Twitter
Visit Us
YOUTUBE
YOUTUBE
LINKEDIN
Share

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Başbakan Ahmet Davutoğlu’na yönelik “Saray Darbesi” özellikle dış politikada Türkiye eksenli gelişmeleri yakından izleyenler için çok fazla sürpriz olmadı.

İktidar partisinin lidere kayıtsız koşulsuz itaat geleneğini yakından tanıyanlar için son dönemde Başbakanın ABD ve AB ekseninde yürüttüğü diplomasinin Beştepe’deki Saray’da ciddi bir rahatsızlık yaratmış olduğu sır değildi.

Yani, sıkıntı iktidar partisinin iç dengeleri ve Cumhurbaşkanının “Başkanlık” projesinden daha çok, dış politikadaki stratejik denklemlerin kurgulanmasıyla ilişkiliydi.

Meselenin bu yönünü daha rahat anlayabilmek için, yakın tarihe yine yakın gözlüğü ile bakıp hafızalarımızı tazelemekte yarar var.

Mevcut yönetim, iktidar olduğu 2002 yılından sonra, içinden kopup geldiği Milli Görüş hareketinden farklı olarak, küresel güçle ve küresel sermayenin siyasal temsilcileri ile yakın ilişki içinde oldu.

Dönemin ABD’deki stratejik oyun kurucuları ‘Neo-Con’ların, yani yeni muhafazakârların kurgulamış olduğu “Siyasal İslam” ya da “Ilımlı İslam” projesinin Türkiye’deki temsilcisi olarak yelkenlerini Washington yönetiminin desteği ile şişirmesi, Erdoğan’a o döneme kadar hiçbir Türkiye Cumhuriyeti Başbakanına “nasip olmayan” bir avantaj sağladı.

2002 yılından sonda kurulan hükümetler bu avantajı iyi değerlendirdiler. Özellikle dış politikada, geleneksel diplomasi yaklaşımlarını bir kenara attılar ve Türkiye’nin ABD’nin dümen suyuna girmesine neden oldular. Bunun yanı sıra Arap Baharı’na giden süreçte Türkiye’nin Ortadoğu’daki görünürlüğü önemli ölçüde arttı.

Arap sokaklarında Erdoğan, Ortadoğu’nun ikinci Nasır’ı olarak alkışlanırken, Türkiye, ABD-İran cepheleşmesinin şekillendirdiği Ortadoğu siyasetinde önemli bir oyuncu durumuna geldi.

Arap Baharı ile birlikte Türkiye bölgeye ilişkin yürütülen diplomaside hep ön planda oldu.  Suriye meselesinde olduğu gibi zaman zaman Batılı müttefikleri ile ters düşse, dış politika ilkeleri açısından bir uçtan diğer uca savrulsa da, ne ABD ne AB mevcut yönetimden vazgeçebildi. Bu durum ABD açısından Bush döneminde de böyle oldu, Obama döneminde de…

Bush sonrası Obama ile birlikte Washington’daki oyun kurucular değişti ancak ABD yönetiminin Ankara’daki yönetime ilişkin yaklaşımı değişmediği gibi, verdiği destek daha da arttı. Obama’nın kurmay ekibi, Ankara’daki yönetim anlayışının pragmatizmini iyi okuyamadı, güvenilir olduğunu, arka planında “gizli bir ajandasının” bulunmadığını düşündü.

Ancak çok geçmeden, Obama yönetiminin önde gelenleri, yaptıkları bu değerlendirmelerin külliyen hatalı olduğunu kabul etmek zorunda kaldı. Ankara’daki yönetim için rüzgâr tersine dönmeye başlamıştı.

Son dönemde, – özellikle Suriye, IŞİD ve Kürt politikası nedeniyle- Obama, arasına mesafe koysa da Erdoğan’dan tamamen vazgeçmeyi göze alamadı.  “ABD, bana mecbur” yaklaşımı kısa vadede, hükümete diplomaside belli bir avantaj sağladı. Türkiye, konjonktürel olarak ABD’yi zayıf noktasından yakalamıştı. Obama yönetimi, Beştepe’deki Saray’ın Türkiye’deki seçmenin algısını yönetmek için istediği “malzemeleri” kendisine vermek zorunda kaldı.  Çünkü Washington’da yapılan hesaplara göre, Suriye ve IŞİD konusunda Ankara’daki yönetimin sözde desteğinin ortadan kalkması, ABD’nin Ortadoğu politikasına ciddi bir darbe vurması anlamına geliyordu. Diplomaside frene basıldı. Ama ilişkilerin dengesi bozulmadı.

Ancak, bu durum, Beştepe’deki Saray’da tedirginliği ortadan kaldırmadı. Çünkü Türkiye ile ABD yönetimi arasındaki sıkıntının, görünenin ötesinde daha ileri boyutlara taşınması, iki ülkeyi özellikle bölgedeki gelişmeler bağlamında tam bir cepheleşme içine sokmuştu. Yani mesele, stratejikti ve Ankara’daki yönetimin başındaki isim Batılılar için güven telkin etmiyordu.

Ankara ile Washington arasındaki bu cepheleşme, Beştepe’deki Saray açısından ciddi bir tehdidi de barındırıyordu. Çünkü bu durum, Türkiye üzerinde baskı kurmaktan, Ankara’yı uluslar arası alanda yalnızlaştırmaya, Washington yönetiminin PKK’ya desteğini görünür kılmasından AKP’ye yönelik siyasi operasyonlara zemin hazırlamaya kadar geniş bir risk yelpazesini ortaya koymaktaydı. Kısa süre içinde Beştepe’de alarm zilleri çalmaya başladı. oldu. Erdoğan, son bir hamle daha yaparak, Nükleer Güvenlik Zirvesi’nde Obama ile görüşmeyi başardı. Ancak, gerek Obama ile kişisel ilişkilerindeki soğukluğu gidermek, gerekse Türkiye ile ABD arasındaki ikili ilişkilerini 2002 sonrasındaki düzeyine taşımak için yapılan bu girişim beklenilen sonucu vermedi.

