Twitter
Visit Us
YOUTUBE
YOUTUBE
LINKEDIN
Share

ORTADOĞU’DA ÇİRKİN PLANLAR

HAMAS-İSRAİL ÇATIŞMASININ EKONOMİ POLİTİĞİ

 

Yazar: Dr. Ali Rıza KUĞU

Başta belirtmeliyim ki, Ortadoğu’da 7 Ekim günü başlayıp halen sürmekte olan kanlı çatışmaya bilerek Hamas-İsrail çatışması başlığını atıyorum. Çünkü bu bir Arap-İsrail, Filistin-İsrail veya Müslüman-Yahudi çatışması değildir. Çok açıktır ki, bu olay Ortadoğu’yu yeniden şekillendirmeyi amaçlayan büyük ve çirkin bir oyunun ilk safhasıdır.

NİHAİ AMAÇ ORTADOĞU’DA SINIRLARIN DEĞİŞİMİ DÂHİL YENİ BİR DÜZEN KURMAKTIR.

Nitekim İsrail Başbakanı Netanyahu, Gazze’ye başlatacakları saldırının tüm Ortadoğu’yu değiştireceğini ağzından kaçırarak bu oyunu açık etmiştir. Eğer sahneye koyulan oyun tutarsa, Gazze’deki kıvılcım tüm bölgeyi yangın yerine çevirecektir. Belli ki amaç budur. Yoksa İsrail Hamas’la çatışırken neden Şam ve Halep havaalanlarını bombalamaktadır? Halep’le Gazze’nin ne alakası vardır?

Uluslararası sistem dizaynı konusunda pek maharetli olan A.B.D. Dışişleri eski Bakanı Kissinger daha 1970’lerde Ortadoğu’da sınırların yapay olduğundan ve değiştirilmesi gereğinden bahsediyordu. Sanki o sınırları kendileri çizmemiş gibi, 20. yüzyılın emperyal ülkelerinden birçok tanınmış isim de Kissinger’in bu tespitini pişkince paylaşmaktaydı.

Ortadoğu’da sınırların yeniden çizilmesi demek şudur: İsrail’in güvenliğini tahkim etmek ve bölgedeki doğal kaynakların güçlü ulus devletlerin kontrolünde olmasına engel olmak. Hegemon güçlerin bölgedeki tüm tasarrufları bu iki hedefe yöneliktir. İsrail’in güvenliğini tahkim etme hedefinin içinde bölgede bağımsız bir Kürt devleti kurmak da vardır. Ancak bunları gerçekleştirmek sanıldığı kadar kolay değildir. Fazla ısrarcı olmak ise küresel bir çatışmaya yol açacak kadar risklidir.

ÇATIŞMANIN GEÇMİŞİ ZOR VE ACILI BİR SÜREÇTİR.

Yahudilerin yüzyıllar boyunca özellikle Hıristiyan ülkelerde uğradıkları ayrımcılık ve zulmü elbette biliyoruz. Ancak bu durum, İsrail’in, I. Dünya Savaşı’ndan sonra Filistin’de toprak satın alma ve tedhiş/terör yoluyla ve zorla kurulmuş bir devlet olduğu gerçeğini değiştirmez.

İsrail kurulduktan sonra, Yahudilerin tarih boyunca maruz kaldığı haksızlık ve zulümlerin katmerlisini Filistin’in yerlisi Arap halka uygulamıştır. Yaser ARAFAT liderliğindeki Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) –ki bir şemsiye örgüt olup içinde her kesimden Filistin örgütleri vardır.- halkının haklarını korumak için başlangıçta şiddet de içeren uzun bir mücadele vermiştir.

İsrail kuruluşundan itibaren devasa Arap dünyası karşısında A.B.D. ve Batı’nın desteğiyle ayakta kalmış ve onlarla yaptığı savaşlarla sınırlarını genişletmiştir. İsrail’le olan çatışmalarda çoğunluğu sivil on binlerce Filistinli yaşamını yitirmiş, milyonlarcası yerinden yurdundan kovularak komşu ülkelere sığınmak zorunda kalmıştır. Bu zorunlu göç başta Ürdün, Lübnan ve Suriye’de çok ciddi sosyal, ekonomik ve insani sorunlar yaratmıştır.

