken, Avrupa ülkeleri de Avrupa Birliği sürecinden yararlanarak, Türkiye üzerinde etkin olmak ve ülkeyi istedikleri hedeflere doğru yönlendirmek istemişlerdir. Türkiye bu yüzden, bir türlü toparlanamamış eski müttefiklerinin baskıları ile onların çıkarları doğrultusunda bir yerlere çekilmek istenmiştir. Bu olumsuz koşullara rağmen gene de bir avuç vatansever Türk aydını, Atatürk’ün Cumhuriyeti’nin bağımsız geleceğini değişen dünya koşullarında yaptıkları çalışmalarla belirlemeye çalışmışlardır. Yüz yıllık cumhuriyetin ve bu devleti kuran Kuvay-ı Milliye mücadelesinin birikimi, Türkiye’nin bağımsız gelecek arayışını etkilemiştir.

Türkiye Cumhuriyeti, I. Dünya Savaşı sonrasında ortaya çıkmış ulus devlet olarak, 20. yüzyılda yoluna devam ederek 21. yüzyıla ulaşmıştır. O dönemin koşullarında, imparatorlukların yıkıldığı bir aşamada, Avrupa’nın önde gelen ülkelerinde geçerli olan devlet model olarak ulus devlet biçiminde kurulan Türkiye Cumhuriyeti, daha sonra ülke koşullarına uygun kendi modelini oluştururken, üniter ve laik bir cumhuriyet devleti rejimine yönelmiştir. Soğuk savaşın hassas dengelerinde kendi modelini koruyabilen Türkiye Cumhuriyeti’ne, 21 yüzyılın başlarında dünyanın egemen güçleri tarafından karşı çıkılmaktadır. I. Dünya Savaşı sonrasında bir Ulusal Kurtuluş Savaşı yaparak ayakta kalan, bu yoldan kendi bağımsız devletini kuran Türk ulusuna, devlet olarak yoluna devam etme hakkını, bu bölgenin geleceği için plan ve projeleri olan egemen güçler izin vermek istememektedirler. Uluslararası hukuka göre her ulusun devlet kurma hakkı olduğu gibi her devletin de değişen dünya koşullarında var olma hakkı bulunmaktadır. Her ulus ve her devlet için geçerli olan bu durum, Türkiye Cumhuriyeti ve Türk ulusu için kabul edilmek istenmemektedir. Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılması ile ortaya çıkan boşluk alanında, kendi bağımsızlığı için savaşan bir halk, ulusal kurtuluşu gerçekleştirdikten sonra kendi ulus devletini kurmuştur. Lozan Antlaşması ile uluslararası düzende tanınmış olan Türkiye Cumhuriyeti’ni devlet olma hakkını ve kurulduğu gibi kendi modeli ile yoluna devam etme şansını hiçbir otorite elinden alma hakkına sahip değildir.

Yeni Dünya Düzeni sürecinde, bu bölgede kendi planlarını gerçekleştirmek isteyenler hem Türk ulusunun elinden bağımsız bir siyasal varlık olarak var olma hakkını hem de bu ulusun kurmuş olduğu devletin bağımsız bir siyasal organizma olarak yaşama hakkını ortadan kaldırmak istemektedirler. Dünyanın ortasındaki diğer ülkelere de göz dikerken, Irak için uyguladıkları saldırganlığı, merkez bölgenin diğer orta boy ülkeler için de geçerli kılmak istemektedirler. Konunun jeopolitik hesapları olmakla beraber; petrol ve doğal kaynaklara el koyma planları ile dinsel amaçla kutsal topraklara el koyma planları Osmanlı arazisi üzerindeki bütün devletleri tehdit etmektedir. Türkiye, Osmanlı ülkesinin merkez ülkesi olarak emperyalist saldırganlığın baş hedeflerinden birisi konumundadır. Bu nedenle de tasfiye edilme sürecine zorlanmakta, Atatürk’ün bağımsız Türkiye Cumhuriyeti zaman içerisinde tasfiye edilirken, bir yandan da bölgesel bir konfederasyonun temelleri atılmaktadır. Ama bu konfederasyonunun nereye bağlı olacağı, kim tarafından yönetileceği ve merkezinin neresi olacağı daha belirlenmiş değildir. Batılı emperyal güçler arasındaki çekişmeler bu durumun yapısını belirleyecektir. 1. Dünya Savaşı sonrasında baskı altına alınarak, kontrol altında tutulan Türkiye Cumhuriyeti, Sovyetler Birliği’nin yıkılması sürecinde de yoğun bir psikolojik savaş yönlendirmesine maruz kalmış ve bu nedenle de Türk halkının uyanarak gerçekleri görmesi engellenmiştir. II. Dünya Savaşı sonrasında gündeme gelen Avrupa ülkelerinin birleşmesi konusu, Türk kamuoyunun önüne atılmış, Türkiye sürekli olarak Avrupa Birliği’ne üye olma hayali ile oyalanırken dünyanın egemen gücü olan Atlantik İttifakı Türkiye üzerinden Osmanlı alanına girmiş ve dünyanın merkezi bölgesinde geleceğe dönük kendi planları doğrultusunda örgütlenmiştir. Amerika merkezli Büyük Ortadoğu Projesi, İsrail merkezli Büyük İsrail Projesi ile beraber yürürlüğe konulmuştur. Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne üyeliği konusu gündeme getirilerek yarım yüzyıla yakın bir süredir oyalandığı, 17 Aralık kararlarıyla bir kez daha ortaya çıkmıştır. Fakat bu süre içinde Avrupa Birliği uyum paketleri ile Türkiye’nin içine girerek Türkiye üzerinden Orta Doğu’nun yeniden yapılanmasında yer almıştır.

