Twitter
Visit Us
YOUTUBE
YOUTUBE
LINKEDIN
Share

KÜRESEL KUŞATMA ALTINDAKİ “ULUS DEVLET”

Yazar: Dr. Ali Rıza KUĞU

“Ulus devlet” kavramı siyaset, ekonomi ve uluslararası ilişkiler literatüründe yaygın olarak kullanılmaktadır. Ulus devlet, sınırları belirlenmiş bir coğrafya üzerinde, ortak bir dil, kültür ve değerler sistemini paylaşan yurttaşların oluşturduğu devlettir. Düşünsel temellerini Fransız ihtilalinin eşitlik, özgürlük ve kardeşlik ilkelerinden alan ve 19. Yüzyıl’da Hegel diyalektiği ile daha da somutlaşmış bir kavramdır.

18 ve 19. Yüzyıllarda endüstri devrimi nedeniyle ulusal burjuvazilerin gelişmesi, sermaye sınıfının yönetimde hak sahibi olma talebini öne çıkarmıştır. O dönemde dünya devletler sistemi daha çok aristokrat sınıfın yönetiminde çokuluslu imparatorluklardan oluşuyordu.

Sermaye sınıfının feodal egemenlerden iktidar talebi, milliyetçilik ideolojisinin ortaya çıkmasına yol açmıştır. Milliyetçilik akımı sınırları belirlenmiş topraklar üzerinde, birlikte yaşama ortak amacına sahip bireylerden kurulu ve merkezi otoritenin güçlü olduğu ulus devletlerin önünü açmış ve ulus devletin biricik ideolojisi haline gelmiştir.

Böylece ulusal düzeyde yurttaşın temel hakları korunacak, ulusal ekonomi düzene sokulacak, uluslararası sermaye hareketleri ve ticaretin güvenliği de sağlanmış olacaktı. Özetle ulus devlet, kapitalist üretim ilişkilerinin gelişmesi sonucunda ortaya çıkan bir varlıktır.

Ulus devletlerin kurulmasıyla siyasi ve askeri otorite ile bürokrasi merkezileşmiş, zorunlu askerlik sistemiyle ordular güçlenmiş, kanunların uygulanmasında zabıta kuvvetleri takviye edilmiş ve devlet daha fazla vergi toplama gücüne kavuşmuştur.

Devlet yargı ve şiddet kullanma tekelini eline geçirmiştir. Hobbes’un “en üstün iktidar” diye tanımladığı egemenlik, monarklardan devlete geçmiştir. Bu kötü bir şey değildir; herkesin eli silahlı olması ve her kesimin kendi hukuk sistemine sahip bulunması çok daha kötüdür.

Feodal sistemde kul ya da tebaa olan insanlar, ulus devletlerde zamanla eşit yurttaşlar haline gelmiştir. Ulus devletin kurulması kültürel gelişmenin ve ulus inşasının itici gücü olmuştur. Cemaatten bireye geçişi kolaylaştırarak özgürlük fikrinin de önünü açmıştır.

1. Dünya Savaşı ve sonrasında dünyanın en büyük çokuluslu imparatorlukları yıkılmış ve yerlerine coğrafi açıdan daha küçük ama güçlü ulus devletler kurulmuştur. 2. Dünya Savaşı’ndan sonra ise büyük güçlerin sömürgeleri birer ikişer ayaklanarak bağımsızlıklarını elde etmiş ve ulus devletler kurmuşlardır. Son olarak Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla eski Sovyet Cumhuriyetleri bağımsız ulus devletler olarak dünya düzeninde yerlerini almışlardır.

Böylece üç dalga halinde yerine oturan ulus devletler düzeni, içinde bulunduğumuz son 30 yılda dört koldan ağır saldırı altındadır. Geçmişte ekonomik saiklerle ulus devletlerin kuruluşuna ön ayak olmuş olan sermaye, şimdi de onu ortadan kaldırmaya çalışmaktadır. Çünkü ulusal sermaye büyük ölçüde erozyona uğramış veya çokuluslu sermayeye dönüşmüş ya da onun içinde erimiştir.

Çokuluslu büyük sermaye sınırların kaldırılması ve dünyanın tek bir serbest pazar haline dönüştürülmesini amaçlamakta, serbest pazar ekonomisinin insan uygarlığının son aşaması yani tarihin sonu olduğunu iddia eden bir güruh da bunu çılgınca alkışlamaktadır.

