Twitter
Visit Us
YOUTUBE
YOUTUBE
LINKEDIN
Share

Devrim nedir?

Bu sorunun tek bir yanıtı yoktur. Tanım Fransa için başka, Türkiye için başkadır. Fransa’da “devrim” bir evrimin yarattığı birikim sonucunda, kaçınılmaz olarak gelmiştir. Türkiye’de -ve benzeri ülkelerde- ise, geri kalmış­lıktan kurtulmanın, gelişmişlerle arayı kapatmanın bir aracı olarak kullanılmıştır; tarihsel bazı koşullardan yararlanılarak, bilinçli bir çabanın ürünü olarak doğmuştur.

Fransız Devrimi, evrim sürecinde önde yer alan bir toplumda rastlanabilen devrimlerin en ünlü örneğini oluş­turur. Koşullar ve toplumdaki güç dengesi değişmiş, ama eski koşullara göre oluşan ve eski güç dengesini yansıtan toplumsal ve özellikle de siyasal kurumlar değişmemekte direnmiş, toplumsal-ekonomik gelişmeyi zorlaştırmaya başlamıştır.

Fransa’da kentsoylular (burjuvazi) yeni bir toplumsal sınıf olarak doğmuş, güçlenmiş, ama güçleri ölçüsünde siyasal rejimde etkili olamamışlardır. Başka bir deyişle, toplumun altyapısı değişmiş, ama üstyapı bu değişikliğe uymamıştır. Burada söz konusu olan, eski kurumları yeni koşullara, yani üstyapıyı altyapıya uydurmaktır. Değişen koşullarla, koşulların yarattığı gereksinmeleri karşılaması gereken kurumlar arasındaki çelişkileri gidermektir. Geri kalmış toplumlarda görülen devrimler ise, koşulları -yukarıdaki anlamda- oluşmamış devrimlerdir. Amaç, belirli tarihsel koşulları değerlendirerek, bu toplumların evrimini hızlandırmak, bazı evreleri atlamaktır.

Gelişmiş ülkelerdeki devrimciler, koşulların gereğini yerine getirmek ve gereksinimlerin doğurduğu devrimci ideolojiyi izlemekle yetinmek durumundadırlar. Oysa geri kalmış ülkelerin devrimcileri, toplumun henüz ulaşamadı­ğı bir aşamaya göre, kitlelerin henüz gereksinmesini duymadıkları kurumlar oluşturmak; böylece gelişmiş ülkelerle aralarındaki açığı bir ölçüde olsun kapatmak zorundadırlar…

Kendilerinden çok önce o aşamaya ulaşmış olan toplumların deneyimlerinden ders alma gibi bir olanakları vardır. Ama o devrimin doğal taşıyıcısı, itici gücü olan toplumsal sınıfın bulunmaması nedeniyle de, işleri çok daha zordur. Evrim sonucu oluşan devrimlerde, devrim “yeni insan”ın ürünüdür. Geri kalmışlarda ise, devrimin kendisi “yeni insan”ı yaratmak zorundadır. Öncelikle bir “kültür devrimi” olmak zorundadır. Ancak eski düzenin savunucusu olan güçlerin -tarihsel nedenlerle- zayıflamış oldukları bir andan yararlanarak iktidara gelebilirler. Yani devrim, devrimci gücün gücünden çok, eski düzeni ayakta tutan güçlerin zor durumda bulunmasından yararlanılarak gerçekleşir. Temel devrimci gü­cün yokluğu ya da zayıflığı ise, ideolojiye büyük ağırlık verilerek ve o ideoloji etrafında iyi örgütlenmiş “bilinçli” bir çekirdek oluşturularak dengelenmeye çalışılır.

