Twitter
Visit Us
YOUTUBE
YOUTUBE
LINKEDIN
Share

Genç Cumhuriyet’in ilk nüfus sayımını 28 Ekim 1927 tarihinde yapılmıştır. Bu sayıma göre Türkiye Cumhuriyeti’nin nüfusu 13.648.270 kişidir. Nüfusun, yaklaşık, yüzde yirmisi kentlerde ve yüzde sekseni kırsalda yaşamaktadır [1).  2018 yılı sonu itibarıyla ülkemiz nüfusu, yüzde doksandan fazlası kentlerde yaşamak üzere, 82 milyonu aşmıştır [2]. Bu rakama, kesin olmamakla beraber ülkemizde yaşayan yaklaşık 4 milyon göçmen ve mülteci, 40 milyona yaklaşan turist sayısı [3] eklendiğinde sadece yurtiçinde 125 milyondan fazla insana gıda sağlayan bir Türk tarım sektörü vardır. Türk tarım sektörü, ayrıca sanayiye hammadde ve ihracat yoluyla başka ülkelere ürün gönderen bir sektördür. Bir başka ifadeyle, tarım sektörü; istihdam, hammadde üretimi, ihracat, ithalat ve gıda güvencesi gibi kritik kavramlar nedeniyle yaşamsal önemdedir.

Yaşı 40’ın üzerinde olanların, özellikle okul sıralarında, sıklıkla duyduğu bir söz vardır, “Türkiye kendi kendine yetebilen yedi ülkeden biridir”. Bu söz ülkemizin tarımsal üretim gücünü ortaya koymak için söylenegelmiştir. Ülkemiz, bugün tarımsal üretim gücü bakımından, değişik hesaplamalara göre dünyada yedinci sıra ile onuncu sıra arasında yer almaktadır [4]. Türkiye’nin geleneksel bir tarım ülkesi olduğu söylenebilir. Bu durumun en somut göstergeleri arasında, Cumhuriyet’in ilanından önce 17 Şubat 1923 tarihinde toplanan 1. İzmir İktisat Kongresi’nde ele alınan konular ve katılımcıların profili vardır. Kongre’de çiftçiler yer almış ve sorunları dile getirilmiştir. Planlı kalkınmanın ilk önemli çalışması sayılabilecek Kongre’den sonra kırsalın kalkınması için birçok politika ve proje geliştirilmiş ve de uygulamaya geçilmiştir. Desteklemeler, eğitim, altyapı, finans, sanayi vb. alanlarında atılan adımlar ile genç Cumhuriyet hızla kalkınmıştır. Örneğin “aşar vergisi”nin kaldırılması desteklemeler kapsamda çok değerli bir adımdır. Bu süreçte tarımsal üretimimiz artmış ve diğer sektörlere önemli katkılar vermiştir. Tarım, planlı kalkınmanın önemli bir bileşeni olarak Türkiye’nin hep gündeminde olmuştur. Ancak, tarım sektörü, özellikle son yıllarda daha belirgin olmak üzere, hak ettiği değeri görmemiştir.  Tarım sektörünün Gayrisafi Yurtiçi Hasıla(GSYH) içindeki payı Cumhuriyet’in ilk yıllarında yüzde kırkın üzerinde iken 2018 yılında 5,8’e gerilemiştir. 1927 yılında yaklaşık yüzde seksenlik bir kırsal nüfusun tarımda istidam edildiğini varsaymak mümkündür. Bugün tarımın istihdam oranı yüzde yirminin altına düşmüştür.

Üretim karşılığı elde edildiği sürece anlamlı ve mantıklıdır. Sürdürülebilir tarımsal üretim için olmazsa olmaz kural üreticinin yaptığı işten para kazanmasıdır. Üretici kazandığı sürece, toprağında kalıp üretmeye devam edecektir. Üretici kazandığı sürece, sektörün diğer paydaşları da kazanmaya devam edecektir. Aksi halde, asıl kazanması gerekenin kazanmadığı bir sektörün dengeli, planlı ve sürdürülebilir bir geleceğinden bahsetmek oldukça zordur ki Türk tarım sektörü böyle bir durum ile karşı karşıyadır. Üretim açığını ithalat ile kapatmaya çalışmak; kolaycı, geçici ve gündelik bir yöntem olmanın yanısıra sorunları ötelemekte ve büyütmektedir.