KÜRESELLEŞME

Küreselleşme ulus devlete karşı yapılan ilk cephe saldırısıdır. Doğu Bloku’nun ve Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla birlikte Soğuk Savaş sona erince, küreselleşmecilere gün doğdu.

Küreselleşme taraftarları, dünyanın bilgi ve iletişim teknolojilerinin de etkisiyle küçük bir köy haline geldiği, barış, istikrar ve refahın yeryüzünün her köşesine yayılması için sınırların birer engel olmaktan çıkarılması gerektiği, bu haliyle küreselleşmenin toplumsal devinimin kaçınılmaz bir evresi olduğu ve buna direnmenin nafile olduğu vb. motiflerle örülü yoğun bir propaganda yürüttüler.

Elbette küreselleşmeden maksat sadece fast food, blue jeans ve heavy metal müziği yaymanın çok ötesindeydi. Asıl hedef ulus devletin üstünde yükseldiği yerel kültürleri örselemek ve küresel egemenlere sempati duyan yeni nesiller yetiştirerek onlara bölgesel müttefikler kazandırmaktı. Diğer yandan çokuluslu sermayenin markalarının gücünü ve dolayısıyla kazançlarını artırmaktı.

Bunları söylerken küreselleşmeyi yok saydığımız anlaşılmasın; sadece ulus devleti hedef alan yanını vurgulamak istiyoruz. Yoksa bir devletin herkesle irtibatını kesip kendi içine kapanarak ayakta kalamayacağının pekâlâ farkındayız.

SERBEST TİCARET VE NEO-LİBERAL TUZAK

Küreselleşmenin somut sonuçlarından biri de serbest ticaretin önünü alabildiğine açmış olmasıdır. Küreselleşme ve uluslararası ticaret arasında aslında karşılıklı etkileşim ilişkisi vardır; ikisi de birbirinin hem sebebi hem de sonucudur.

Nitekim 1990’lı yılların başında uluslararası mal ticareti hacmi 2,7 milyar ABD doları düzeyinde iken, bu rakam günümüzde 25 trilyon doların üzerine çıkmıştır. Yani küreselleşmenin bir etkisi olarak dünya ticaret hacmi 30 yılda bin kat artmıştır. Bu düzeye ulaşılmasında, küreselleşmenin etkili aygıtlarından birisi olan Dünya Ticaret Örgütü’nün 1995 yılında kurulmuş olmasının da rolü büyüktür.

Uluslararası iktisat öğrencilerine ilk öğretilen temel kavramların başında, serbest ticaretten hem satanın hem de alanın kazançlı çıktığını vurgulayan Ricardo Teorisi gelir. Ama aslında asıl kazançlı çıkan satandır. Gerçekte satan on kazanıyorsa, alan bir kazanmaktadır.

Bu bağlamda serbest ticaretin en fazla gelişmekte olan ülke ekonomilerine refah sağladığı varsayılır. Burada da bir tuzak söz konusudur. Zira gelişmekte olan ülkelerde tüketime hazır toplumlar oluşturulmuş ve bunlara bir miktar satın alma gücü de bahşedilmiştir. Dolayısıyla gelişmekte olan ülkeler uluslararası büyük şirketler için en elverişli pazarlardır.

Çokuluslu büyük sermaye şirketleri, üretim üslerini ucuz işgücü ve hammadde kaynağı olan ülkelere taşıyıp maliyetleri düşürmüş olduklarından, gelişmekte olan ülkelerin ulusal imalat sanayi kuruluşlarının bunlarla rekabet gücü yoktur. Bu yüzden yerel şirketler ya batmakta ya da çokuluslu sermaye tarafından satın alınmaktadır. Kamuya ait olanlarsa, özelleştirme adı altında yok pahasına elden çıkarılmaktadır. Sadece sanayide değil, tarımda da durum aynıdır.

Serbest ticareti yaygınlaştırmak adına yerel ekonomiyi destekleyen tüm koruma önlemleri kaldırılmakta ve ulusal mevzuat buna göre yeniden düzenlenmektedir. Dolayısıyla gelişmekte olan ülkeler serbest ticaretle zenginleşeceğim derken, hiçbir şey üretmeyen tüketim toplumları ve yabancı şirketler için bakir pazarlar haline gelmektedir. İşte bu neo-liberal tuzak da nihayetinde ulus devleti zayıflatma amacına hizmet etmektedir.