Türkiye, Avrupa ile oyalanırken ABD, NATO aracılığı ile Ortadoğu’nun gelecekte kendi planlarına göre yapılandırılmasına çalışmış ve Türkiye üzerinden bölgeye dönük girişimlerini sürdürmüştür. Daha önce ifade edildiği üzere aslında Büyük Ortadoğu Projesi, özü itibarıyla Büyük İsrail Projesidir. Amerikan devletini ve başkentini işgal eden Siyonist lobiler Tevrat doğrultusundaki bu projeyi zorla ABD’ye uygulatıyorlar ve Türkiye’deki gayrimüslim lobileri de işbirlikçi olarak kullanıyorlardı. Basın ve medya aracılığı ile bu lobiler Büyük İsrail ve Büyük Ortadoğu projeleri doğrultusunda Türk toplumunu psikolojik olarak yönlendiriyorlar ama yaptıklarını sürekli olarak Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne üye olması düşüncesine dayandırıyorlardı. Bir anlamda Türkiye Avrupa sopası ile dövülüyor, Avrupa kapısının önünde üyelik için bekletilirken bekleme süreci içinde zorla dönüştürülüyor ve gelecekte Büyük İsrail ya da Büyük Orta doğu projelerinin uygulanabileceği elverişli bir yapıya doğru sürükleniyordu. Görünüşte Türkiye Avrupa için değiştiriliyordu ama gerçekte İsrail’in büyük devletine uygun bir biçimde dönüştürülüyordu. İsrail lobileri Türkiye’nin dönüştürülmesinde, Avrupa Birliği oluşumunu göz boyama doğrultusunda çok iyi kullanıyorlar ve bu doğrultuda gelen tepkiler ile eleştirileri Avrupa üzerinden karşılıyorlardı.

Avrupa ile uğraşmaktan başı dönmüş Türkiye ne Büyük Ortadoğu ne de Büyük İsrail projelerinin devreye girdiğini anlıyordu. Bu işin farkına varan ve bu doğrultuda Türk devletini ve ulusunu uyaran uzmanlar ise toplumdan ve siyasetten dışlanarak gerçeklerin belirginlik kazanması önleniyordu. Son askeri dönem sırasında ABD’ye yakın yönetimin getirmiş olduğu basın cuntası, Türkiye’nin küreselleşme dönemine uygun ama son tahlilde Büyük Orta doğu üzerinden Büyük İsrail’i gerçekleştirecek biçimde dönüştürülmesi için her türlü psikolojik savaş ve yönlendirme işlevini yerine getiriyorlardı. Basın mensupluğundan iş adamlığına terfi eden bu dıştan kumandalı kadro, Türk kamuoyunun gerçekleri görmesini önlemek üzere her türlü yolu deniyordu, Zaman içerisindeki gelişmelerle Türkiye’deki basın Türk olmaktan çıkıyor ve küresel patronların emrinde, Büyük Orta doğu ya da İsrail için kendilerine verilen görevleri yerine getiriyorlardı. Jeopolitik ve stratejik bilgi ve düşünceden uzak kalan Türk kamuoyu da bir psikolojik yönlendirmenin etkisi altında kalıyordu. Ara sıra gerçekleri söyleyen bir bilim adamı ya da yazar ortaya çıktığında ise hemen psikolojik savaş kadrosunun koro halindeki “paranoyaklık” suçlaması ile karşı karşıya kalıyordu. Paranoya, şizofreni ya da komploculuk suçlamasından çekinen Türk aydınları da gerçekleri görmelerine rağmen konuşamıyorlar ve etkin olamıyorlardı.

Soğuk savaşın bitiminden sonraki süreçte yaşanan gelişmeler ve birbirini izleyen olaylar, bazı gerçeklerin gün ışığına çıkması ve daha iyi anlaşılmasına yardımcı olmuştur. Türkiye’nin Atatürk’ün kurmuş olduğu devlet modeli ile Avrupa Birliği içine alınmayacağı kesin olarak anlaşılmıştır. Avrupa’nın ancak Yugoslavya gibi parçalanan ve Hıristiyan eyaletler halinde bölünen bir Türkiye’yi içine almayı planladığı görülmüştür. Böylelikle de Vatikan’ın istediği Yeni Bizans Projesi gerçekleşmiş olacaktır. Büyük Orta doğu ve Büyük İsrail projeleri de öncelikli olarak bir Kürdistan devleti kurmaya yöneldiği için, sonunda Türkiye’nin parçalanmasına giden yol açılacaktır. Bu doğrultuda Büyük Ermenistan, Pontus, İyon ya ve Trakya devletleri projeleri gündeme iliştirilmekte, İstanbul’da ise bir Bizans eyaletinin oluşması için çalışılmaktadır. Yaşanan süreçte Türkiye ne Avrupa’dan ne Amerika’dan ne de İsrail’den beklediği anlayış ve yardımları görmüştür. Sürekli olarak müttefiklik görünümü ile oyalanan Türkiye’yi, Batılı güçler hiçbir zaman ciddiye almamışlar ve sürekli olarak Türkiye’yi, kendi çıkarları için gene kendi planlarına uygun bir yönde kullanmışlardır. Son elli yılda ise dışarıdan getirilen yöneticiler aracılığıyla Türkiye tam bir sömürge yönetimine mahkûm edilmiş ve Türkiye’nin kendi yolunu bulmasına izin verilmemiştir.

2000’li yılların başlarından itibaren ise Türkiye kendi çıkarlarını görmeye ve Batılı emperyalistlerin söylediklerini eleştirmeye başlamıştır. Saldırgan Amerika’nın insan haklarını nasıl ihlal ettiği açıkça ifade edilebilmiş, bütün zorlamalara rağmen Türkiye Cumhuriyeti parlamentosu, Irak savaşına karşı çıkarak asker göndermeyle ilgili tezkereyi reddetmiştir. İsrail ve Amerika’nın pervasız saldırganlıkları karşısında, Türk halkı bu iki ülkeyi saldırgan ve terörist olarak gördüğünü birçok kamuoyu araştırmasıyla göstermiştir. Herkes kendisine göre bir yol izlerken, Türk devleti de ulusal çıkarlarına önem vererek diğer devletlere karşı koymaya öncelik vermeye başlamıştır.