İşte bu aşamada, Erdoğan’ın kendi elleri ile Başbakanlık koltuğuna oturttuğu, AKP Genel Başkanlığı’nı emanet ettiği Davutoğlu, kendi siyasi geleceği açısından stratejik bir hata yaptı. Bir süreden buyana zaten ABD yönetimine olumlu, ılımlı mesajlar gönderip, Ankara-Washington ilişkilerindeki sıkıntıyı gidermeye çalıştığı bilinen Başbakan, son dönemde Atlantik ötesine Türkiye’de siyasi olarak bir “alternatif” olabileceğine ilişkin sinyaller vermeye başlamıştı.

Bu yönde sinyalleri istemeden verdiği düşünülebilir ama Washington yönetimi ciddi ciddi, bir alternatif  arayışı içine girdi. ABD’ye göre, üstü tamamen çizilmese de en azından Beştepe’deki Saray, anayasal sınırlarına dönmeye zorlanabilirdi.

Washington yönetimi kendince, ne yapacağı, nasıl tutum takınacağı ve nasıl bir yaklaşım benimseyeceği konularında daha az riskli olan Davutoğlu ile görece istikrar yakalanabileceği değerlendirmesini yaptı.

Benzer bir yaklaşım AB’de de gündeme geldi.

Sonuçta, Erdoğan her ne kadar kendisine kayıtsız koşulsuz biat etmiş olsa da, “dava arkadaşını” birkaç gün içinde harcamakta sakınca görmedi. Başbakanlık koltuğuna Binali Yıldırım oturdu.

Ancak bütün bu süreçte, gözden kaçan ya da dikkatlere çok gelmeyen birkaç önemli nokta bulunuyor.

Davutoğlu’nun bugüne kadar kendince kurgulamış olduğu dış politika nasıl yürütülecek?

Bu süreçte, dış politikada iplerin yeniden Beştepe’nin eline geçmesine kesin gözüyle bakılıyor. Özellikle, ABD ve AB liderlerinin muhatabı Beştepe’deki Saray’ın sakini olacak.

Ancak, bugüne kadar olduğu gibi dış politikayı ulusal çıkar odaklı olmaktan çok iç politikadaki “oy hesabı” ile yürüttüğü, Ortadoğu’ya Sünni gözlüğü ile baktığı, İhvan ekseninde durmakta ısrarcı olduğu dikkate alındığında, Erdoğan’ın Davutoğlu’nun Dışişleri Bakanlığı’ndan buyana şekillendirdiği diplomaside ciddi değişikliklere gitmesi bekleniyor. Olası bir Başkanlık ya da Anayasa referandumu için beklenen yüzde 51 oy için “İslamcı-muhafazakar” gönülleri okşayacak söylemler, milliyetçi kesimleri AKP cenahına çekecek yaklaşımlar söz konusu olacak.

Erdoğan’ın aradığı malzeme ise Türkiye’nin dış politikasında fazlasıyla bulunuyor. “Batı’ya meydan okuyan Cumhurbaşkanı”, “Suriye’de destan yazan Başkomutan”, “İslam coğrafyasının lideri” imajı için dış politikanın yeniden şekillendirilmesi için düğmeye basıldığı konuşuluyor. Bu nedenle, Dışişleri Bakanlığı’nda gerekli düzenlemelerin yapılması için düğmeye basıldığı sır değil. Davutoğlu’na yakın durduğu bilinen bütün isimlerin üzeri çizilirken, Beştepe’ye kayıtsız koşulsuz biat edecek bir kadronun iş başına gelmesi için hazırlıklar yapılıyor.

Ancak, bu durumun kısa süre içinde Türkiye’nin yaşamsal çıkarlarını tehdit edici bir noktaya ulaşması söz konusu olabilecek.

Oysa Davutoğlu’nun dış politika yaklaşımında, kendi İslamcı ideolojik arka planı ile yine kendine özgü rasyonalitesinin bir dengesi söz konusuydu. Çoğu zaman bu denge ideolojik arka planı lehine bozulsa da, Davutoğlu uluslar arası gerçeklikten çok fazla kopmadan diplomasinin dümenini tutabiliyordu. Bu noktada, Davutoğlu’nun diplomasinin dümenini tutabiliyor olmasının, dış politikanın rotasını doğru çizdiği anlamına gelmediği, hatta Türkiye’yi özellikle Ortadoğu’da derin bir bataklığın içine sürüklemiş olduğu notunu da düşmek gerekiyor. Başbakanlık ile Cumhurbaşkanlığı arasında dış politikaya ilişkin nüanslar küçük gibi görünse de, aslında kritik konu başlıklarının kişisel siyasi hesaplar çerçevesinde ele alınmaya başlanacak olması, bu nüansların olası sonuçlarını Türkiye açısından kritik önemi haiz bir duruma getirmesi riski bulunuyor.

İşte bütün bunlar, Türkiye gibi orta-büyük ölçekte bir ülkenin dış politikasında kritik bir dönemeçte olduğu anlamına geliyor.

Türkiye’nin ulusal çıkarları ve devletin özellikle ülkenin bekasını yakından ilgilendiren tehditlere karşı göstereceği reflekslerin şekillendirilmesinden çok günübirlik oy hesabı ile atılan adımların faturasının önümüzdeki dönemde kime çıkacağı konusunda ise hiçbir kuşku bulunmuyor.