EVRENSEL HUKUK İLKELERİ

Bir hukukçu olarak üzülerek itiraf edelim ki; demokrasi, insan hakları ve özgürlükler gibi yüce kavramlar dahi ulus devleti aşındırmak maksadıyla istismar edilmektedir. 

Uluslararası anlaşmalar ile kabul edilmiş evrensel hukuk ilkeleri, küresel güçler tarafından işlerine geldiğinde başvurulan, işlerine gelmediğinde yok sayılan kavramlardır. Maalesef uluslararası hukuk sadece güçsüzleri bağlayan normlar halini almıştır. Zayıf ülkeler uluslararası hukuku hâkim kılmaya çalışırken, güçlü ülkeler uluslararası hukuka hâkim olmaya çalışmaktadırlar. 

Bu bağlamdaki çifte standardı birçok güncel olayda görmek mümkündür. Örneğin Venezuela’daki rejimi anti demokratik bulanlar, Suudi Arabistan’dakini gayet makul bulmakta veya hiç gündeme getirmemektedirler. Yine 170’den fazla ülkede 800’den fazla askeri üssü ve kendi toprakları dışında konuşlu 300 binden fazla askeri olan A.B.D. Başkanı, Türkiye’nin Suriye’nin kuzeyine müdahalesini barış ve istikrara tehdit ilan ederken, Fransa’nın Afrika’daki birçok ülkeye askeri müdahalesine ya da İsrail-Hamas çatışmasına hiç ses çıkarmamaktadır.

Bu kapsamda bazı ülkelerde mikro-milliyetçilik akımları büyük güçler tarafından desteklenmekte, böylece ulus devletleri zayıflatmak için yapay azınlıklar yaratılarak onlar için grup hakları talep edilmektedir.

Sonuçta evrensel hukuk ilkeleri de bazen maksatlı olarak ulus devletlerin elini kolunu bağlamak için kullanılmaktadır.

SINIR ANLAŞMAZLIKLARI VE ETNİK ÇATIŞMALAR

2. Dünya Savaşı’ndan sonra kolonilerin bağımsızlıklarını desteklemek üzere konulmuş olan “self-determinasyon” yani “kendi kaderini tayin hakkı”, amacından saptırılarak ulus devletleri parçalamanın aracı haline sokulmak istenmektedir.

Bu maksatla küresel güçler, ülkelerin sınırları içindeki ulusal azınlıklar konusunu sürekli kaşımakta ve etnik çatışmaların altyapısını hazırlamaktadır. Üniter yapılar yeni bağımsız devletçikler kurularak ya da federal çözümler dayatılarak ortadan kaldırılmaya çalışılmaktadır.  Vekâlet savaşı şeklinde gelişen iç çatışmalarda tarafların her birinin küresel bir patronu vardır.

Silah üreticileri yasa dışı silah ticareti ya da gizli silahlandırma yoluyla çatışan taraflardan biri ya da bir kaçı lehine sonuç yaratmak istemektedirler. Böylece hem para kazanmakta hem de uluslararası politik-askeri ortamın kendi çıkarları doğrultusunda şekillenmesini sağlamaktadırlar. Bunu bazen açıkça silah yardımı şeklinde yaptıkları da ilgilenen herkesin malumudur.

Dahası Batılı devlet yetkilileri kendileri bizzat çizdikleri ulusal sınırları yapay sınırlar olarak niteleyip, sınırların yeniden çizilmesi gereğine hükmetmektedirler. Bu durumla en çok Orta Doğu ve Afrika’da karşılaşmaktayız. Nitekim anılan bölgelerde yer alan birbirine komşu ülkeler arasında silahlı çatışmalara varan çok sayıda sınır anlaşmazlığı bulunmaktadır. Tüm bunlar ulus devletlerin sözde “kurala dayalı düzen”e direnmesini önlemeye yöneliktir.

DÜZENSİZ GÖÇLER

Ulus devlete karşı en güncel, yakın ve tehlikeli tehditlerin başında düzensiz göç olgusu gelmektedir. Hukuki açıdan her birinin farklı statüleri olmakla birlikte, bunlar göçmen, mülteci, sığınmacı, geçici koruma altındakiler vb. isimlerle anılmaktadır.  Adı ne olursa olsun, bir ülkenin kendi bilgisi dışında sınırları içine giren her yabancı düzensiz göçün bir parçasıdır.

