Twitter
Visit Us
YOUTUBE
YOUTUBE
LINKEDIN
Share

30 yıldan fazladır Türkiye’de terör saldırıları yapan PKK gibi bir terör örgütünün bu kadar uzun süre sonunda bile halen varlığını sürdürebilmesinin temel nedeni arkasında dış güçlerin desteğinin olmasıdır. 18 ay gibi bir süre içinde Irak’ın üçte birini Suriye’nin yarısından fazlasını işgal ederek toprak sahibi olan ve devlet ilan eden, halen bitmek tükenmek bilmeyen lojistiği, azalmayan eleman sayısı ile dünyanın en zengin terör örgütü olan IŞİD örgütünün arkasında da devletlerin ve gizli servislerin olduğu da artık herkes tarafından kabul edilen bir gerçektir. Bu açıklamaların esas anlamı şudur: Her iki terör örgütü (PKK ve IŞİD) de taşerondur ve sırayla ya da bazen ortaklaşa olarak dış güçlerce belli bölgelerde belli ülkelere karşı kullanılmaktadır.

PKK sanki sadece Türkiye’de terör yapan bir örgüt olarak algılansa da aslında nihai hedefi Türkiye, İran, Irak ve Suriye’den koparacağı topraklar üzerinde bağımsız büyük Kürdistan kurmaktır. Bu hedef son olarak KCK sözleşmesi ve teşkilatında vücut bulmuştur. IŞİD de genel bir algı olarak sadece Suriye ve Irak’ta faaliyet gösteriyor gibi ele alınsa da aslında çok geniş bir coğrafyada faaliyet göstermekte olup Libya’da, Yemen’de, Hint yarımadasında da toprak ele geçirmiş merkezi Rakka’da olan IŞİD’e bağlı vilayet yönetimleri ilan etmiştir.

Bu çok özet anlatımda PKK ve IŞİD bağlamında kesişen nokta Türkiye’dir. PKK 2013 yılı başında tarihinin en üst kazanım noktasına gelmiş ve hükümeti çözüm süreci adı altında müzakere masasına oturtmayı başarmıştı. Arap Baharının son kurbanı Suriye’de başlayan iç savaşı da fırsat bilen PKK, Suriye kolu PYD/YPG üzerinden Suriye kuzeyinde kanton yönetimleri oluşturdu. Burada PKK’nın nihai hedefine ulaşmasının önünü açabilmek üzere Haziran 2014’te IŞİD imdadına yetişti. Ayn el Arab (Kobani)”ta IŞİD’e karşı başlatılan çatışmalarla Batı’nın da pompalamasıyla bölgedeki bütün Kürtler için bir başarı hikayesi yaratıldı. Bu rüzgarla Suriye kuzeyinde bir Kürt koridorunu oluşturma yolunda hızla ilerlerken 2015 ortalarında Türkiye’nin iç politikasında beklenmeyen gelişmeler bu rüzgarı kesintiye uğrattı. Çözüm süreci buzdolabına kaldırıldı.

7 Haziran seçimlerinden sonra buzdolabının kapısını açtırarak hükümeti müzakere masasına yeniden döndürmek üzere Türkiye yeni bir terör sarmalına sokuldu. Bu maksatla çözüm sürecinde şehirlere depolanan silah ve patlayıcılar ile şehir merkezlerinde oluşturulan PKK’nın dağ kadrosunun da içinde bulunduğu sözde gençlik hareketi dedikleri sivil görünümlü silahlı milis güçlerle şehir merkezlerinde çatışmalar başlatıldı. Fakat burada ilginç detay PKK’nın yeniden terör sarmalını başlatmasına mazeret oluşturan olaylar 20 Temmuz’da Suruç ve 10 Ekim’de Ankara’daki saldırılardı. İşin daha da ilginci bu saldırıları IŞİD’lilerin yapmış olmasına rağmen PKK ve destekçilerinin saldırıya maruz kalanların kendilerine müzahir kitleler olduğu ve hükümetin IŞİD’i desteklediği iddiasından yola çıkarak PKK’nın Türkiye’ye karşı terör saldırılarını başlatmış olmasıdır.