Gabriel Almond şöyle diyor:

“Batı’nın devlet adamları, aşağıdaki şeyleri gerçekleştirmek için yeterince zamana sahiptiler:

1) Önce bir ulus oluşturmak;

2) Arkasından, bir hükümet otoritesi ve yasaya saygı alışkanlığı yaratmak;

3) Daha sonra, seçimlerin, siyasal partilerin, çıkar gruplarının ve iletişim araçlarının gelişmesiyle uyrukları yurttaş haline getirmek;

4) Sonunda da, refah isteklerini karşılamak.. “

Oysa geri kalmış ülke devrimcileri, bu sorunların tümüyle birden karşı karşıyadırlar. Çünkü yüzyıllar sürecek bir evrimi beklemeye zamanları ve tahammülleri yoktur. Toplumdaki güçler dengesinin değişmesine karşın, eski güçler dengesinde ağır basan güçlerin çıkarlarına ve dünya görüşlerine göre biçimlenmiş olan kurumların değişmemekte direnmesi, devrimin nesnel (objektif) koşulunu oluşturur. Var olan düzeni eleştiren ve yeni bir düzenin ilkelerini içeren ideoloji ise, devrimin öznel (sübjektif) koşulu sayılır.

Devrimi bilinçsiz bir ayaklanmadan, kızgınlık birikimlerinin kırıp dökmeye dönüşmesinden ayıran ana özellik, sahip olunan devrimci bilinç, yani bilinç öğesidir. Evrim sonucu doğan devrimlerde, ideoloji evrime koşut olarak doğar, devrimci eylem içinde gelişir. Böyle bir devrimde ideolojinin ağırlığı, nesnel koşulların çok gerisinde kalır. Oysa geri kalmış ülkelerde nesnel koşullar henüz oluşmamış olduğu için, ideolojinin önemi artar. İdeoloji, devrimi olanaklı kılan ortamdaki eksikliği giderme, boşluğu doldurma işlevini üstlenir. Burada ideoloji, yine devrimci eylem içinde bazı değişikliklere uğramakla birlikte, devrim öncesinde en azından genel çerçevesiyle vardır. Ve çoğunlukla da, ana çizgileriyle gelişmiş ülkelerden aktarılmıştır. Amaç zaten o ülkelerin düzeyine daha hızlı bir biçimde ulaşmak olduğu için, bunu doğal karşılamak gerekir.

Her devrim, belirli toplumsal güçlere dayanarak gerçekleşir. O güçlerin yeterince gelişmediği ortamlarda ise, devrimci ideolojinin kendisi, yarattığı bilinç ve kitleler üzerindeki etkisiyle devrimci bir güç oluşturabilir. Bir ayaklanmanın, bir hükumet darbesinin, bir bağımsızlık savaşının tarihi hızlandırmak amacındaki bir devrime dö­nüşmesinde, devrimci ideolojinin etkisi büyüktür. Ama ideolojinin devrimdeki ağırlığının artması ölçüsünde, dogmatikleşme tehlikesi de artar. Çünkü söz konusu ideoloji, bir anlamda, var olması istenilen, ama henüz var olmayan koşulların ürünüdür. Somut gerçekliği henüz yoktur. Mustafa Kemal de, Lenin de, tarihin kendilerine hazırladığı bir fırsatı değerlendirdiler. Birinci Dünya Savaşı, Rusya’da da, Anadolu’da da -ekonomik ve toplumsal- bü­yük sorunların doğmasına neden olmuştu. Lenin, Çarlık ordusunun perişan olması sayesinde, küçük ama iyi örgütlü ve bilinçli bir güce dayanarak siyasal iktidarı ele geçirdi. Mustafa Kemal ise, ülkesini düşman işgalinden kurtarmanın kendisine kazandırdığı olağanüstü etkiyi kullanarak devrimini gerçekleştirebildi. Padişahın ordusunun devrimin ordusuna dönüşmesinin koşullarını da Kurtuluş Savaşı hazırlamıştı.

Lenin’in, Rusya’nın koşullarına uydurmaya çalıştığı Marksist ideoloji -yukarıda değindiğimiz nedenlerden dolayı- giderek bir dogmaya dönüştü. Mustafa Kemal ise, liberalizm ve sosyalizmden de yararlanarak Türkiye’nin koşullarına göre oluşturmaya çalıştığı devrimci ideolojinin dogmalaşma tehlikesinin bilincindeydi. İdeolojik kalıplaş­manın hızlı bir değişim süreciyle bağdaşmayacağını biliyordu. En ileri kurumların bile, günün birinde eskimeye mahkum olduğunu görüyordu.

