Twitter
Visit Us
YOUTUBE
YOUTUBE
LINKEDIN
Share

Çağdaş anlamda ulus, feodal düzenden çıkılırken doğmuş­tur. Kapalı-yöresel tarım ekonomilerinden ulusal pazar ekonomisine geçilirken, insanlar ülke düzeyinde birbirleriyle ilişki içine girdiler. Aynı topluma ait olmanın bilinci gelişti. Biz duygusu, derebeyliğin bölgesel sınırlarından ulusal sınırlara kadar genişledi. Bölgesel diller Latince ile birleşerek ulusal dile dönüştü.

Ortak dil ve aynı yurdu paylaşmanın bilinci, giderek ulusal kültürü doğurdu. Ve ulusal kültür de ulusu yarattı. Bu oluşum süreci içinde, ne ırkın ne de dinin doğrudan bir rolü olmuştur!

Ulusal devlet, aynı zamanda yüz yüze ilişkilerin önemini yitirdiği bir çerçeveydi. Kurumsal ilişkiler içinde, birey kendisini çok daha güçsüz ve yalnız hissediyordu. Dayanışma duygusuna, manevi dayanağa olan gereksinmesi artmıştı. İşte, yurtseverliği giderek milliyetçiliğe dönüştü­ren bu ortamdır. Ulusçuluk, aynı topraklar üzerinde benzer koşulları paylaşan insanların, dışa karşı korunma ve dayanışma gereksinimlerini karşılayan bir  ideolojidir ve giderek egemenlik ulusundur ilkesini gündeme getirmiştir.

Osmanlı İmparatorluğu’nun çok uluslu yapısı içinde Türk milliyetçiliği çok geç gelişti. Çünkü ne derebeylikten ulusal devlete geçme durumu, ne de bir bağımsızlık savaşı­mı gereksinmesi vardı. Üstelik imparatorluğun dağılmasını önlemek için, etnik kökenlere önem vermemeye, özellikle de Türk öğesini vurgulamamaya özen gösterilmekteydi. İmparatorluk halklarının çoğunluğunu Müslümanlar oluş­turduğu için; “millet” değil, inananların birliğini vurgulayan “ümmet” ülküsü ön plana çıkarılıyordu.

Süleyman Nazif gibi bir Osmanlı aydını bile şöyle demiştir:

“Önce Müslüman, sonra Osmanlı, sonra Türk’üm.”

Kız kardeşini Türk olmayan bir Müslümana verebileceğini, ama Müslüman olmayan bir Türk’e vermeyeceğini söylemiştir.

Batı Avrupa’da toplumsal-ekonomik gelişmeler sonucu önce ulus olgusu doğmuş, sonra o ulusa uygun bir ulusal devletin yaratılması açısından, ulusçu ideoloji bir işlev görmüştür. Türkiye’de ise durum tersineydi. Önce geleneksel kurumların yıkıntıları üzerinde yeni bir devlet kuruldu; sonra bu devlet ulusu yaratmaya çalıştı. (Geri kalmış ülkeler açısından durum hemen her zaman aynıdır.)

Eski Türklerde oldukça gelişmiş bir ulusal bilinç bulunduğunu gösteren kanıtlar var. Örneğin, sekizinci yüzyıldan kalmış olan Orhun Anıtları arı bir Türkçe ile yazıldı­ğı gibi, bütün Türkleri birleştirmek gibi bir ülküyü de yansıtıyordu. Oysa aynı tarihlerde Avrupa’da yaşayan toplumlarda, ne böyle gelişmiş bir arı dil, ne de bu düzeyde bir ulusal bilinç vardı.

Türklerde “ulus bilinci”nin gerilemesinin 1453’lerden, yani İstanbul’un fethinden başladığını söylemek yanlış olmaz. Artık çok uluslu bir yapı içinde devşirme sistemi egemen olacak, Türk öğesi bilinçli bir çaba ile geri plana itilecekti. Çünkü Osmanlı İmparatorluğu içinde, sadece Türkler iktidarı denetleyip sınırlayabilecek durumdaydılar. Fatih’ten başlayarak, iki yüzyılı aşkın bir süre, doğuştan Türk olan hemen hiçbir kimse sadrazamlığa getirilmedi.

Yusuf Akçura, 1911 yılında şu satırları yazmıştır:

“Vatan ve millet idealini biz mekteplerimizden değil, tesadüfen elimize geçen ecnebi kitaplardan, yahut etrafımızda, içimizde yaşayan yabancı milletlerin faaliyetlerinden öğrendik”

Gerçekten de, Türk milliyetçiliği bir iç gelişmeden çok dış etkilerin sonucu filizlenmiştir.