Bugün Türkiye, Avrupa’ya, Amerika’ya ve İsrail’e artık güvenmemektedir. Kendi çıkarlarını tek doğruymuş gibi bize dayatan bu emperyalist güçlerin, Türkiye Cumhuriyeti’ni bitme noktasına getirmek istediği artık daha net anlaşılmaktadır.

Türkiye Cumhuriyeti bitmemek ve yoluna davam edebilmek için Batılı müttefiklerinin emperyalist baskılarından kurtularak, bağımsız bir dış politikaya yönelmelidir. Türkiye, Atatürk’ün döneminde olduğu gibi Türkiye ve Ankara merkezli bir dış politikaya acilen dönerse kendini kurtarabilecektir. Bu aşamada artık, Avrupa, Amerika ya da İsrail merkezli politikalara değil, Ankara ve Türkiye merkezli politikalara öncelik verilmesi gerekmektedir. Şimdiye kadar işbirlikçi İstanbul medyası nedeniyle Türkiye’nin kendi ulusal çıkarlarına uygun bağımsız açılımları kamuoyu önünde yer alamamıştır. Yıkılmakta olan Osmanlı İmparatorluğu’nu otuz üç yıl ayakta tutan Abdülhamit dış politikası ile Batılı emperyal güçlere karşı bağımsızlık mücadelesi yürüten Mustafa Kemal politikası arasında bir yeni sentez arayışının gündeme gelmesi gerekmektedir. Türkiye’yi II. Dünya Savaşı batağından uzak tutan İsmet İnönü dış politikası da bu dönemde Türkiye açısından yeniden önem kazanmaktadır. Dünyanın jeopolitik merkezinde kurulmuş olan orta boy stratejik bir devlet olarak Türkiye, sahip olduğu jeopolitik konumunu kullanarak Ankara ve Türkiye merkezli yeni bir strateji izleyebilirse, bu aşamada hem devlet olarak hem de ulus olarak bulunduğu coğrafyada yerini koruyabilir. Aksi takdirde bu bölgeye yönelik emperyalist planlar uğruna Türkiye Cumhuriyeti’nin dağılması kaçınılmazdır. Dağılma sürecini hızlandırmak için her türlü baskı halen devam etmektedir. Bu tür baskıların ortadan kalkması için Türkiye’nin kendi ulusal planını ortaya koyması gerekmektedir.

“B Planı” Zorunluluğu ve Merkezi Devletler Birliği

Dünyanın batı ve kuzey bölgelerinden gelen emperyalist saldırılara karşı anakaranın merkezi belgesinde yer alan Türkiye Cumhuriyeti’nin yeni bir açılımı gündeme getirmesi gerekmektedir. Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılmasından sonra bu coğrafyanın merkezi bölgesinde orta boy bir bağımsız devlet kuran Mustafa Kemal, Osmanlı’nın geri çekilmesi nedeniyle meydana gelen otorite boşluğu alanını, II. Dünya Savaşı öncesi dönemde doldurabilmek için, Batı’da Balkan Birliği’ni, Doğu da ise Sadabat Paktı’nı gündeme getirmiştir. Eski Osmanlı eyaletleri olan Balkan ülkelerini emperyalist saldırıdan koruyabilmek ve onlarla yeni bir dayanışma düzeni içine girebilmek için Balkan Paktı’nı gündeme getiren Mustafa Kemal, II. Dünya Savaşı sürecinde Orta Avrupa’nın iki saldırgan politikacısının önüne bir Balkan seddi çekmek istiyordu. Ne var ki, kendisinden sonra Almanya diktatörü bütün Balkanlar’a saldırarak, Balkan ülkelerinin büyük bir katliama uğramasına neden olmuştur. Günümüzde artık Balkan ülkeleri, Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra sosyalizmi terk ederek Avrupa Birliği içinde yeni eyaletler olarak yer almaya hazırlanıyorlar. Türkiye bu aşamada eskisi gibi Balkanlar’da etkin olamaz. ABD, Balkan ülkelerinin merkezi Avrupa’nın denetimi altına girmesini önleyebilmek için, Kosova, Makedonya, Bulgaristan, Macaristan ve Romanya gibi ülkelerde askeri üsler kurarak yerleştirmeye çalışmaktadır. Bu koşullarda Balkanlar artık Türkiye ile Avrupa arasında değil ama ABD ile Avrupa Birliği arasında kalan bir mesele haline gelmiştir. Büyük güçlerin yeni çekişme alanına dönüşen Balkanlar üzerinde, Türkiye’nin eskisi gibi hak iddia etmesi son derece zor görünmektedir, bu nedenle Türkiye kendi çıkarlarına uygun yeni bir yapılanmaya yönelirken, Balkan bölgesini bunun içine alamayacağı açıktır.

Türkiye için A Planı olarak yıllarca gündemde tutulan Avrupa Birliği üyeliğinin gerçekleşememesi durumunda, Türkiye’nin bunun yerine kendi ulusal çıkarlarına uygun bir biçimde B Planı olacaktır. B Planı har zaman A Planı’nın gerçekleşmediği aşamalarda ortaya çıkar. Türkiye’nin A Planı artık devre dışı kaldığına göre, müzakere süreçlerinde yeniden bir yarım yüzyıl kaybetmenin hiçbir anlamı bulunmamaktadır. Emperyal güçler dünyanın merkezi bölgesini ve buradaki doğal zenginlikleri paylaşmak için çekişirken, altta kalarak ezilip yok olmamak için, Türkiye kendisini ayakta tutabilecek bir B Planı’nı ortaya koymak zorundadır. Bu planı hiçbir dış güç Türkiye için hazırlayamaz. Türkiye’deki dış güçlerin işbirlikçisi lobiler ya da kadrolarda böylesine bir planı hazırlayamazlar çünkü Türkiye ve Ankara merkezli dünyaya bakma alışkanlığına sahip değildirler. Tıpkı Ulusal Kurtuluş Savaşı döneminde olduğu gibi, Ankara ve Türkiye merkezli bakış açısı, değişen koşullarda Türkiye’nin B Planı’nı ortaya koyacaktır. Çünkü Türkiye bu tür bir bakış açısı ile kurulmuştur o nedenle de Türkiye’nin yoluna devam etmesi aynı bakış açısıyla sağlanacaktır.