Türk tarımında yığınla yapısal sorun vardır. Parçalı arazi, işletme büyüklüğü, altyapı sorunu, örgütlülük, tarımdaki popülasyonun yaş ortalaması vb. gibi sorunlar çözüm beklemektedir. Bu sorunlar, zaman zaman, değişik kişiler tarafından gündeme getirilmekte ve onlara yönelik çözüm önerileri sunulmakta ve hatta politikalar uygulamaya geçirilmektedir. Şu ana kadar kökten çözülmüş bir yapısal sorunumuz yoktur. Kısmen ve geçici çözümler bir süre sonra başka sorunlar ile gündeme gelebilmektedir. Tarım sektörümüzdeki temel sorunların başında Türk çiftçisinin para kazanamadığı gerçeği gelmektedir.

TMMOB Ziraat Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi Yönetim Kurulu Başkanı Ahmet Atalık’ın basına yansıyan açıklamalarına göre; “ABD’li bir çiftçi yılda 29 bin dolar, Fransız bir çiftçi yılda 19 bin 500 dolar, Alman bir çiftçi 19 bin 125 dolar ve İspanyol bir çiftçi de 17 bin 895 dolar” kazanırken, “Türkiye’deki bir çiftçinin yıllık kazancı ise 3 bin 380 dolar” olmaktadır. Bu rakamların anlamlı olması için ülke vatandaşlarına milli gelirden düşen paylara da bakmakta fayda var. (Örneğin 2018 yılında ABD vatandaşına düşen pay 59 bin dolardan fazla, Almanya’da 44 bin dolardan fazla iken ülkemizde bu rakam 10 dolar civarındadır. Kaldı ki bu hesaplamaların adil gelir paylaşımı esasıyla yapmaya başlandığı noktada işin rengi daha fazla değişmektedir.) Tüm ülkelerin çiftçisi, o ülke için hesaplanan kişi başına düşen milli gelirin yarısına yakın oranda kazanmaktadır. Türkiye durum farklıdır; Türk çiftçisi, kişi başına düştüğü söylenen gelirin yaklaşık olarak üçte birini ancak kazanmaktadır. O halde Türk çiftçisi gerçekten yeterli seviyede kazanç elde edememektedir. Buradan hareketle “tarımsal üretim gücü” olmanın tek başına çok anlamlı olmadığı görülmektedir.

Tarımda sürekli gündeme gelen girdi maliyetlerinin fiyat artışlarıdır. Gübre, ilaç, akaryakıt, yem, ekipman vb. gibi başlıca girdi maliyetleri devamlı yükselmektedir. Girdilerde oluşan fiyat artışları, çoğunlukla, dövize bağlı olmakla açıklanmaktadır. Ülkemizde gübre, yem vb. gibi girdi üreten fabrikalar, görünüşte yerli üretim yapmaktadırlar. Ancak o fabrikaların tedarik ettiği hammaddeler bile çoğunlukla ithalat yoluyla ülkemize gelmektedir. Bir başka deyişle, bu tür yerli üretimler de ithalat bağımlısıdır. Dolayısıyla, ülkemiz gibi ekonomisi sorunlu bir ülkede, döviz hareketleri, girdi maliyetlerini yukarı çekecektir ki bu durum sürekli yaşadığımız bir sorundur. Doğal ekonomik gerekçelerle girdileri üreten yerli/yabancı firmalar zarar etmeyi istemeyecek ve fiyat artışlarını kar elde etme yöntemi olarak kullanacaklardır. O firmalar yönüyle, haklı bir durum söz konusudur. Ancak buradaki bedeli önce üretici sonra da tüketici ödemektedir.

O halde girdi maliyetleri üzerinde pazarlık ve/veya söz hakkı olmayan Türk çiftçisi için para kazanmanın yolu; ürünlerini, maliyetlerin toplamından fazlasına satmaktan geçmektedir. Bu mümkün müdür? Teorik olarak mümkündür ama uygulamada mümkün değildir! Neden mümkün olmadığını gündeme gelen açıklama, araştırma ve raporlar ile anlayabiliriz. Ayrıca günümüzde oldukça organize olan gıda piyasasında tek başına üreticilerin pazarlık gücü oldukça zayıftır. Kooperatifler veya birlikler yoluyla yeterli seviyede örgütlü hale gelemeyen Türk çiftçisi sadece girdi alımlarında değil ürün satışlarında da kesinlik derecesinde başkalarına bağımlıdır. Sonuçta para kazanamama sorunu, üreticiyi üretimden uzaklaştırmaktadır. Bunun sonucu olarak bedeli hep birlikte ödemekteyiz.

