Ekonomik anlamda devletçilik, liberalizmin karşıtıdır. Hem devletin ekonomik yaşama müdahale etmesini ve denetlemesini, hem de -gereken durumlarda- devletin ekonomik yaşamda bizzat girişimci olarak yer almasını öngörür.
Komünist rejimlerdeki kolektivist ekonomilerden farkı, bütün üretim araçlarının devletin elinde bulunması gibi bir temel ilkesinin olmamasıdır. Kemalizmin diğer ilkeleri gibi devletçilik de, 1920’lerin Anadolusundaki koşulların ürünüdür. Altyapısı ve sanayisi neredeyse yok düzeyinde olan bir ülke söz konusudur. Yoksul, yüzyıllardır ihmal edilmiş olan bir halk, nasıl kalkınacak ve hak ettiği çağdaş yaşam düzeyine ulaşacaktır?
Çağdaş uygarlığı temsil eden Batı, uzun ve ızdıraplı bir yoldan geçerek o noktaya ulaşmıştı. Batılı ülkeler zenginleşir ve gelişirken sadece geri kalmış ülkeleri sömürmemişler, aynı zamanda kendi halklarını -insancıl olmayan koşullarda- kuşaklar boyu çalıştırmışlardı. Kapitalist gelişmenin temelindeki sermaye birikimi, kan ve gözyaşı ile oluşmuştu. Türkiye’nin ise, zaten kendisi geri kalmış bir ülkeydi. Ne sömürgeleri vardı, ne de yüzyıllar boyu bekleyecek zamanı. Halkın sırtından, birkaç kuşağı daha yoksul tutma pahasına bir kalkınma ise, Kemalizmin halkçılık özüne aykırıydı.
Buna karşın, 1923-1930 döneminde, kalkınma için gerekli yatırımları yapması özel girişimlerden beklendi. Bir yandan ödenmesi gereken Osmanlı borçları, öte yandan Lozan Antlaşması’na bağlı Ticaret Sözleşmesi’nin bazı hükümleri, devletin ekonomik yaşama kapsamlı bir biçimde karışmasını engelliyordu. Ama bu işlevi yerine getirmeye özel kişilerin ne yeterli parası, ne yeterli deneyimi, ne de yeterli teknik bilgisi vardı.
Dünyayı sarsan 1929 ekonomik bunalımı ise, liberal ekonomi politikalarının tam bir başarısızlığını vurguluyordu. İşte Kemalizm, ülkeyi kalkındırmak, halkı çağdaş uygarlık düzeyine ulaştırmak için devletçilik ilkesini, bu sürecin sonunda benimsedi. Böylece hem altyapı ve sanayi devlet eliyle kurulabilecek, hem de hakça bir paylaşım yapılacak ve ekonomik gücü kullanan bir sınıfın halkı ezmesine olanak verilmemiş olacaktı.
Atatürk, 1935 yılında İzmir fuarının açılışı vesilesiyle, Kemalizmin devletçilik anlayışının liberalizm ve sosyalizmden farkını ortaya koymak gereğini duyuyor ve şöyle diyordu:
“Türkiye’nin tatbik ettiği devletçilik, sosyalizm nazariyatçılarının ileri sürdüğü fikirlerden alınarak tercüme edilmiş bir sistem değildir. Bu, Türkiye’nin ihtiyaçlarından doğmuş, Türkiye’ye has bir sistemdir. Devletçiliğin bizce manası şudur: Fertlerin hususi teşebbüslerini esas tutmak, fakat büyük bir milletin ve geniş bir memleketin bütün ihtiyaçlarını ve birçok yapılamayanları göz önünde tutarak, memleket iktisadiyatını devletin eline almasıdır… Devlet hususi teşebbüsle yapılmamış olan şeyleri bir an evvel yapmak istedi ve muvaffak oldu. Bizim takip ettiğimiz bu yol, liberalizmden başka bir sistemdir.”