FKÖ’nün uzun soluklu mücadelesi, sonunda İsrail sınırları içinde en azından bir Filistin Devleti’nin kurulmasıyla sonuçlanmıştır. Bunun karşılığında FKÖ de İsrail’in varlığını kabul etmiştir.

Hatırlanacağı üzere 1993 yılında Arafat ve Rabin arasında imzalanan Oslo Barışı Ortadoğu’da herkesin rahat bir nefes almasına vesile olmuştu. Daha önce birbirinin varlığını şiddetle reddeden taraflar, anılan anlaşmayla birbirlerini kabullenmişler ve böylece Filistin Ulusal Yönetimi’nin yolu açılmıştı. Bu iki devletli çözümle bölgede bir bahar havası esmişti.

İki tarafın radikal kesimleri bu anlaşma hükümlerini asla benimsemediler. Anlaşmayı imzalayanları hain ilan ettiler. Nitekim İsrail tarafında Rabin barış yanlısı olmanın faturasını canıyla ödedi, Filistin tarafı ise ikiye bölünerek, Gazze 2006’da Hamas’ın eline geçti.

HAMAS’IN KURULUŞ VE YÜKSELİŞİNDE TARTIŞMALI FAKTÖRLER ROL OYNAMIŞTIR.

Bu arada Müslüman Kardeşler ideolojisi Filistin’e de sirayet ederek Hamas örgütünde ete ve kemiğe büründü. Hamas ilk kurulduğu yıllarda İsrail’den çok FKÖ’yü hedef almıştır. Çünkü FKÖ seküler, milliyetçi ve bazı kanatları sosyalist bir yapıydı. Hatta Hamas’ın ilk eylemleri Ortadoğu Barış Süreci için bir kilometre taşı olan Oslo Görüşmeleri sürecinde başlamış olup, FKÖ’yü zora sokmaya yöneliktir.

Uluslararası çevrelerde Filistin cephesini bölmek isteyen CIA ve MOSSAD’ın Hamas’ı kurdurduğu veya en azından Hamas’ın varlığına FKÖ’ye nazaran daha müsamahakâr davrandığına inanılmaktadır.

Nitekim Hamas’ın sahneye çıkmasıyla Filistin cephesi adeta bir karpuz gibi ikiye bölünmüştür. İsrail FKÖ yönetimine bıraktığı ve üzerinde Filistin devletinin kurulması öngörülen toprağı zaten Batı Şeria ve Gazze Şeridi diye ikiye ayırmıştı. Sonrasında Hamas Gazze Şeridini, FKÖ –daha doğrusu El Fetih- Batı Şeria’yı kontrol altına alınca, Filistin zaten fiilen iki ayrı devletçik halini almıştır. Bunun bir örneğini Doğu ve Batı Pakistan ayrışmasında görmüştük ki, Doğu Pakistan sonradan Bangladeş adıyla bağımsız olmuştu.

İSRAİL’İN KENDİ İÇ SORUNLARI, DEVLET POLİTİKASINDA “GÜVENLİKLEŞTİRME” İHTİYACI YARATMAKTADIR.

İsrail geçen yıllar içinde Batı’nın desteğiyle imalat sanayi, ticaret ve turizmi ile ekonomik açıdan kendine yeterli bir teknoloji merkezi haline gelmiştir. Resmen olmasa da nükleer güce sahip bir “garnizon devlet” olarak kendi çapında güçlü bir ordu ve etkili bir seferberlik sistemine sahiptir.

Ancak İsrail kendi iç dinamiklerinden kaynaklanan ve bekasını olumsuz etkileyen bazı zafiyetlerle karşı karşıyadır. Bunların başında nüfus yapısından kaynaklanan demografik tehdit gelmektedir.

Ülkenin nüfusu Yahudi oranını artırmak için konulan “Geri Dönüş” yasasıyla 10 milyona yaklaşmıştır. Bu kapsamda son yıllarda Rusya, Ukrayna ve Afrika ülkeleri başta olmak üzere dünyanın her yerinden Museviler İsrail’e göç ediyorlar.