Hiç kimse, Amerika, İngiltere, Almanya ya da İsrail merkezli bakış açılarını Türkiye’ye zorla kabul ettirme durumunda değildir. İsrail nasıl Kudüs merkezli Orta Doğu’ya bakıyorsa, Avrupa nasıl Brüksel merkezli bu bölgelere yaklaşıyorsa, Türkiye de Ankara merkezli bir bakış açısı ile Misakı Milli sınırlarına ve bu sınırlar içerisindeki ülkenin birliğine sahip çıkabilecektir. Bize dost olduğunu söyleyen Batılı ülkelerin hepsi emperyal bakış açısı ile dünyanın merkezini kendilerine göre düzenlemeye çaba gösterdiklerinden, Türkiye’nin çıkarları ve istekleri sürekli olarak güme gitmekte ve ertelenmektedir. Böylesine olumsuz bir süreç içinde Türkiye Cumhuriyeti devleti yarı yarıya tasfiye edilmiştir. Tam bu aşamada Ankara’daki devleti küçültmek üzere harekete geçen cemaatçi bir kadro ulus devletin başına geçmiştir. On beş milyonluk İstanbul’dan Ankara’ya gelerek beş milyonluk Ankara’yı küçültmek üzere hareket edenler, İstanbul’un Ankara’nın üç misli büyük olduğunu görmezden gelmekteler. Her nedense mütareke dönemindekine benzer bir konuma sürüklenmiş olan İstanbul’u değil de Yeni Bizans ya da Büyük Ortadoğu projelerinin önünü açmak için ulus devletin başkenti Ankara’yı ortadan kaldırmayı hedeflemektedirler. Türkiye’nin ulusal çıkarları için ve Üniter devletin sağlıklı biçimde yoluna devam edebilmesi için Ankara’nın değil fazlasıyla dağınık bir gelişim göstermiş ve bu nedenle de hastalıklı bir yapıya sürüklenmiş olan İstanbul’un küçültülmesi zorunlu görünmektedir. Küresel emperyalizme sermaye ilişkileri ile teslim olmuş İstanbul küçültülmezse, İstanbul’u bir atlama tahtası olarak gören küresel emperyalizmin bütün ülkeyi teslim alması gündeme gelebilecektir. Türkiye’nin B Planı açısından Ankara’nın Orta Anadolu’da daha da büyütülmesi ve İstanbul’un devlet merkezine bağlı kalabilmesi için de bu İstanbul’daki Bizans artığı zihniyetin hakimiyetinin kırılması gerekmektedir, Ankara merkezli bir ulusal plan ancak İstanbul’un küçültülmesi ile başarılı olabilir, aksi takdirde bu dış rüzgarlara fazlasıyla açık metropoldeki zihniyet Yeni Bizans projesi doğrultusunda kullanılmaya devam edilecek ve Ankara’nın karşısına başlıca engel olarak çıkacaktır.

Merkezi Devletler Birliği

Mustafa Kemal’in Ankara’sından bölgeye bakıldığı zaman, ortaya tıpkı Atatürk’ün zamanında olduğu gibi Sadabat Paktı benzeri bir manzara çıkmaktadır. Bir yandan, İsrail merkezli yapılanma bölgenin bütün ülkelerini tehdit etmekte, diğer yandan on bin kilometre öteden küresel emperyal güç saldırgan ordusu ile bölge ülkelerinin içine girerek hem saldırmakta hem de yeni bir yapılanmaya doğru zorlamaktadır. Başta Irak olmak üzere, İran, Suriye, Azerbaycan, Gürcistan, Ürdün, Suudi Arabistan, Lübnan ve Mısır büyük bir tehlike ile karşı karşıyadırlar. Küresel eşkıya olarak Amerikan ordusu bütün bölgeyi işgal etme planları içindedir. Bu süreçte Türkiye, hem bölgeye karşı müttefiklik görünümü ile kullanılmak istenmekte hem de bölgenin merkezindeki ülke olarak yeni yapılanma sürecinde dönüştürülmek istenmektedir. Türkiye bölgeye ve komşularına yönelen askeri saldırı planlarına kesinlikle alet olmamak durumundadır, Aksi takdirde işbirlikçi ülke görünümü ile bölgenin bütün ülkelerinin düşmanlığına hedef olacak ve tüm İslam dünyasından dışlanacaktır. Türkiye’yi yönetenler, yeni bir Haçlı Seferi olarak Orta Doğu’ya gelen bu saldırganlığa karşı hem Türkiye’yi korumak hem de bölge ülkeleri olan komşuları ile bir araya gelerek beraber hareket etmek zorundadır.