Genelde örgütsüz olan Türk çiftçisi, ürettiği ürünün fiyatını belirleme gücüne sahip değildir. Bir kişi, maliyetini karşılayamadığı ürünü sürekli üretmeyecektir. O ürün yerine ya yeni ürün üretmek isteyecek ya da başka bir iş yapacaktır. (Örneklemek gerekirse patatesin bir dönem “para etmediği için” yollara dökülmesi ve başka bir dönemde ise 10 TL’ye kadar çıkmasının nedenleri arasında, makro seviyede üretim planlamasının olmaması ve üreticilerin örgütsüzlüğü en önde sayılmalıdır.). Çiftçi, kar elde edemediği ürün yerine başka ürün denemesi yapacaktır. Tarımsal üretim, temelde doğa ile çok yakından ilgilidir. O yöredeki koşullar üretim desenini ve miktarını, büyük ölçüde, belirler. Bunun dışındaki müdahale ve yöntemler, çoğunlukla parasal güçle ilgilidir. Elinde parası olan üretici, istediği kadar para harcayıp üretim yapabilir. Buna karşılık, zaten kıt kanaat geçinen pek çok çiftçi, üretim için para harcayamayacaktır. Bu şartlardaki üretici çözümü üretimden uzaklaşmakta bulmaktadır. Bunun en somut göstergesi kırsalda yaşayan nüfusumuzun yaklaşık yüzde sekize gelmesi ve tarımsal istihdamın yüzde yirminin altına düşmesidir. Bunlara ek olarak tarımsal üretimde yer alan üreticilerin yaş ortalaması 52’ye çıkmıştır. Bu değişimin anlamı; “yeni nesil”, tarımsal üretime pek ilgi duymamakta ve kente göçmektedir.

Tarım ve dolayısıyla kırsaldan uzaklaşma, diğer başka etkenlerin yanı sıra, para kazanamama temeline dayanan kritik önemde bir sorundur. Günümüzde kentin cazibesi ve olanakları, özellikle de ekonomik olanakları, kırsala kan kaybettirmeye devam ettirmektedir. Ayrıca kente olan büyük göçlerin, genelde plansız olması nedeniyle kentlerin sorunları da büyümeye devam etmektedir. Tarım konuşulurken bu gerçek göz önünde bulundurulmalıdır. Çünkü bu sorun; göç, istihdam, üretim, gıda güvencesi, eğitim, güvenlik, barınma vb. gibi diğer sorunları beraberinde getirmeye devam edecektir.

                                         * * *

Türkiye genelinde olduğu gibi tarım sektörünün gündemini takip etmek oldukça zor. Burada da sürekli gelişmeler, açıklamalar, uygulamalar ve projeler ile karşılaşmak mümkün. Tarım dünyası, ilginç bir proje ile geçtiğimiz Nisan ayı ortalarında tanıştı; “Tarımda Milli Birlik Projesi”. Bazı medya organlarında yer almasıyla herkesin ilgi odağı haline gelen Proje taslağı, sektörün nerdeyse tüm paydaşlarının tepkisini çekti. Ortaya çıkan tepkiler üzerine, siyasi irade, Proje’yi Tarım Şurası’nda görüşmek üzere erteledi.

Ekim ayı ortalarında yapılacağı konuşulan Tarım Şurası’nın Yönetmeliği, 17 Mayıs 2019 tarihinde yayımlanarak yürürlüğe girdi. Yönetmelik ile eski bazı Yönetmelikler yürürlükten kaldırıldı. Ayrıca Yönetmelik ile Tarım Şurası’na ilişkin bazı düzenlemeler yapıldı. Bu düzenlemelerden birisi de Yürütme Kurulu’nun oluşumudur. En fazla 7 kişiden oluşacak Kurul’da Tarım Bakanlığı’ndan 5 kişi, TZOB Genel Sekreteri ve bir öğretim üyesi yer alacak. Bu haliyle tarımın diğer paydaşları olan Oda, Birlik, Kooperatif vb. türü yapılar doğrudan Kurul’da temsil edilmemektedir. Bu paydaşlar, davet edilmeleri halinde Şura’da görüşlerini dile getirebileceklerdir ki buna yönelik bazı çalışma grupları oluşturuldu. Çalışma grupları, kendi alanlarında hazırlıklar yapmaya başladı. Ancak bu hazırlıkların Şura’da ne şekilde ve hangi ağırlıkta yer alacağı belli değil.