Bununla birlikte ülke nüfusunun yüzde 70 kadarı Yahudi, geri kalan yüzde 30’u halen Araplardan oluşuyor. Arapların da beşte dördü Müslümandır. İsrail içinde Araplarda doğum oranı yüksek olduğundan İsrail hükümetleri bu durumu bir tehdit olarak algılıyorlar.

İsrail’in başını ağrıtan ikinci sorun kendi içlerindeki bölünmedir. Likud iktidarlarının uygulamaları Yahudiler ve Araplar arasındaki gerilim ve düşmanlığı had safhaya çıkarmıştır. Haksız ve insafsız uygulamalar Arapları radikal düşünce ve örgütlere yaklaştırmıştır. Bu yüzden Yahudilerin önemli bir bölümü bu politikanın yol açtığı gerginlik ve şiddet sarmalı içinde yaşamaktan usanmıştır. İsrail halkında barışa bir şans verilmesini isteyenlerin gün geçtikçe artması, iktidardaki sağ kanat politikacılarını tedirgin etmektedir.

İşte bu ortamda Kopenhag Okulu’nun deyimiyle “güvenlikleştirme” politikası devreye girmekte ve bölünmüş kesimlerin sözde ortak düşman karşısında birleşmesini sağlayacak planlar uygulamaya sokulmaktadır. Nitekim Netanyahu’nun Hamas saldırısı karşısında milli birlik hükümeti çağrısı yapıp, bunda da başarılı olmasını buradan okumak gerekmektedir.

HAMAS SALDIRISININ YENİ BİR YOM KİPPUR OLDUĞU İDDİASINA TEMKİNLİ YAKLAŞMAK GEREKİR.

Şimdi bazı çevreler Hamas’ın yeni bir Yom Kippur sayılacak efsane bir operasyon gerçekleştirdiğini, İsrail’in hava sahasına kuşların bile girmesini engelleyen “Demir Kubbe”in delik deşik olduğunu, bu saldırıyı önceden tespit edemeyen MOSSAD’ın itibarının yerle bir olduğunu söylüyorlar. Bunları söyleyenlerin bir kısmı maalesef cehalet bir kısmı da hamasetle maluldür.

Hamas İsrail sivil hedeflerine karşı yaptığı eylemlerin adını “El Aksa Tufanı” koymuş. Savaş, harekât, sefer, muharebe, operasyon vb. sözcükler askeri kavramlardır. Savaşın da bir hukuku ve ahlakı vardır. Oysa yapılan saldırılar düpedüz terör eylemleridir. Karşılıklı saldırılardan en büyük zararı sivil halk ve altyapı tesisleri görmektedir. Hamasınki de öyledir, İsrailinki de öyledir. İki yanlış bir doğru etmiyor.

İsrail’in Hamas’ın böyle yoğun bir hazırlık olduğundan habersiz olması mümkün gözükmüyor. Nitekim ABD’li bir Kongre üyesi, Mısır’ın Hamas’ın saldırısı konusunda İsrail’i üç gün önceden uyardığını açıkladı. İsrail adeta bir açık hapishane niteliğindeki Gazze üzerindeki baskıyı bilinçli bir şekilde artırarak, belki de Hamas’ı bir çıkış yapmaya zorladı. Hamas da bu tuzağa kolaylıkla düşmüş olabilir.

Çünkü Hamas’ın saldırısı İsrail’in elini o kadar rahatlatmıştır ki, Gazze’de sivil yerleşimlere her gün tonlarca bomba yağarken, dünyada kimsenin kılı kıpırdamamaktadır. Aslında olan biten her şey Büyük Ortadoğu Projesi (BOP)’nin bir parçasıdır, hiçbir gelişme tesadüfi değildir.

A.B.D.’NİN BİR TARAFI KAYITSIZ ŞARTSIZ DESTEKLEMESİ BARIŞA HİZMET ETMİYOR.

Çatışmalar başlar başlamaz, A.B.D. Savunma Bakanı Doğu Akdeniz’deki askeri varlığını İsrail’i desteklemek üzere takviye etme emrini vermiştir. Bu takviye her geçen gün artarak devam ediyor.

Yine A.B.D. Dışişleri Bakanı birkaç gün önce İsrail’e gelir gelmez ayağının tozuyla “Bugün sadece A.B.D. Dışişleri Bakanı olarak değil, bir Yahudi olarak da buradayım.” açıklamasını yapmıştır.