Atatürk’ün İran’ı muhatap alarak bir bölgesel paktı gündeme getirmesinin; Türkiye gibi bir Türk ülkesi olan, nüfusunun yüzde yetmişi Türk asıllı olan İran’ın Anadolu’daki Türk devletinin kurucusu tarafından muhatap olarak ele alınmasının; Batılı emperyalistlerin bölgeye yeniden gelmelerini önlemek üzere Türkiye ile İran arasında bir yakınlaşmanın temellerinin o dönemde atılmasının anlamı çok büyüktür. Dünyanın merkezinde, Ön Asya’da bir Türk devleti kuran Atatürk, bölgenin diğer büyük Türk devleti olarak İran’ı başlıca muhatap olarak kabul etmiş ve dünyanın büyük emperyal güçlerine karşı bir ittifak oluşturmak istemiştir. Sadabat Paktı. II, Dünya Savaşı öncesinde Ortadoğu’ya Batılı emperyalist güçlerin gelmesi tehlikesine karşı atılmış bir adımdır. Mustafa Kemal, batıda Balkan Paktı ile Türkiye’yi güvence altına alırken, doğuda da Sadabat Paktı ile Türkiye’yi daha güvenli bir ortama kavuşturmak istiyordu. Emperyal güçler yerinde kaldığı sürece Türkiye kendi coğrafyasında ayakta kalabilmek için, sınır komşusu ve akrabası olan İran ile yakınlaşmak zorunda idi. Türkiye’nin iki misli genişlikte bir ülkeye sahip olan ve nüfusu Türkiye ile aynı düzeyde olan bu büyük petrol ülkesi ile yakınlık, Türkiye açısından son derece önem kazanmaktaydı. İki Türk asıllı toplumun bir dostluk ve dayanışma ittifakı çerçevesinde bir araya gelmesi, dünyanın jeopolitik merkezinde Osmanlı sonrasında meydana gelen otorite boşluğunu dolduracak nitelikte bir girişimdi. II. Dünya Savaşı öncesinde oluşturulan bu yakınlık, Hitler’in ordularının Ortadoğu’dan uzak kalmasında etkili olmuştur.

Mustafa Kemal, Osmanlı sonrası dönemde doğuya açılırken güney Avrasya hattını esas almış ve bu hat üzerinde bulunan iki Türk ülkesi olarak İran ve Afganistan’ın Sadabat Paktı içinde yer almasını sağlamıştır. Ayrıca eski bir Osmanlı ülkesi olan ve milyonlarca Türkmen’in yaşadığı Irak’ı bu paktın içine alarak, dünyanın merkezi bölgesinde bir belgesel ittifakın temellerini atmıştır. II Dünya savaşı öncesinde zorunlu görünen bu girişimin benzeri günümüzde yeniden önem kazanmaktadır. İsrail ve Amerika’nın sürekli tehditlerine maruz kalan İran ve Suriye, günümüzde Türkiye’ye yakınlaşmaktalar ve Türkiye ile beraber ortak bir hareket tarzı geliştirebilmek için çaba göstermektedirler. Türkiye Cumhuriyeti nüfusunun tamamı Türk asıllı bir ülke konumundaki Azerbaycan’ı da yanına alarak, İran ve Suriye ile bir araya gelmelidir. Türkiye ve İran gibi iki eşit ağırlıkta ülkenin bir araya gelmesiyle dünyanın yeni bir süper gücü bu kez anakaranın merkezinden ortaya çıkacaktır. Orta Asya ve Ön Asya Türklüğü arasında köprü görevi yapabilecek bir konuma sahip olması nedeniyle önem kazanmakta olan Bakü, küçük ülke başkenti olarak İran ve Türkiye arasındaki yakınlaşmanın da merkezi olabilir. Suriye de eski bir Osmanlı ve Türk ülkesi olarak böylesine bir yakınlaşmanın içinde sınır komşusu bir ülke olarak yer alabilecektir. Sadabat Paktı sırasında Fransız işgali nedeniyle dışarıda kalan Suriye bu kez bağımsız bir devlet olarak Orta Doğu’daki dört ülke birliğinin içine girecektir.

Dünyayı işgale kalkarak, finans kapitalinin küresel imparatorluğunu kurmak üzere yola çıkmış olan Amerikan emperyalizminin, Orta Doğu’daki askeri birliklerinin adı “Merkezi Kuvvetler” olarak konulmuştur. Bu adlandırma ABD tarafından da bölgenin, dünyanın merkezi olduğu kabul ettiğine işaret eder. Bölge ülkeleri de merkezi kuvvetlerin işgali ve saldırı tehdidi ile karşı karşıya kaldıkları için, böylesine bir merkezi hegemonyaya karşı bir araya gelerek; Merkezi Devletler Birliği’ni kurmalıdırlar. Böylelikle merkezi kuvvetlerin emperyalist işgal saldırısına karşı, Merkezi Devletlerin birliği direnecek, karşı koyacak, gerekirse savaşacaktır. Merkezdeki ülkeler kesinlikle emperyalistlerin çıkarları için birbirleriyle savaşmayacaklar ama bir araya gelerek, dünyanın merkezini işgal ederek bu bölgedeki bütün devletleri ortadan kaldırmak, bölge halklarını parçalayarak sömürge yönetimine sürüklemek gibi insanlık dışı girişimlere karşı direneceklerdir. Bölgenin saflık ve selameti, bölge ülkelerinin bir araya gelerek dayanışma içine girmelerinde ve örgütlenerek ortak bir savunma gücünü, eski CENTO gibi, işgalci saldırgan merkezi kuvvetlerinin önüne koyabilmesine bağlı görünmektedir. Eski CENTO’da ABD ve İngiltere vardı, yenisi ise bu iki saldırgan emperyalist ülkeye karşı kurulacaktır.

Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra Yakın Çevre Doktrini çerçevesinde komşularını Bağımsız Devletler Topluluğu adı altında gevşek bir konfederasyon statüsünde bir araya getirmiş olan Rusya’nın tecrübesinden Merkezi Devletler Birliği’nde faydalanılabilir. Sovyetler’in geri çekildiği Avrasya bölgesine bir anlamda Batılı emperyal güçlerin girmesini önleyebilmek için devreye sokulmuş olan Bağımsız Devlet Topluluğu örneğine benzeyen bir gevşek konfederasyon Merkezi Devletler Birliği için de düşünülebilir. O zaman var olan devletler davam edecek, dörtlü birliğe üye olan devletlerin birbirine karışması ya da bunlardan birisinin başka bir yapıya sürüklenmesine karşı, konfederasyon protokolü ile gerçekleştirilecek çatı altında bir ortak koruma düzeni sağlanacaktır. İran, Türkiye, Azerbaycan ve Suriye’nin hızla bir araya gelerek oluşturacağı Merkezi Devletler Birliği acilen bölgede yayılma tehlikesi gösteren savaşa karşı üye ülkeleri koruyacak bir yeni yapılanmayı gerçekleştirecek. Kurulacak ortak savunma birlikleri ile bölgenin güvenliği sağlanacaktır. Halen NATO üyesi olan Türkiye’nin kendini korumak için böyle bir savunma örgütüne girmesine başta Amerika olmak üzere diğer Batılı ülkelerin karşı çıkacağı açıktır. Bölgenin petrol yataklarından yararlanmak isteyen bütün Batılı emperyal devletler bölge ülkelerinin kendilerini korumaları için böylesi bir birlikteliği oluşturmalarına izin vermek istemeyeceklerdir. Dörtlü birliğe yönelecek olan bölge ülkeleri bu durumları da hesap ederek, kendi varlıklarını güvence altına alma doğrultusunda adım atacaklardır.

İran ve Türkiye’nin öncülüğünde başlamış olan Ekonomik İşbirliği Teşkilatı’nın da yeni dönemde daha da gelişmesi ve giderek bir bölgesel ortak pazarın Avrupa kıtasında olduğu gibi gündeme gelmesi de sağlanmalıdır. Böylece, Batılı ülkelere ekonomik bağımlılıkları azalacak olan dört ülke daha kolay bir biçimde ekonomik entegrasyona yönelebileceklerdir. Türkiye, Avrupa’nın dışında kaldığı yeni dönemde, kendi bölgesinde Merkezi Devletler Birliği çatısı altında gerçekleştireceği bu yeni entegrasyonu, kendi bağımsız geleceği açısından düşünmelidir. Zamanla Orta Asya ülkelerini de içine alacak bir bölgesel ortak pazar, bu bölgenin Batılı emperyalistlerin sömürge alanı olmaktan kurtularak, bağımsız bir ekonomik yapılanmaya yönelmesini sağlayacaktır. Bölge ülkeleri hem petrollerine daha güçlü biçimde sahip çıkabilecekler hem de sahip oldukları tüm ekonomik zenginliklerini dengeli biçimde yardımlaşarak paylaşacaklardır. Böylece bölge halklarının emperyalist Batı ülkelerinin, yardımlarına gereksinmeleri kalmayacaktır.

Kurulacak olan birlik bir devletler birliği olacağı için, ülkelerin siyasal rejimleri arasındaki farklılıklar ikinci planda kalacaktır. Her ülke kendi içişlerinde özgür olacak, bağımsız devlet statüsü ile dışarıya açılacak ama bölgenin güvenliği ve ortak gereksinmeleri için iş birliği yapacaktır. Güvenlik ve ekonomik gereksinmeler doğrultusunda başlayacak merkezi ülkelerin iş birliği zamanla daha da gelişecek; sosyal ve kültürel alanlarda da ortak çalışmalar öne çıkabilecektir. İş birliği çalışmaları sırasında hiçbir ülke diğerinin siyasal rejimine ya da içişlerine karışmayacak; birlik üyesi ülkeler işlerine geldiği noktada bağımsız devlet olarak hareket etme hakkına sahip olacaklardır. Türkiye’nin laik cumhuriyet rejimi ile İran’ın İslam demokrasisi rejimleri arasındaki farkları ülkeler ikinci planda bırakacaklar, önceliği kendi güvenliklerine ve kalkınmalarına vererek, emperyalistlere karşı ortak bir dayanışma sergileyeceklerdir. Rejim farklılıkları devletler arasındaki yakınlaşmayı, dayanışmayı ve ortak hareket etme düzenini hiçbir zaman sarsmayacak, böylece emperyalist güçlerin Orta doğu ve Hazar bölgesine egemen olabilmek için bölge ülkelerini birbirine düşürme ya da karşılıklı savaştırma provokasyonlarının önü kesilecektir. Orta Doğu’ya gelmeden önce Amerika, Irak’ı İran’a karşı kışkırtarak savaştırmış ve sekiz yıllık savaşın getirdiği çöküntüden yararlanarak Irak’ı işgal etmiştir. Şimdilerde benzeri bir senaryoyu Atlantik emperyalizmi İran ve Türkiye arasında denemek istemektedir. Dünyanın merkezinde yer alan iki büyük ülke Atlantik emperyalizminin ya da Siyonizm’in kışkırtmalar karşısında kesinlikle birbiriyle savaşmamalıdır. Bu tür bir savaş, Irak örneğinde görüldüğü gibi hem İran’ın hem de Türkiye’nin çökmesine neden olacak, böylece hem Büyük Ortadoğu hem de Büyük İsrail projelerinin önü açılacaktır. Böylesine savaş provokasyonlarının önlenebilmesi için de Merkezi Devletler Birliği’ne gereksinim bulunmaktadır.

Merkezi Devletler Birliği, eğer gerçekleşirse, dünyanın ortasında çıkacak yeni bir süper güç olabilir. Avrasya’nın ortalarından çıkacak böylesine büyük bir yapılanma, üç milyon kilometre karelik tesir alanı, iki yüz milyonluk nüfusu ile dünyanın büyük güçlerine karşı bir denge unsuru olabilecektir. Merkezi Devletler Birliği çatısı altında bir araya gelecek dört ülke, dünyanın diğer büyük güçlerinin, tarihte örnekleri görüldüğü gibi, merkezi alana yönelik bir emperyalist işgale kalkışmasını önleyecektir. Bölge dışı süper güçlerin bölgeyi işgale yönelme planları bu tür bir büyük siyasal yapılanma ile önlenebilecektir. Hiçbir emperyal devlet böylesine bir büyük siyasal yapılanmanın bulunduğu merkezi alanı işgale kalkışamayacaktır.