Mustafa Kemal’in Türk devrimini hangi koşullar içinde gerçekleştirdiğini biliyoruz. Ama yaptıklarını gereği gibi değerlendirebilmek için, önce devrimle ilgili düşüncelerini incelemekte yarar var. Kemalist “devrimcilik” iki temel öğeden oluşur

1) Eskimiş kurumlan yıkıp, çağın gereklerine uygun yeni kurumlar oluşturmak;

2) Değişmeye ve yeniliklere sürekli olarak açık kalmak, kalıplaşmamak…

Atatürk “devrimcilik ” ilkesinin birinci öğesini şöyle tanımlıyor:

“Devrim, Türk milletini son yüzyıllarda geri bırakmış olan kurumları yıkarak, yerlerine ulusun en medeni gereklere göre ilerlemesini temin edecek yeni kurumları koymuş olmaktır.”

Sürekli devrimcilik anlamına gelen ikinci öğe ise şu düşüncenin ürünüdür:

“Ben, manevi miras olarak hiçbir ayet, hiçbir dogma, hiçbir donmuş ve kalıplaşmış kural bırakmıyorum. Benim manevi mirasım ilim ve akıldır. Benden sonrakiler, bizim aş­mak zorunda olduğumuz çetin ve köklü zorluklar karşısında, belki gayelere tamamen eremediğimizi, fakat asla taviz vermediğimizi, akıl ve ilmi rehber edindiğimizi tasdik edeceklerdir. Zaman süratle ilerliyor; milletlerin, toplumların, kişilerin mutluluk ve mutsuzluk anlayışları bile değişiyor. Böyle bir dünyada, asla değişmeyecek hükümler getirdiğini iddia etmek, aklın ve ilmin gelişimini inkar etmek olur. Benim Türk milleti için yapmak istediklerim ve başarmaya çalıştıklarım ortadadır. Benden sonra beni benimsemek isteyenler, bu temel eksen üzerinde akıl ve ilmin rehberliğini kabul ederlerse, manevi mirasçılarım olurlar.” 

Atatürk bu nedenle, Kemalizmi bir öğreti (doktrin) olarak geliştirmek isteklerine karşı çıkmıştır. Sürekli değiş­me içinde olan bir hareketin kalıplaştırılmasının, gerilemeye yol açacağını savunmuştur. “Kemalizm, benim yerimde benden ileri olmaktır” sözü de ona aittir.

Atatürk nasıl bir devrimcilik anlayışına sahipti? Devrimi yürütürken benimsediği yöntem neydi? Esin kaynağı neresiydi? Bu soruların yanıtlarını -hiçbir yanlış anlamaya yer vermeyecek kadar- açıklıkla veriyor:

“Bozuk zihniyetli milletlerde büyük çoğunluk başka hedefe, aydın denen sınıf başka zihniyete sahiptir. Aydın telkinle, aydınlatma ile büyük çoğunluğu hendi amacına göre ikna etmeyi başaramayınca, başka yollara başvurur. Halka zorbalık etmeye başlar. Başarıya ulaşmak için, aydın sınıfla halkın zihniyet ve hedefi arasında tabii bir uyum olması gerekir. Yani aydın sınıfın halka telkin edeceği ilkeler, halkın ruh ve vicdanından alınmış olmalıdır. Bu halk bir defa karşısındakinin samimiyetle kendine yardımcı olduğuna inanırsa, her türlü hareketi derhal kabule hazırdır. Bunun için gençlerin her şeyden evvel millete güven vermesi gereklidir.”

1923 yılında Konya’da yaptığı bu konuşma, seçkinciliği yadsıyan, halkla bütünleşmeye ve dolayısıyla demokratik yöntemlere büyük önem veren bir halkçı-devrimcilik anlayışını yansıtıyordu. 1 Kasım 1937’de TBMM’yi açış konuşmasında da şöyle demekteydi:

“Biz ilhamlarımızı gökten ve gaipten değil, doğ­rudan doğruya hayattan almış bulunuyoruz. Bizim yolumuzu çizen, içinde yaşadığımız yurt, bağrından çıktığımız Türk milleti ve bir de milletler tarihinin bin bir facia ve ıstırap kaydeden yapraklarından çıkardığımız neticelerdir.”