Terör örgütlerini taşeron olarak kullanan güçler her zaman için bir taşla birden fazla kuş vurmayı hedeflemiştir. İşte IŞİD’in Suruç ve Ankara saldırılarında PKK’nın terör saldırılarını başlatmasına mazeret yaratmanın yanında Türkiye’nin IŞİD karşıtı koalisyonda daha fazla yer almasını sağlamakta vardı. Nitekim Türkiye, Suruç saldırısı sonrasında başta İncirlik olmak üzere üslerini ABD ve koalisyon ülkelerine açtı ve bazı sınır ötesi operasyonlara iştirak etti. Bu arada yurt içinde değişik şehirlerde IŞİD hücrelerine karşı operasyonlar yaptı. Böylece Türkiye ile IŞİD’in sıcak çatışmaları da başlamış oldu. Ortaya çıkan durum tam da Batılıların istediği gibi değildi. Onlar her seferinde “esas tehdit IŞİD’tir, PKK değil” diyorlardı. Fakat PKK’nın yoğun saldırıları Türkiye’yi ister istemez IŞİD’i ikinci plana itmeye zorladı. Senaryo 10 Ekim’de Ankara’daki saldırıyla yenilendi. Üstüne Rus uçağının düşürülmesi de eklenince Batılı güçlerin NATO desteği vasıtasıyla Türkiye’de konuşlanması arttı.

1 Kasım seçimleri sonunda PKK’nın doğu ve güneydoğuda özellikle sınır bölgesindeki il ve ilçe merkezlerinde başlattığı, hazırlıkları ta çözüm sürecinden buyana yapılan hendek terörü gittikçe yoğunlaştı ve Türk güvenlik güçleri şehir merkezlerinde halen devam eden operasyonları başlattı. Ortaya çıkan manzara ise maalesef ürkütücüydü. PKK çok sayıda kayıp vermişti ama şehirlerde devletin temel görevlerini yapması imkansız hale gelmiş, halkın önemli bir kısmı göç etmek zorunda kalmıştı. PKK hem yurtiçindeki hem de sınır ötesi operasyonlar nedeniyle ağır kayıplar vermişti, bunu sürdürebilmesi mümkün değildi. Bunun için de siyasetteki temsilcileriyle birlikte hükümete en azından müzakere masasına döndürecek şekilde “taleplerimiz kabul edilmezse biz de ayrılırız” söylemiyle yani “bölünme tehdidiyle” şantaj yaptılar. Sürekli bir terör ortamı ve gelen şehit haberleri bu süreci hükümet açısından da sürdürülebilir olmaktan çıkarıyordu. Nitekim hükümet de PKK’nın kabul etmeyeceği şartlar (silah bırakmak, ülkeyi terk etmek vs) öne sürse de çözüm sürecine dönülebileceği sinyali veriyordu. Bu durum ise PKK’nın ümidini artırıyor, hükümeti mecbur bırakmak için terör saldırılarını artıyor, hatta ülkenin batısına ve büyük şehirlere de yaygınlaştırmakla tehdit ediyordu. Bunun için de artık herkesin bildiği şekilde bahar ile birlikte (Nevruz bahanesiyle) artık ayaklanmaya dönüşecek bir terör sarmalını hayata geçirmenin hazırlığını yapıyor. Bunu da tehdit mesajlarıyla ortaya koyuyordu.

İşte böyle bir ortamda İstanbul Sultanahmet meydanında yani Türkiye’nin turizm alanındaki merkezinde patlatılan IŞİD bombasının sadece yabancı turistleri hedef alacak şekilde gerçekleşmesi çok anlamlıydı. Böylece IŞİD terörünün kendi topraklarında alan bulmasından endişe eden ve IŞİD’in Suriye’de neden olduğu göçmen sorunundan bunalan Avrupa’nın Türkiye’ye “PKK’yı bırak IŞİD’e bak, IŞİD birinci tehdit” şeklindeki baskısının artması sağlanacaktı. Bununla birlikte Türkiye’nin bu baskının yanında, önemli bir ekonomik gelir kaynağı olan turizmin de büyük yara alarak Türkiye’yi ekonomik anlamda da baskı altına almanın hedeflendiğini söyleyebiliriz.

Böylece küresel güçlerin iki taşeronu olan iki terör örgütü, görünürde ortaya çıkış gerekçeleri farklı olsa da, bölgenin yeniden dizaynı ve haritaların yeniden çizilmesi bağlamında Türkiye üzerinde yürütülen operasyonda birbirlerinin önünü açar durumda kendilerine verilen taşeronluk görevlerini yaptıklarını görüyoruz.

Taşeron örgütlerin bu saldırıların yanında Batılı güçlerin liderlerinin son dönemde Türkiye ziyaretleri veya Türkiye’deki terör olayları bağlamındaki açıklamalarından Türkiye’yi bir şekilde PKK ile müzakere masasına dönmeye, Suriye kuzeyinde ise PYD ile işbirliği yapmasa da sesiz kalmaya ve IŞİD’i öncelikli ve hatta tek tehdit olarak kabul edilmesi için iknaya çalıştıkları anlaşılmaktadır.  Ocak ayı içinde ABD’den yapılan/yapılacak olan (Genelkurmay Başkanı, Başkan Yardımcısı) üst düzey ziyaretlerin de bu amaca yönelik olduğunu söyleyebiliriz.