Kırım ve Kazan Türkleri başta olmak üzere, Çarlık Rusyasında yaşayan Türk topluluklarında ulus bilinci Osmanlı Türkleri’nden önce gelişti. Bunda, özellikle Çar 3. Aleksander ile başlayan milliyetçi baskıların önemli rolü vardı. Ruslar ve Ortodokslar dışındaki ulus ve dinlere hoşgörü gösterilmemesi, bu ülkede yaşayan Türkleri milliyetçi tepkilere itmekte gecikmedi.

Kırımlı İsmail Gaspıralı, 1883’te çıkardığı “Tercüman” gazetesinde, Türk ulusunun kendi dilini koruyarak Batılı­laşması gerektiğini savunuyordu. Türk dili, Arapça, Farsça ve diğer yabancı dillerden geçmiş sözcüklerden giderek arındırılmalıydı. Türk kadınına özgürlük ve erkeklerle eşit haklar verilmesi de, Gaspıralı’nın hedefleri arasındaydı. Bir Azeri Türkü olan Hüseyinzade Ali Bey de, Türk milliyetçiliğinin doğuşunda önemli yeri olan isimlerdendir ve Ziya Gökalp’i çok etkilemiştir.

Türk ulusçuluğunun gelişmesinde ikinci önemli etkiyi Rumeli’nin kaybının yaptığını söyleyebiliriz. Evlerini, topraklarını terk ederek anayurda gelmek zorunda kalan Rumelili Türkler, kendilerine yapılan eziyeti dile getirerek, milliyetçi duyguların doğmasına katkı yapmışlardır. Ama uzaktaki yurtlarına Turan adını vererek, bir bakıma Turancılık akımının başlatıcısı olanlar Macarlar’dır. 1910’da Kont Telaki Pal’ın başkanlığında kurulan Turan Derneği’nin Turan adlı yayın organının ön kapağı Macarca, arka kapağı eski yazı Türkçe yayımlanmıştır.

Gecikmiş Türk milliyetçiliği, kuşkusuz ki sadece dış etkenlerin dolaylı bir ürünü, bir tür tepki ideolojisi sayılamaz. Ali Engin Oba’nın da değindiği gibi, Türk ulusçuluğu, aynı zamanda “Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılmak üzere olduğunun Türk aydınlarınca hissedilmeye başlandığı bir dönemde, bu çöküşü engellemek için aranan çarelerden biri olarak ortaya çıkmış”tır.

Kemalist ulusçuluk, işte bu birikimin, bu sürecin bir ürünüdür.

Ama giderek Mustafa Kemal’in damgasını taşı­mış, kendine özgü bir nitelik kazanmıştır.

Kemalizmin ulusçuluk ilkesi, hangi gereksinmeyi ya da gereksinmeleri karşılıyordu?

Bağımsızlık ve çağdaşlaşmak!.. Bağımsızlığını kazanamayan bir toplum, kendi iç dinamikleri ile gelişemezdi. Ne olanaklarının tümünü kendi gelişmesi için kullanabilir, ne de kendi çıkarlarını dış güçlerin çıkarlarının önüne geçirebilirdi. Öyleyse ilk aşama bağımsızlıktı. Atatürk bağımsızlı­ğı sadece siyasal bağımsızlık olarak anlamıyor, tam bağımsızlığı savunuyordu. Ekonomik bağımsızlığına sahip bulunmayan bir toplum, siyasal açıdan da tam bağımsız olamazdı.

Şöyle diyordu:

“Tam bağımsızlık denildiği zaman elbette siyasi, mali, iktisadi, askeri, kültürel ve benzeri her hususta tam bağımsızlık ve serbestlik demektir. Bu saydıklarımın herhangi birinde bağımsızlıktan mahrumiyet, millet ve memleketin gerçek anlamıyla bütün bağımsızlığından mahrumiyet demektir.”

Türk Kurtuluş Savaşı, Hindistan’dan Cezayir’e, hemen tüm esir halkların aydınlarında heyecan yaratmış, bir umut ışığı oluşturmuştur. Bu güçlü Batı’ya, emperyalist devletlere karşı kazanılan ilk bağımsızlık hareketiydi. Bu nedenle de, giderek “evrensel” bir önem kazandı. Atatürk, tüm sömürge durumundaki ülkelerin, kendi deyimiyle mazlum milletlerin birer birer bağımsızlıklarını kazanacağını çok önceden tahmin etmişti.