Yeri gelmişken bir tespitte bulunalım; Ortadoğu barışının önündeki en önemli engel, istisnasız tüm A.B.D. yönetimlerinin İsrail’e verdiği kayıtsız şartsız destektir. Sadece A.B.D. değil, AB ülkelerinden de ardı ardına İsrail’e destek mesajları gelmektedir. A.B.D.’nin İsrail’e sürekli desteğinin arkasında Rusya ve Çin’i Ortadoğu’dan uzak tutma maksadının da yattığını ayrıca vurgulayalım.

Ukrayna Savaşı’yla Rusya kuzeyde meşgul edilirken, Ortadoğu’da başlayan bu çatışma ile Çin’in Kuşak-Yol Projesi de sekteye uğramış oluyor.

Bilindiği üzere Türkiye uluslararası hukuktan kaynaklanan meşru savunma hakkını kullanarak Suriye’nin kuzeyindeki terör unsurlarına karşı harekât icra ederken bir SİHA’mız A.B.D. uçağı tarafından kasten düşürüldü. Bu hareket alenen düşmanca bir harekettir. Kaldı ki, Türk SİHA’sını düşürme emrinin bizzat Başkan Biden tarafından verildiği yönünde basın haberleri var.

Üstüne üstlük, Biden imzasıyla yayınlanan resmi bir beyanatta, T.S.K.’nın Suriye’nin kuzeyindeki faaliyetlerinin sivil halkın güvenliğini tehlikeye düşürdüğü ve bölgenin barış ve istikrarını bozduğu vurgulanıyor. Pes doğrusu. Gazze’de sivil halkın üzerine yağdırılan beyaz fosfor bombalarını, iki tarafta oluk oluk akan kanı görmeyip, olmayan bir riske dikkat çekmeye ne denir? Bunları duyduktan sonra, SİHA’nın düşürülmesinin adeta geliyorum diyen Hamas-İsrail çatışması öncesinde gerçekleşmesini çok manidar buluyorum.

NETANYAHU HÜKÜMETİNİN ALDIĞI ASKERİ KARARLAR, İSRAİL DEVLETİNİN ELİNİN NE KADAR AĞIR OLDUĞUNU GÖSTERİYOR.

Netanyahu hükümeti 7 Ekim günü Filistin’e savaş ilan etti. Savaş bir devlete karşı ilan edilir. Bir taraftan Hamas’ı tanımayıp, diğer taraftan Hamas’a devlet muamelesi yapma gibi ilginç bir durumla karşı karşıyayız. İlan edilen seferberlikle 300 bin kişinin silah altına alındığı bildiriliyor ki, bu da İsrail’in seferberlik sisteminin ne kadar hızlı ve etkili olduğunu gösteriyor.

Netanyahu’nun bu çatışmadan elde ettiği avantajlardan en önemlisi, içerdeki görüş ayrılıklarını bir süreliğine de olsa rafa kaldırıp, bir ulusal birlik ya da savaş kabinesi kurmayı başarmasıdır.

Gazze bir sahil şeridi olarak, hukuken karasuları, kıt’a sahanlığı ve münhasır ekonomik bölgeye sahiptir. İsrail böyle bir Filistin istemiyor. İsrail’in kanımızca en önemli hedeflerinden biri de Gazze açıklarındaki deniz alanlarında yer alan zengin petrol ve doğal gaz yataklarıdır. Zaten 2008’deki “Dökme Kurşun Operasyonu” ile bu yataklara el koymuş olan İsrail Devleti, Filistinlilerin bu kaynaklardan pay talep etme hakkını tamamen ortadan kaldırmak istiyor.

İsrail El Fetih yönetimindeki Batı Şeria’yı savaş dışı tutmakla Filistinlileri kesin olarak ikiye bölmüş oluyor. Netanyahu Ortadoğu’yu tümden değiştireceklerini söylerken Nil’den Fırat’a bir ArzI Mev’ud peşindeyse, bu plan elinde patlar.