Sonuç olarak;

Suruç ve Ankara saldırıları PKK’nın hükümeti müzakere masasına oturtmak için terör saldırılarını başlatması ve yaygınlaştırması için mazeret yaratıp Türkiye’nin IŞİD terörüyle tanışmasının diğer bir ifadeyle “düşman değiştirme operasyonunun” alt yapısını hazırlamıştı. Sultanahmet saldırısı ise IŞİD’in Türkiye’deki üçüncü büyük saldırısı olarak yukarıda ana hatlarıyla belirttiğimiz gerekçelerle düşman değiştirme operasyonunun belki de son safhasının başlangıcı olacaktır. Bu da Türkiye’nin PKK terör örgütüyle 28 Şubat’ta Dolmabahçe’de kaldığı yerden müzakerelere devam etmesi ve terörle mücadelede ağırlığını IŞİD’e kaydırması şeklinde gerçekleşecektir. Bu ise hem Batı’nın hem de PKK’nın istediği bir sonuçtur ama Türkiye’nin çıkarlarına ve bekasının sağlanmasına karşıdır. Ancak Sultanahmet saldırısıyla sürecin hemen bu yönde ilerleyeceği de beklenmemelidir. Bu nedenle Türkiye’yi bu rotaya sokmak için Nevruz’a yaklaştıkça PKK’nın saldırılarını artıracağı, IŞİD’in de yeni canlı bomba saldırıları yapacağı hesaba katılmalı, bu çerçevede bunlara karşı sıfır toleranslı önleyici ve önalıcı operasyonlar yapılmalıdır.

Türkiye, PKK’nın bir komplosu olduğu ortaya çıkan çözüm sürecinin ağır bedellerini ödemeye devam etmektedir. Akıllı organizasyonlar, ki devletler en büyük organizasyondur, yaptıklarından ve yaşadıklarından ders çıkarır ve aynı hataya aynı tuzağa bir daha düşmez. Bu bağlamda Türkiye aklıyla, binlerce yıllık devlet yönetimi birikimiyle, kurumsal karar alma sürecinden geçirerek oluşturacağı politika ve stratejilerle bu sorunu açabilecek tecrübe ve milli güç unsurlarına sahiptir. Türkiye terör örgütü olarak kabul ettiği PKK’ya sivil toplum örgütü değil terör örgütü muamelesi yapmalıdır. PKK ile yurt içinde yürüttüğü mücadeleyi yurtdışında özellikle lider kadroyu hedef alacak nokta operasyonlarla mutlaka desteklemelidir. Keskin hiyerarşik yapıları olan terör örgütlerinin bertaraf edilmesinde en etkili yöntemin lider kadrosunun etkisiz hale getirilmesi olduğu dünyadaki örneklerinin incelenmesi neticesinde bilimsel olarak görülmüştür. Bu bağlamda ayrıca, Türkiye’de yaşanan terör ile Suriye kuzeyinde yaşananların PKK’nın nihai hedefine hizmet ettiğinin farkına varılmalıdır. Bu nedenle sınır ötesi operasyonlar sadece Irak’ın kuzeyi ile sınırlı kalmamalı ve Fırat’ın batısı söylemiyle PKK’lılar için artık güvenli bir bölge haline gelen Suriye kuzeyinde Fırat’ın doğusunda PKK/PYD kontrolündeki bölgeleri de kapsamalı ve buralarda saklanan PKK lider kadrosunu da hedef almalıdır. Bu durum Suriye’nin kuzeyinde Kürt koridoru oluşturma girişimini de engelleyecektir.

Bu bağlamda Einstein’ın “sorunlarınızı karşılaştığınız düzlemde çözemezsiniz” sözünü hatırlamakta da fayda var. Gerçekten de Türkiye’nin şimdi yaşadığı PKK terörü sorunu 1984’tekinden/2003’tekinden ve Suriye bağlamındaki dış politika ve güvenlik sorunları da 2011’dekinden çok farklı bir düzleme gelmiştir. Şartlar ve aktörler değişmiştir. Bu çerçevede Türkiye, akılıyla ve çıkarlarıyla hareket ederek, PKK’nın yarattığı sorunu siyasi bir sorun olarak görmekten, terör örgütünü siyasi bir muhatap seviyesine yükselten müzakere seçeneğinden tamamen vazgeçmelidir. Suriye’de ise duygusal ve mezhepsel yaklaşımlardan uzak Türkiye’nin çıkarlarını esas alan,  sorunun ana aktörlerini (Esad gibi) dikkate alan köklü politika ve strateji değişiklerine gitmeli, ayrıca hem bölgedeki yönetimlerle (Tahran, Bağdat, Şam) hem de bölgeye gelen yeni güçlerle (Rusya gibi) işbirliğini geliştirmelidir.