Atatürk çok geniş bir tarih kültürüne sahipti. Başka toplumların deneyimlerinden yararlanmaktan yana, ama “taklit”e karşıydı. “Biz kendimiz olmalıyız!” düşüncesini savunuyordu.

Kemalist Türk Devrimi, her şeyden önce bir Aydınlan­ma Devrimi’dir. Dine dayalı düşünce kalıplarının yerini, aklın ve bilimin ışığının almasıdır. Immanuel Kant’ın deyimi ile, “insanın kendi suçu ile düşlüğü bir ergin olmama durumundan kurtulması”dır. İnsanın doğuştan sahip olduğu “devredilemez, vazgeçilmez ve dokunulmaz” haklarının kabul edilmesidir. Kısacası, insanın ortaçağ karanlığından kurtulup aydınlığa çıkmasıdır.

İlhan Selçuk, Anadolu’nun “Aydınlanma Devrimi”nin şöyle bir sürecin ürünü olduğunu söylüyor:

“Emperyalizme karşı bağımsızlık… Padişahçılığa karşı cumhuriyetçilik… Şeriata karşı laiklik… Tutuculuğa karşı devrimcilik… Ümmetçiliğe karşı milliyetçilik…”

Aslında, buna bir de “seçkinciliğe karşı halkçılığı” eklemek gerekir. Geri kalmış ülkelerin genellikle kıt olan kaynaklan içinde, en bol malzeme insandır. Üstelik diğer kaynakları harekete geçirebilecek güç de, yine o insan öğesidir. Bu nedenle, geri kalmış ülke devrimleri, her şeyden önce insanı değiştirmeye, daha etkili, daha bilinçli bir yeni insan yaratmaya, insanın düşünüş ve davranış biçimlerini değiştirmeye yönelik bir kültür devrimi olmak zorundadır. Geri kalmış ülke devrimlerinin kaderi, bu yeni insanı yaratabilmelerindeki başarıya bağlıdır. Başka türlü anlatmak gerekirse; Batı’da toplumsal- ekonomik yapıdaki değişmeler “yeni insan”ı yarattı, o yeni insan da devrimi gerçekleştirdi. Oysa bu evrimi geçirmemiş olan ülkelerde, devrim yeni insanı yaratmak zorundadır. Devrim yeni insanı yaratmalıdır ki, yeni insan da geri kalmışlık kısır döngüsünü kıracak temel gücü oluştursun.

Mustafa Kemal, tarihin tanıdığı en cüretli, en büyük ve kapsamlı kültür devriminin baş mimarıdır. Dilde, dinde, hukukta, yazıda, giyside, eğitimde, tarihte yaptığı reformlar; inanılmaz boyuttaki bir kültür devriminin, bir bütün içinde çok anlamlı olan parçalarıdır. Hiçbir toplumsal hareket, dayandığı toplum kesimlerinin olanaklarını aşamaz. Her önder, ne kadar büyük olursa olsun, belirli bir toplumsal tabana dayanmak zorundadır. Ve dayanmak zorunda kaldığı toplumsal tabanın gücünü ne ölçüde harekete geçirebiliyorsa, o ölçüde başarılı sayılır. Kemalist devrimciliği ve Kemalist devrimciliğe yönelik eleştirileri değerlendirirken, bu gerçeği göz önünde bulundurmak zorundayız. Mustafa Kemal’in birinci hedefi ulusal bağımsızlığı sağlamak, ikinci hedefi ise ulusu çağdaş uygarlık düzeyine yükseltmekti. Ulusal bağımsızlığı sağlamadan ikinci hedefe yönelmek ise zaten söz konusu olamazdı. Oysa ulusal bağımsızlığa yönelirken dayanabileceği güçler sınırlıydı: Asker-sivil bürokratlar, küçük tüccar niteliğindeki zayıf bir kent-soylu kesimi ve büyük toprak sahipleri. Daha önce de belirttiğimiz gibi bunun dışında güç alabileceği örneğin bir işçi sınıfı yoktu. Ulusal bağımsızlık hareketini örgütleyip sonu gelmeyen savaşlardan yorgun düşmüş Anadolu köylüsünü harekete geçirirken, bu sacayağına dayanmak zorundaydı. Topluma, yirminci yüzyılın sonlarında bile hiç­ bir İslam ülkesinin ele almaya cesaret edemediği dönü­şümleri kabul ettirebildi. Ama, örneğin sıra toprak reformuna geldiğinde başaramadı. Çünkü geçmişte dayanmak zorunda kaldığı, hareketinin tabanında yer alan güçlerden birisi de toprak ağaları idi.