Kemalist ulusçuluk anlayışının dışa yönelik hedefi, “çağdaş uluslar topluluğunun eşit haklara sahip bir üyesi olmak”tı. Mustafa Kemal, nasıl kendi ulusu için eşitlik istiyorsa, tüm uluslar için de eşitliği savunuyordu. Saldırgan değil barışçı, başka ulusları egemenlik altına almaya değil özgürleştirmeye yönelik bir ulusçuluk anlayışına sahipti. “Biz kimsenin düşmanı değiliz, yalnız insanlığın düşmanı olanların düşmanıyız” demekteydi. O’na göre, Türk yurttaşı önce kendi ulusunun varlığı ve mutluluğu için çalışmalı; ama aynı zamanda, başka ulusların barış içinde gelişmesinden de yana olmalıydı. “Yurtta barış, dünyada barış” sözü Kemalist ulusçuluğun özünü iyi yansıtıyordu.

Atatürk, insancıl ve evrensel bir ulusçuluk anlayışına sahipti. İnsanlığa şöyle bir gelecek vaad ediyordu:

“Sömürgecilik ve yayılmacılık yeryüzünden yok olacak ve yerlerine, uluslar arasında hiçbir renk, din, soy farkı gözetmeyen yeni bir uyum ve işbirliği çağı egemen olacaktır.”

Atatürk’ün ulusçuluk ve ulusalcılık anlayışını en özlü bir biçimde değerlendiren bir anlatım, Unesco’nun 1981’i Atatürk Yılı ilan eden kararda var. Birleşmiş Milletler’e üye 156 ülkenin oy birliği ile aldığı bu kararda, Atatürk şöyle tanımlanıyordu:

“Uluslararası anlayış ve barış yolunda çaba harcamış üstün bir kişi, olağanüstü bir devrimci, sömürgecilik ve emperyalizme karşı savaşan ilk lider, insan haklarına saygılı, dünya barışının öncüsü, insanlar arasında hiçbir renk, din, ırk ayrımı gözetmeyen eşsiz bir devlet adamı…”

Kurtuluş Savaşı’nda büyük yenilgiye uğrattığı Yunanistan’ın Başbakanı Venizelos, Atatürk’ü ‘Nobel Barış Ödülü’ne aday göstermişti. Bölge ve dünya barışma yaptığı katkılardan dolayı Atatürk’ün düşmanlarca bile övülmesi, O’nun ulusçuluk anlayışının evrenselliğini gösteren çok ilginç bir kanıttır.

Kemalist ulusçuluğun içe yönelik hedefi ise, çağdaş bir ulus yaratmaktı. Ve Atatürk’ün insanlar arasında renk, din ve soy farkı gözetmemek gerektiğine olan inancı, O’nun ulus anlayışına da elbette yansıyacaktı. O anlayışta ne ırka yer vardı, ne de dine. Bir ulusu var eden temel öğeler olarak; ortak geçmiş, ortak dil (ana dil değil) ve ortak kültür sayılıyordu. Ve böyle bir anlayış, sadece ulusların doğuş sürecindeki tarihsel gerçeklere uymakla kalmıyor; aynı zamanda Anadolu gerçeğine de uygun düşüyordu.

Orta Asya’dan Anadolu’ya göç eden Türklerin sayısı, o tarihteki Anadolu nüfusunun sadece yüzde 10’u kadardı. Sultan Orhan’dan sonra, Osmanlı padişahlarının çoğu yabancı kadınlarla evlenmişlerdi; tahta geçenlerin çoğunun anneleri Türk değildi. Anadolu insanı bin yıl boyunca öylesine karışmıştı ki, kimin saf kan hangi kökenden olduğunu belirlemek olanağı kalmamıştı. Ve zaten böyle bir belirlemenin de hiçbir anlamı yoktu.

Bugün Iraklı da Arap’tır, Cezayirli de. Yani ikisi de aynı ırktandır. Ama aynı ulustan değildir. Çünkü bir ulusu ulus yapan dayanışma duygusuna, benzer biçimde duyup düşünüp davranmak alışkanlığına sahip değildir. Ama Cezayirli Berberi ile Cezayirli Arap aynı ulustandandır.

Atatürk, Anadolu’nun geçmiş bütün kültürlerine, Türk ulusunun ortak mirası olarak sahip çıkarken; aynı zamanda Anadolu’da yaşayan herkesin, bu ulusun asıl üyesi olduğunu da vurgulamış oluyordu.

Atatürk’ün ulus anlayışına ne ırk ne de din öğesini katmasının doğruluğunu, Bosna faciasını yaşarken bir kez daha anlıyoruz. Müslüman Boşnakları acımasızca öldüren, kadınlarının kızlarının ırzına geçen, evlerini eşyalarını yağmalayıp yakan Sırplar başka bir “ırk”tan mıdır? Boşnak da, Sırp da Slav kökenli değil midir? İkisi de aynı dili konuşmamakta mıdır?