Bir ihtimal, İsrail Hamas’ı ağır bir yenilgiye uğratarak, Gazze’yi kendi topraklarına katmak veya El Fetih yönetimine bırakmak isteyebilir. Ancak, Hamas somut bir örgütten ziyade bir ideoloji olduğundan tam anlamıyla ortadan kaldırılması mümkün görülmüyor. Gazze’den Filistinlilerin toptan çıkarılması da düşünülüyor olabilir ki, bu da iki milyondan fazla kişinin mülteci olarak komşu ülkelere sürülmesi anlamına gelir.

İsrail’in endişe kaynaklarından biri de Hizbullah’ın olaya müdahil olarak, İsrail Ordusu (IDF)’nun Gazze’de yapacağı olası kara harekâtını kuzeyden tehdit etmesidir. İşte bu tehdidi bertaraf etmek için Gazze halkının güneye doğru hareket etmesini isteyip, Gazze’nin kuzeyinde birlikleri yığınaklandırıyorlar.

İRAN ÇATIŞMAYA BİZZAT DÂHİL OLMAKTAN KAÇINACAKTIR.

Olayın İran bakımından irdelenmesinin çok dikkatli yapılması gerekiyor. İran ilkesel olarak A.B.D. ve İsrail karşıtı her devlet, örgüt ve eylemi destekler. Nitekim Tahran yönetimi hiç gecikmeden Hamas’a destek açıklaması da yaptı. Ancak Hamas radikal Sünni bir yapılanma olduğundan, İran’ın Hamas benzeri Filistin örgütleri ile çok yakın ilişkisi olduğu söylenemez. İran’ın organik bağı daha çok Hizbullah başta olmak üzere Lübnan ve Irak Şii örgütleri ve Şam yönetimiyledir.

Büyük olasılıkla A.B.D. ve İsrail İran’ı bu çatışmanın içine çekip, İran hedeflerini bundan istifadeyle bombalamak istiyordur. Alışılmış İsrail karşıtı söylemine devam etmekle birlikte, İran’ın bu tuzağa düşmeyeceğini, hatta bu sebeple Hizbullah’ı bile dizginleyeceğini değerlendiriyorum.

ARAPLARIN KENDİ İÇİNDEKİ BÖLÜNMÜŞLÜK BU OLAYDA DA KENDİSİNİ HİSSETTİRMEKTEDİR.

Hatırlatmak isteriz ki İsrail devleti önceden barıştığı Mısır ve Ürdün’den sonra Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ile 2020’de İbrahim Anlaşmaları diye anılan bir dizi anlaşma imzalamıştır. Bahreyn, Sudan ve Fas da bu anlaşmalara taraf olmuştur. BAE ile anlaşma şartlarının ne olduğu muğlaktır; zira BAE bu anlaşma ile İsrail’in işgal bölgelerini ilhak etme politikasından vazgeçmeyi taahhüt ettiğini iddia ederken, İsrail tarafı böyle bir taahhüt olmadığını söylemektedir.

Ancak, İbrahim Anlaşması Arap dünyası ile İsrail arasında normalleşme çabalarının önünü açmıştır. Hemen akabinde Suudi Arabistan da İsrail ile anlaşma görüşmelerine başlamıştır.

Hal böyle olunca, Filistin tarafında özellikle de Hamas çevrelerinde Arap dünyasının kendilerini İsrail karşısında yalnız bıraktığı düşüncesi oluşmuştur. Dolayısıyla Hamas’ın saldırısını Arap-İsrail normalleşme çabalarını durdurmaya yönelik bir çıkış olarak değerlendirmek de mümkündür. Nitekim Suudi Arabistan çatışmayla birlikte İsrail’le görüşmelerin durdurulduğu yönünde bir açıklama yapmak zorunda kalmıştır.

Ancak Arap dünyasının Hamas-İsrail çatışmasına tepkisine bakıldığında, hayretler içinde kalmamak mümkün değildir. Başta Batı Şeria’daki FKÖ (El Fetih) yönetimi adeta hiçbir şey olmamış gibi davranmaktadır. Diğer Arap ülkeleri ise Filistin halkının kendisini koruma hakkının olduğu gibi cılız ifadelerle olayı kenardan seyretmektedirler.