Atatürk bu düşüncesini başka bir konuşmasında daha da açacak ve şöyle diyecekti:
“Dünyada iki mühim iktisadi ekol tatbik edilmektedir. Büyük harbin sonunda komünizm tatbik edildi. Fakat halka vaadedilen şeyler aynen temin edilemedi. Ruslar bazı prensiplerinden geri döndüler. Bir devrime teşebbüs edip sonradan dönmektense ağır ağır ilerlemek en doğru yoldur. İkinci ekol liberalizmdir. Bu da eskimiştir. Bizim tatbik ettiğimiz ekol devletçiliktir. En ileri iktisadi yol budur.”
Halk Partisi’nin 1935 programı ise, Kemalizmin devletçilik anlayışına oldukça net bir çerçeve çizmiştir:
“Özel çalışma ve faaliyeti esas tutmakla beraber, mümkün olduğu kadar az zaman içinde milleti refaha ve memleketi gelişmişliğe eriştirmek için, milletin genel ve yühsek yararlarının gerektirdiği işlerde, özellikle iktisadi alanda devleti fiilen ilgilendirmek önemli esaslarımızdandır. İktisat işlerinde devletin ilgisi fiilen yapıcılık olduğu kadar, özel girişimleri teşvik ve yapılanları düzenleme ve denetlemektir.”
Tek partinin genel sekreteri Recep Peker’in şu sözleri, yukarıdaki düşüncelere daha bir açıklık getirici niteliktedir:
“Programımızda bütün üretim araçlarını devletleştiren, serbest ticaret ve mülkiyet tanımayan, serbest sermayenin çalışmasına müsaade etmeyen ve bütün iktisat faaliyetlerini benimseyen aşırı devletçilik fikirlerine yol açmayacak bir açıklık vardır… Ticaret faaliyetlerini serbest tutmakla beraber, yapılması lazım olan işlerden şahsi teşebbüslerin başaramayacaklarını veyahut şahsi teşebbüse bırakmakta zarar tasavvur gördüklerini devlete yaptırmak yolunu takip ediyoruz.”
Kemalist devletçilik, hızlı bir ekonomik büyümeyi sağlamak için devletin lokomotif görevini üstlenmesi anlamına geliyordu. Devlet ekonomiye yön verecek, kıt kaynakların akılcı kullanımını planlayacaktı. Devlet özel girişimcilerin ilgilenmediği, başarılı olamadığı, ya da kamu yararı gördüğü alanlarda yatırım ve işletmecilik yapacaktı. Genç Cumhuriyet, Osmanlı’dan ekonomik bir enkaz devralmıştı. Osmanlı’dan yeni devlete kalan dış borç tutarı, 1924 bütçesinin 7 katından fazlaydı. Atatürk yaşama gözlerini kapadığında ise, bu borcun devlet bütçesi içindeki yeri, yüzde yarımın bile altına düşmüştü. Savaş sonrasının Kemalist Türkiyesi bir yandan bu borçlan ödedi, dış yardım almadı; öte yandan da, enflasyonsuz çok hızlı bir ekonomik kalkınma gerçekleştirdi.
Türk lirasını, Alman markından ve İngiliz sterlininden daha değerli bir konuma getirdi. Kemalist Türkiye, devletçiliğin iki büyük yararını gördü: Bir yandan, özellikle altyapı ve sanayi yatırımları sayesinde, oldukça hızlı bir ekonomik büyüme gerçekleştirildi. Öte yandan, sanayileşmenin devlet eliyle oluşumu sayesinde, Türk işçisi Batı’daki örnekleri gibi, birkaç kuşak boyu harcanmadı.
1929-1939 arasındaki on yılda dünya sanayi üretimi yüzde 19 artarken, Türkiye’de sanayi üretimi artışı yüzde 96’yı buldu. Çok daha elverişli koşullardaki Sovyetler Birliği ve Japonya dışında hiçbir ülke, bu alanda Türkiye’den daha hızlı bir büyüme sağlayamadı. Giderek oluşmaya başlayan sanayi işçisi, nasıl hiçbir savaşım vermeden seçme ve seçilme haklarını elde ettiyse; yine kan dökülmesine, kuşaklar boyu süren büyük acılar çekilmesine gerek kalmadan, insancıl çalışma koşullarına kavuştu.
Kemalizmin sürekli devrimcilik anlayışını daha sonra sürdürenler, sendikalaşma, grev ve toplu sözleşme gibi hakları vermek için de, işçi sınıfının rejimi zorlamasını beklemediler.