Bosna ve Kuzey İrlanda örneklerinde de görülüyor ki; ırk birliği bir ulusun oluşmasına nasıl ki yetmiyorsa, din ya da mezhep ayrımının öne çıkarılması da, bir ulusun ortaya çıkmasını engelleyebilmektedir. Oysa Ziya Gökalp bile, Batı’nın tekniğini, İslam’ın dinini, Türk’ün kültürünü bir araya getirerek bir ulus yaratmak düşüncesindeydi.

Atatürk ilk Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde yaptığı bir konuşmada, Türk, Kürt, Laz, Çerkes birlikte bir bütün oluşturduğunu vurgulamıştır. Kurtuluş Savaşı sırasında hep Türkiye milleti deyimini kullanmıştır. Daha sonraları, karmaşık bir etnik yapıdan kendine güvenen çağdaş bir ulus yaratmak için çaba gösterdiğinde de, örneğin “Ne mutlu Türk olana” dememiş, “Ne mutlu Türk’üm diyene” demiştir. Onun için Türk, Anadolu toprakları üzerinde yaşayan, kederde, kıvançta dayanışma içinde olan insanların ortak adıdır. 1935 yılındaki resmi tanımlamaya göre de “ulus, dil, kültür ve ülkü birliği ile birbirine bağlı yurttaşlardan meydana gelen siyasal ve sosyal bir bütündür.”

Atatürk, kendi el yazısıyla kaleme aldığı “Medeni Bilgiler” kitabında, Türk ulusunu şöyle tanımlıyordu:

“Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk milleti denir.”

1924 Anayasasının 88. maddesi de, aynı anlayışı farklı bir anlatımla somutlaştırmıştır:

“Türkiye halkına, din ve ırk ayırt edilmeksizin, vatandaşlık bakımından Türk denir.”

Gözden uzak tutulmaması gereken bir nokta da, Atatürk’ün “Ne mutlu Türküm diyene” özdeyişini tarihe geçirdiği ortamdır. Bu söz, Avrupa’da ve giderek dünyada ırkçı­lığın yükseldiği bir dönemde söylenmişti. Azımsanmayacak sayıda Türk aydını da bu ırkçılığın etkisi altındaydı. “Ne mutlu bana ki Türk yaratıldım”diye şiirler yazan, Refet Işıtman gibi milletvekilleri vardı. Mehmet Emin Yurdakul’un “Dinim, ırkım uludur”dizesi dillerdeydi. Ve Atatürk, “Ne mutlu Türküm diyene” derken, aynı zamanda ırkçı yaklaşımların önüne de bir set çekmiş oluyordu.

Atatürk, ulus kavramına din öğesini dahil etmemesini ise şöyle savunuyordu:

“Türkler İslam dinini kabul etmeden de büyük bir millet idi. Bu dini kabul ettikten sonra, bu din, ne Arapların, ne aynı dinde bulunan Acemlerin ve ne de sairenin Türklerle birleşip bir millet teşkil etmelerine tesir etmedi. Bilakis, Türk milletinin milli bağlarını gevşetti; milli heyecanını uyuşturdu. Bu pek tabii idi. Çünkü Muhammed’in kurduğu dinin amacı, bütün milliyetlerin üzerinde, hepsini kapsayan bir ümmet siyaseti idi.”

Peki bir ulus olmak niçin bu kadar önemliydi?

Çünkü çağdaş toplum olabilmenin ilk koşulu, uluslaş­ma aşamasını geride bırakmaktı. Üstelik ulus olma, aynı zamanda demokrasiye geçebilmenin de bir ön koşulu idi. Aşiret, boy, kabile aşamasını geride bırakmadan çağdaşlaşabilmek, demokratik bir toplum oluşturmak olanaksızdı. 

Kemalist ulusçuluk üzerinde inceleme yapmış olan Baskın Oran, vardığı sonucu şöyle özetliyor:

“Atatürk milliyetçiliği kendi bölgesinde olduğu kadar, bütün dünyaya örnek olabilecek birtakım üstün nitelik örnekleri vermiştir… Birincisi, Avrupa’nın ırkçı rejimlerden çok etkilendiği bir dönemde Atatürk milliyetçiliği kesinlikle ırkçı olmamıştır. İkincisi, Atatürk milliyetçiliği, yayılmacı bir milliyetçilik değildir. Kurtuluş Savaşı içinde amaçladığı sınırların ötesinde bir toprak istemi olmamıştır. Buna bağlı olarak, tam anlamıyla barışçı olmuştur. Atatürk milliyetçiliğinin barışçı politikasının bir uygulaması olan İkinci Dünya Savaşı dışında kalış, kim bilir kaç kuşak Türk genci için paha biçilmeyecek bir nimet olmuştur.”