Geleceğimizi şekillendirecek politikalar belirlenirken paydaşların karar mekanizmalarında yer alması; işlerin daha kapsamlı, gerçekçi ve zamanında yürütülmesine olanak sağlayacaktır. Çünkü Nasreddin Hoca fıkrasında da ifade edildiği gibi, “damdan düşenin halinden damdan düşen anlayacaktır”. Başka bir deyişle, çiftçinin halinden, masa başında görevli bir kişiden çok onu layıkıyla temsil edebilen bir kurum/kuruluş sözcüsü veya temsilcisi anlayacaktır. Aynı zamanda, paydaşların kendilerini anlatması, sorunları dile getirmesi ve çözüm önerilerini sunması; kısmi bir görüşün paylaşılmasından çok çoğulcu görüşlerin ortaya çıkmasını sağlayacaktır. Bu durum, tarım gibi “milli egemenlik” konusu olan bir alanda çoğulcu ve kapsayıcı görüşler ve politikaların gelecek adına ne kadar yaşamsal olduğuna dair önemli bir göstergedir. Yeri gelmişken bir işin “milli” olması için onun adına bakılması veya süslü cümleler ile anlatılması yeterli değildir. O yöntem -en iyimser anlatımla- olsa olsa bir halkla ilişkiler uygulamasıdır. Milli olmak, milletin başlıca bileşenlerinin birlikte olmasıyla daha anlamlı olmaktadır.

Basına yansıdığı haliyle “milli” olmaktan uzak olan Tarımda Milli Birlik Projesi; sosyal, ekonomik ve siyasal bir yığın sorunu beraberinde getirebilecektir. “Yalın sistem” diye anlatılan ve piramidin en üstünde yer alan bir “dünya markası” yaratmanın, temelde, bir sakıncası yoktur. Hatta ülkemiz bu konularda çok geç kalmıştır. Buna karşılık ülke tarımını yeni oluşturulacak bir holding yapısıyla yönetmeye çalışmak, en hafif deyimle, Türkiye’yi ve sektörü tanımamakla ilgili bir şey olsa gerek! Hem girdiyi temin edebilecek hem de ürünleri piyasaya sunacak bir tek holding, Türk tarımına ilerleme yönünde katkı veremeyecektir. “Muz cumhuriyetleri” hariç dünyanın hiçbir ülkesinde tek bir organizasyon bir ülkenin tarımının tüm süreç ve faaliyetlerinde rol almamaktadır. Öne çıkan yapılar, şirketler ve örgütler olmakla birlikte, diğerleri de yaşam ve faaliyetlerini denge unsuru ve de piyasa belirleyici olarak sürdürmektedirler. Örneğin dünyanın en gelişmiş ülkelerinde bazı şirketler çok güçlü iken onların yanında piyasa yapıcı olarak kooperatif, birlik vb. türü üretici örgütleri yer almaktadır.

Özetlemek gerekirse her paydaşın kendi geleceği ve ekmeği hakkında söz söyleme hakkı vardır. Bu hak, ülkemiz üreticileri için anayasal bir haktır ve vazgeçilemez.

Not: Bu yazının hazırlanmasında Hasat Türk gazetesinde yayınlanan bazı yazılarımdan yararlanılmıştır.

 

Kaynaklar:

[1]http://acikerisim.aku.edu.tr/xmlui/bitstream/handle/11630/3497/385767%20TEZ.pdf?sequence=1&isAllowed=y (E.T. 15.08.2019)

[2] http://tuik.gov.tr/PreHaberBultenleri.do?id=30709 (E.T. 15.8.2019)

[3] https://www.tursab.org.tr/istatistikler/turist-sayisi-ve-turizm-geliri (E.T. 15.08.2019)

[4] https://setav.org/assets/uploads/2019/04/137R.pdf (E.T. 16.8.2019)