Kemalist devrimciliğe yönelik bürokratik, tepeden inmeci suçlamalarının hiçbir bilimsel yanı yoktur. Mustafa Kemal’in dayanmak zorunda bulunduğu toplumsal taban içinde en ilerici güç, asker-sivil bürokrasi idi. O günün Anadolusunda, bu kesimden daha ileri niteliklere sahip bir toplumsal sınıfın varlığını kim ileri sürebilir?

1. Meşrutiyet, 2. Meşrutiyet, İttihat Terakki hangi toplum kesiminin ürünüdür? Terakkiperver Fırka’yı, Serbest Fırka’yı, Demokrat Parti’yi, Adalet Partisi’ni kimler kurmuştu? Karabekir, Gümüşpala, Demirel, Calp, Sunalp, Özal ve benzerlerinin paşa ya da sivil bürokrat olmaları bir rastlantı mıdır?

Demokrasinin temelini bütün toplumlarda orta sınıflar oluşturmuştur. Geri kalmış ülkelerin gerek gelişme çabalarındaki büyük zorlukları, gerekse demokrasiyi yaşatamamaları, büyük ölçüde orta sınıflarının yokluğu ya da zayıflığından kaynaklanmaktadır.

Mustafa Kemal ve genç Türkiye’nin şansı, altı yüz yıllık bir imparatorluğun ürünü olan oldukça güçlü bir asker-sivil bürokrasi olmuştur. Geri kalmış ülkelerin büyük çoğunluğunun böyle bir şansa sahip olmamalarının nedeni ise, bir devlet geleneklerinin bulunmayışıdır. Yüzyıllar boyu, siyasal bağımsızlıklarından yoksun olarak yaşamış oluşlarıdır. Tepeden inmecilik suçlamaları da, aynı nedenden dolayı saçmadır. Son çözümlemede karşı-devrimci bir tutumdur. Çünkü tepeden değil tabandan bir hareketin oluşması için yüzyılların geçmesini beklemek anlamını taşımaktadır. Üstelik de Mustafa Kemal, halkçı-devrimci yaklaşımı ile, hemen her adımı halkı yanına alarak atmayı başarmıştır.

Yukarıda anlatmaya çalıştığımız geri kalmış ülke devrimlerinin farkı, Kemalist Türk Devrimi’ne yönelik bu tür suçlamaların gülünçlüğünü ve tarihi bilmemekten kaynaklandığını ortaya koymaktadır. Rus Devrimi bir bilinçli öncüler hareketi değil midir? İlk Sovyet anayasası, niçin kentlerde her 25 bin kişiye bir milletvekili öngörürken, kırsal kesimde ancak her 125 bin kişiye bir milletvekili seçme hakkı tanımıştı? Bu durum, devrim kendisini güvencede hissedinceye kadar, 1936 anayasasına gelinceye dek niçin sürmüştü?

Roger-Gerard Schwartzenberg şöyle diyor:

“Avrupa’nın 19’uncu yüzyıldaki evriminde, devlet oyuncudan çok seyirciydi. Üçüncü Dünya toplumlarında, tersine, her şey devletten hareketle, modernci seçkinlerden oluşan hükümetlerden hareketle başlıyor. Bu seçkinler, geleneksel toplumdan açık bir biçimde ilerdedirler ve tüm ülkeyi geliştirme amacına yönelmiş­lerdir.”