Merkezi Devletler Birliği, dünyanın jeopolitik merkezinde yeni bir kutup merkezi olacak ve dünyanın bozulmuş olan dengelerinin çok kutupluluk çizgisinde yeniden oluşmasına katkıda bulunacaktır. Avrupa ve Batı’nın dev ülkeleri ile Asya’nın dev ülkelerine karşı dünyanın merkezinde benzeri bir büyük gücün ortaya çıkması gerekmektedir. Üç Türk ülkesinin bir araya gelmesi, Suriye’nin de buna katılması ile oluşacak, bir Türk varlığı entegrasyonu, dünyanın merkezini büyük emperyal güçlerin saldırılarından uzak tutacak bir yeni siyasal gücü ortaya çıkaracaktır. Merkezi Devletler Birliği yeni bir kutup başı olarak gündeme gelirken, Ön Asya’daki Türk varlığını örgütleyecek ve gelecekteki Avrasya yapılanmasının da Türk ağırlıklı olmasını sağlayacaktır. Avrasya’nın Türk ağırlığı olarak örgütlemesi açısından da Türkiye-Azerbaycan-İran üçgeninde Merkezi Devletler Birliği etkili olacak; Rusya, Çin, Amerika ve Avrupa emperyalizmlerinin Avrasya’da kendi çıkarları doğrultusunda bir siyasal oluşuma yönelmelerine izin vermeyecektir. Merkezi Devletler Birliği hem Ortadoğu’nun hem Hazar bölgesinin hem de geleceğin Avrasya’sının güvenlik sorununu çözerek dünya barışına da katkıda bulunacaktır. O zaman Teksaslı kovboy on bin kilometre öteden gelerek dünyanın petrol ve maden zenginlilerine el koyma cesaretini kendinde göremeyecektir.

Merkezi Devletler Birliği hem Türkiye’nin hem İran’ın hem Suriye’nin hem Azerbaycan’ın devlet olarak varlıklarını sürdürebilmeleri açısından önemli bir şanstır. Böylesine bir şans zamanında değerlendirilemezse o zaman, bölge dışı emperyalistlerin saldırıları bu dört ülkeyi ortadan kaldırarak araziyi onların çıkarları doğrultusunda düzenlemelerine fırsat bırakılabilecektir. Dünya haritasına bakıldığı zaman, her bölgede belirli bir otoriteye dayanan örgütlenmelerin geliştiği görülmektedir. Atlantik emperyalizmi ile İsrail merkezli Siyonizm’in merkezi alandaki otorite boşluğunu kendi çıkarları doğrultusunda doldurmak istemeleri; diğer büyük güçleri ve kutup merkezlerini rahatsız ederek yeni bir dünya savaşına elverişli bir ortam yaratacaktır. Dünya barışı ve üçüncü dünya savaşının önlenebilmesi için de Merkezi Devletler Birliği’nin kurulması acilen gereklidir. Türk dünyasına yönelen Turancılık planları bile buna bağlıdır. Ön Asya’da Türk egemenliği olmasa Orta Asya Türklerini Anadolu Türkleri kurtaramaz; Avrasya bölge dışı güçlerin denetimine girerken Turan bölgesi de yeniden emperyal işgal alanına dönüşebilir. Ön Asya’da Türk varlığı Merkezi Devletler Birliği ile güçlendirilmeli ve ondan sonra ikinci adım olarak Orta Asya Türkleri bu birliğin içine alınarak Merkezi Devletler Birliği Türk egemenliğine dayanan bir Avrasya Birliği’ne dönüştürülmelidir. Türkiye Cumhuriyeti’nin ayakta kalabilmesi işte bu B Planı’nın gerçekleşmesine bağlı görünmektedir. Aksi takdirde Anadolu’da Türk varlığını kimse koruyamaz.

Sonuç Yerine

Amerika ve İsrail’in son saldırganlığı karşısında, Hatay üzerindeki iddialarından vazgeçen ve Hatay’ın Türkiye’ye bağlı olduğunu kabul eden Suriye, tam olarak Türkiye ile yakınlaşmaya başlamış ve Türkiye ile ekonomik açıdan bütünleşmek istediği doğrultusundaki iradesini ortaya koymuştur. Büyük Ortadoğu ya da Büyük İsrail projeleri doğrultusunda parçalanacağını ve yok olacağını gören Suriye devleti, kendini kurtarmak üzere hem Türkiye ile yakınlaşmış hem de İran ile bir savunma anlaşması imzalayarak, emperyal saldırılara karşı kendisini güvence altına almak istemiştir. Suriye, yarım yüzyıllık düşmanlık politikasından vazgeçerek Türkiye’ye yönelerek; Büyük Ortadoğu ve Büyük İsrail gibi bölgeyi darmadağın edecek emperyal girişimlere karşı kendiliğinden Merkezi Devletler Birliği oluşumunu gündeme getirmektedir. Ulusal Kurtuluş Savaşı yıllarında Suriyelilerin Atatürk’e gelerek ortak mücadele etme önerilerine Mustafa Kemal, her ülkenin önce kendisini emperyal saldırılardan kurtarması gerektiğini belirtmiş, daha sonra merkezi bölgenin devletlerinin bir araya gelebileceğini ve ortak bir federasyon çatısı altında eskiden Osmanlı donamında olduğu gibi beraberce yaşayabileceklerini ifade etmiştir. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusunun da politikası, bölge dışı emperyal güçlerin Ortadoğu bölgesine sağdırmalarına karşılık, merkezi bölge ülkelerinin bir araya gelerek güçlerini birleştirmeleri ve dışa karşı ortak bir savunma yapılmasıdır.