Soydaşlarının üzerine bombalar yağarken böylesine tepkisizlik içinde olunmasının elbette bazı sebepleri vardır. Birincisi, Hamas’ın ideoloji ve eylemleri Arap dünyasının bile savunmakta zorlandığı şeylerdir. Arafat döneminde Filistin davası dünyanın her yerinde taraftar bulmuşken, bugünkü noktaya gelinmiş olması Hamas’ın Filistin davasına zarar verdiğinin en açık kanıtıdır.

Suudi Arabistan ve Körfez monarşileri varlıklarını A.B.D.’nin desteğine borçludur. Dolayısıyla onlardan A.B.D.’ye rağmen bir tepki beklemek hayalden öte bir şey değildir.

Suriye’nin kuzeyde Mısır’ın ise güneyde askeri birliklerini seferber ettiği haberleri gelmektedir. Ancak bu hazırlık Hamas’a destek için değil, çatışmanın kendi topraklarına sıçramasını önlemek ve düzensiz göçü durdurmaya yöneliktir.

Arap ülkeleri oralı olmayınca, Batı basını Hamas’ı destekleyen ülke olarak QIT diye adlandırdıkları sözde Katar-İran-Türkiye bloğunu gösterme çabasındadır. Bu çaba anılan ülkeleri çatışmanın içine çekmeye çalışan oyunun bir parçasıdır.

TÜRKİYE OLAYA SOĞUKKANLI VE AKILCI YAKLAŞMAK ZORUNDADIR.

Vicdan taşıyan her insan, Hamas’ın İsrail’e yaptığı terör saldırılarına hedef olan masum siviller ve İsrail’in Gazze’ye karşı hedef ayırt etmeksizin sürdürdüğü acımasız bombardımanlarda yaşamını yitiren yoksul Filistinlilerin acısını yüreğinde hissetmelidir. Bu bir insanlık görevidir.

Ancak bu savaş Türkiye’nin savaşı değildir. Türkiye olarak kendi milli güvenliğimiz ve çıkarlarımızı gözetmek zorundayız. Başlangıçtan beri Türk hükümetleri Arap-İsrail çatışmalarında tarafsız ve dengeli davranmaya özen göstermiştir. Çoğunlukla da Filistin halkı ve hareketine destek olmuştur.

Ancak I. Dünya Savaşı Filistin ve Sina cephesinde başımıza gelenleri elbette unutmuyoruz. Hani deniliyor ya, onlara takılıp kalmayalım. Tamam öyle olsun. Fakat Türkiye kendi güncel ulusal davalarında da güney komşuları tarafından sürekli yalnız bırakılmıştır.

Kıbrıs, Ege ve Akdeniz anlaşmazlıklarında maalesef dostlarımızın hepsi karşı tarafla hareket etmektedir. Sözde Ermeni soykırımı yalanıyla ülkemiz köşeye sıkıştırılmaya çalışılırken, yanımızda kimseyi göremiyoruz. Terörle mücadelemize omuz veren bir komşumuz yok. Tam tersine ülkemize yönelen bölücü terör onların topraklarından kaynaklanıyor. Azerbaycan’ın Karabağ’ı işgal edildiğinde kimsenin çıtı çıkmadı, geri alındığında ise mutlu olmadılar. Türk askerinin Kuzey Suriye’den çıkması için Arap Birliği kürsülerinden nutuk atanlar, Hamas-İsrail çatışması başlayınca sütre gerisine çekildiler.

Hal böyle olunca, olaya tarafsız ve soğukkanlı yaklaşmamız, bölgede yaşanan insanlık krizinin büyümesini ve çatışmanın yayılmasını önlemek için tarafları itidale davet etmemiz ve barış çabalarına destek olmamız en doğru yaklaşımdır. Görüldüğü kadarıyla, Ankara da böyle bir politika izlemeyi tercih ediyor.

Sonuç olarak, iki tarafın askeri eylemleri meşru müdafaa sınırlarını çoktan aşmıştır. Gazze’ye olası kara harekâtı her iki taraf için daha ağır maliyetlere yol açacaktır. BM bari burada elini taşın altına sokmalıdır. Bu işin çözümü, neredeyse sağduyu sahibi bütün uzmanların hemfikir olduğu gibi, İsrail’in 1967 sınırlarına çekilerek iki devletin barış içinde birlikte yaşamasına olanak sağlanmasındadır.