Ya yoksulluk ve karanlıkta yaşamayı sürdürmek, ya ilerici öncülerin peşine takılmak ve zamanla onları aşmak: Geri kalmış ülkeler için, bunların dışında bir seçenek ne yazık ki yoktur!.. Ve Kemalist devrimcilik, devrimi sürdü­recek yeni ve daha ileri güçlerin doğmasını sağladığı ve onlara yolu açık tuttuğu için, 70 yıl sonra da ayakta kalabilmiştir. Tarihte “kansız devrim” yoktur. Olamaz da! Ama Türk Devrimi, Mustafa Kemal’in olağanüstü kişiliğinden ve “halkçı” niteliğini öne çıkarmasından dolayı, tarihin tanıdığı en kansız devrimdir. İstiklal Mahkemeleri’nin, casus, bozguncu, asker kaçağı ve isyancılar dahil, idama mahkum ettiklerinin toplam sayısı 1700 dolayındadır. Üstelik bu mahkemelerde görev alanların çoğu sivildi ve hatta içlerinde iki müftü bile vardı.

Tarihçi Prof. Herbert Metzig, 1920’li yıllarda şunları yazmıştı:

“Atatürk’ün reformları ve sözleri göklerde bayrak gibi dalgalanıyor. Bu bayrak dünyaya barışı getirecektir. Ve bizler, bu büyük insanın düşüncelerini bile takip edebilecek güçte değiliz.”

Fransız araştırmacı François Georgeon ise, aradan yetmiş yıl kadar geçtikten sonra şu değerlendirmeyi yapıyor:

“Kemalizm, Avrupa dışında da güçlü yankılar uyandırdı. Bugün Üçüncü Dünya adını verdiğimiz, Latin Amerika’dan Uzakdoğu’ya kadar uzanan alanda, Türkiye’nin 1919’dan sonraki atılım ve uygulanan reformları çoğunlukla tutku dolu bir dikkatle izlendi. Bağımsızlığı kazanmak, ekonomik-sosyal kalkınmayı sağlamak için uygulanacak reçetelerle ilgili olarak Kemalizmden alınacak dersler araştırıldı.”

Ama Türkiye’nin son 40 yılı, Atatürk’ün yapıtına yö­nelik bir karşı-devrim sürecinin giderek tırmandığı, 12 Eylül ve Özal yönetimlerinde doruğa vardığı bir dönemdir. Atatürkçülük adına Atatürk’ün kurduğu kurumların birer birer kapatılması olgusu 12 Eylül yönetiminde yaşandı. Önce Atatürk’ün kurduğu parti kapatıldı; arkasından sıra Türk Dil ve Tarih Kurumlarına, Çocuk Esirgeme Kurumu’na kadar geldi.. Atatürk’ün kurduğu Türk Hava Kurumu’nun gelirlerini bile Diyanet İşleri’ne bağışladılar. “Zorunlu” din dersini Anayasa’ya soktular. Devrim Tarihi derslerinin adını bile değiştirip, Kemalizme karşı olanların ellerine terk ettiler. Ve sonunda Turgut Özal’ın açtığı yoldan, Kemalizmi yıkmak isteyen tüm güçler, karşı-devrimci bir cephede birleştiler: 2. Cumhuriyet… Yeni Osmanlılar, Yeni Mandacılar, Kürtçüler ve Dincilerin oluşturduğu bir güç birliğidir bu.

Atatürk devrimini yürütürken üç ayrı cephede savaş vermişti: Karşısında bir yanda dış güçler vardı. Bir yanda, dış düşmanın -Sultan’ın da yardımı ile sağladığı- yerli iş­ birlikçileri. Ve bir yanda da, Kurtuluş Savaşı’nda Mustafa Kemal’in yanında yer alan, ama sıra çağdaşlaşmaya gelince ona karşı çıkan, yakın ya da uzak dostları. Geleceğin 2. Cumhuriyet ihanetini ise, Atatürk sanki daha Cumhuriyet’i kurarken sezmiş gibiydi. Söylev’deki şu bölüm çok düşündürücüdür:

“Gelecek kuşakların, Cumhuriyet’e hiç acımadan saldıranların başında ‘Cumhuriyetçiyim’ diyenlerin yer aldığını gördükleri zaman şaşacaklarını hiç sanmayınız! Tersine, Türkiye’nin aydın ve Cumhuriyetçi çocukları, böyle ‘Cumhuriyetçi’ geçinmiş olanların gerçek düşüncelerini irdeleyip saptamakta hiç de güçlük çekmeyeceklerdir.”