Mustafa Kemal’in, Kuvay-ı Milliye’nin başına geçmesinden sonra, Irak bölgesindeki milliyetçi Araplar ve Türkmenler arasında Kemalist bir hareket baş göstermiş ve Irak’tan bir heyet de gelerek, Mustafa Kemal’den yürüttüğü kurtuluş savaşı içine Irak bölgesini de dahil edilmesini talep etmişlerdi. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Suriyelilere gösterdiği tavrın benzerini Iraklılara göstermiş, her ülkenin kendi kurtuluş savaşını vermesini gerektiğini, ancak ondan sonra merkezi bölge ülkelerinin bir araya gelerek eski Osmanlı döneminde olduğu gibi beraber yaşayabileceğini ve bölgesel bir konfederasyon düşünülebileceğini açıkça belirtmiştir. Eski Osmanlı ülkelerine beraberce yaşama önerisi getiren Mustafa Kemal, cumhuriyetin ilanından sonra da İran ile yakınlaşmış ve II. Dünya Savaşı öncesinde Sadabat Paktı ile bir bölgesel ortaklığa yönelmiştir. Osmanlı İmparatorluğu öncesinde Selçuklu İmparatorluğu’nun bulunduğu; Anadolu ve İran bölgesinin de birlikte aynı devletin çatısı altında yer aldıkları göz önüne alınırsa böylesine bir gelişmenin tarihsel temelleri ortaya çıkacaktır. İran, Irak ve Suriye ile beraber Azerbaycan da eski Selçuklu alanının devleti olarak böylesine bir birliktelik için uygun bir ortak olarak görünüyordu. Sovyetler Birliği dönemindeki demir perdenin ortadan kalkması ile beraber Azerbaycan’da Selçuklu hinterlandındaki yerini alarak eskiden beraber olduğu ülkelerin devletleri ile ortak bir gelecek arayışına zaten yönelmişti.

Avrupa Birliği, Hristiyan kimliği ile Ortadoğu bölgesine “Yeni Bizans” projesi ile yönelip Türkiye’yi bu alanın merkez ülkesi olarak Sevr haritası doğrultusunda eyaletleştirmeye öncelik verirken; Amerika Birleşik Devletleri de “Yeni Osmanlı” vizyonu ile Türkiye’yi Balkanlar’da Avrupa Birliği’nin karşısına çıkarmaya hazırlanmaktadır. Türkiye’nin Müslüman kimliği Balkanlar’ın Avrupa Birliği’nin eline geçmesinin önlenebilmesi için stratejik olarak kullanılmakta ve Balkanlar’ın Müslüman halkları yeniden Osmanlı vizyonu ile Türkiye’ye yönlendirilerek Avrupa Birliği’nin doğuya açılmasının önü kesilmek istenmektedir. ABD’nin NATO’yu kullanarak Balkan ülkelerinde askeri üsler kurması da bu projenin tamamlayıcı bir adımı olmuştur. Yeni Osmanlı vizyonu, ABD ile beraber İsrail’in de Türkiye’yi yönlendirmeyi amaçladığı bir proje olarak gündeme gelmektedir. İsrail, Orta Doğu’nun Müslüman toplumu içinde rahatça barınabilmek için, Osmanlı millet sistemine geri dönüşü ve cemaatler halinde yaşamayı bölgede geçerli kılmayı düşünmekte, “Yeni Osmanlıcılığı” Orta doğu bölgesinde geçerli kılmak istemekte ve lobileri aracılığı ile de Türkiye’yi bu doğrultuda yönlendirmeye devam etmektedir.

Anadolu ve Trakya’da bir ulus devlet kurmuş olan Türk ulusu, 21. yüzyılda Atatürk’ün cumhuriyetini bir üniter ve ulusal devlet olarak korumak istiyorsa hem Avrupa’nın Yeni Bizans modeline hem de İsrail ve Amerika ikilisinin Yani Osmanlı vizyonuna karşı çıkmak zorundadır. Her iki projede Türkiye’yi şimdiki yapısından hızla bölgesel yapıya dönüştürmeyi hedeflemekte, etnik ayırımcılık ve bir siyasal İslamcılık olarak Türk Cumhuriyeti’ni tehdit etmektedir. Türkiye’nin yeni yüzyılda her iki projeye karşı gündeme getireceği vizyonun adı “Yeni Selçuklu Projesi” olacaktır. Çünkü Selçuklular zamanında Türkler Orta Asya’dan kopup gelerek, Kafkaslara, İran’a, Suriye’ye, Irak’a ve son olarak da Anadolu’ya yerleşmişlerdir. Selçuklu yönetimi bir Türk imparatorluğu olarak, dünyanın merkezi bölgesindeki bu komşu ülkelerin halkını Türkleştirmiştir. Ön Asya’da bağımsız bir Türk devleti olarak ayakta kalmak isteyen Türkiye Cumhuriyeti Yeni Selçuklu vizyonu ile Selçuklu İmparatorluğu’nun Türk asıllı ülkelerini ve halklarını dünyanın merkezi bölgesinde Merkezi Devletler Topluluğu olarak bir araya getirmelidir. Böylesine büyük bir proje ile Ön Asya’ da kurulacak Merkezi Devletler Birliği ikinci aşamada Orta Asya Türk devletlerini de içine alarak Türk toplulukları tabanına dayanan bir büyük Avrasya Birliği’nin gerçekleşmesini sağlayacaktır. Ön Asya’daki Merkezi Devletler Birliği hem dünyanın ortasında Türk hegemonyasını devam ettirecek hem de gelecekte Avrasya Birliği’nin Türk kimlikli halkların birlikteliğinin de gerçekleşmesine yardımcı olacaktır. Bu proje ile bütün emperyalist güçleri kızdırabiliriz ama onların projelerinin ardından çeşitli yönlere sürükleneceğimize, kendi projemiz doğrultusunda belirlenmiş hedefimize yönelerek; onların oyuncağı olmaktan kurtulabiliriz.