Bunların bir kısmı gerçekten mağdur durumda olabilir ve o mağduriyetleri ortadan kalkıncaya kadar insani nedenle ve geçici olarak konuk edilebilirler. Ancak son yıllarda yaşanan düzensiz göç olayı insani boyutların çok ötesindedir.

En üst refah seviyesine sahip Batılı ülkeler göçmenleri kendi ülkelerine sokmamak için en sert önlemleri alırken, Türkiye dâhil bazı ülkelerin göçmenlerin ilk hedefi haline gelmiş olmaları, üzerinde etraflıca düşünülmesi gereken bir sorundur.

Dikkatli bir gözlemci, seçilmiş bazı ülkelerde iç çatışma, geçim sıkıntısı veya başka tür güvenlik sorunları yaratılıp insanların akın akın sınırlar dışına çıkmaya zorlandığının, sonra da bunların belli ülkelere yönlendirdiğinin farkına varacaktır.

Düzensiz göçlerle hedef ülkenin etnik yapısı veya demografik dengelerinin bozulması, ekonomisinin sekteye uğratılması, suç oranları veya kriminal aktivitelerin artırılması ve iç siyasetinde ayrışmalara yol açılması mümkündür.

Dünya genelinde 280 milyondan fazla insan doğduğu ülkeden başka bir ülkede yaşıyor. A.B.D., Kanada, Avustralya ve Batı Avrupa ülkeleri daha çok nitelikli göçmen kabul ediyorlar. Niteliksiz iş gücünü ülkelerine sokmak istemiyorlar.

İçinde bulunduğumuz 2023 yılı itibariyle küresel ölçekte mülteci sayısının ise 35-40 milyon kadar olduğu kaydediliyor. En fazla mülteci barındıran beş ülkenin başında ise Türkiye geliyor.

Bu rakamlara bakınca, düzensiz göçmen sorununun ulus devletler için ne kadar ciddi bir tehdit olduğu açıkça anlaşılıyor.

İNANÇLARIN SİYASALLAŞMASI

Bu hamlenin amacı ulus devletin temelini oluşturan etno-kültürel ögeleri dinin nispeten üniversal iklimi içinde eritmek ve hatta yok etmektir. İslam coğrafyasında bu maksatla en fazla başvurulan yöntem, dine siyasal bir kimlik kazandırmaktır. Din eksenli radikal siyasal hareketlerin temel hareket noktalarında biri de ulus ya da millet yerine ümmet anlayışını benimsemektir.

Büyük Ortadoğu Projesi denilen siyasal dizaynın temelinde de bu amaç vardır. Büyük güçlerin planlarına göre, nüfusunun çoğunluğu Müslüman olan ulus devletleri bu suretle zayıflatmak, yeni birleşme ya da ayrışmalar kanalıyla sınırları yeniden çizmek mümkün olacaktır. Arap Baharı denilen kanlı süreç tam olarak bu amaca hizmet etmektedir.

Büyük güçlerin İslam dünyasında faaliyet gösteren bazı radikal örgütleri desteklemesi hatta bunların kuruluşuna bizzat önayak olması, ulus devletlerin yarattığı göreceli istikrar ortamını sabote etmeye yöneliktir.

Bunun yanında, Avrupa Birliği’ni egemen devletlerin siyasal birliği olarak değil, bir Hıristiyan kulübü olarak gören Batılı çevreler de ulus devletleri yıpratma yarışına katılmışlardır. Onların düşünce yapısında Hıristiyanlık dinine siyasal bir rol biçilmektedir ki; Türkiye’yi altmış küsur yıldan bu yana AB’nin kapısında bekleten de bu düşünce yapısıdır.

ASİMETRİK İTTİFAKLAR

Bazı bölgesel asimetrik ittifaklar ulus devletin egemenliğini önemli ölçüde hasara uğratmaktadır. Büyük güçler, ulus devlet kimliğine sahip ancak bunu korumaya yeterli ekonomik ve askeri güce sahip olmayan ülkeleri koruması altına almaktadırlar. Bu ilişki bir stratejik ortaklık veya ikili/çoklu resmi ittifak şeklinde kurumsal olabilmektedir.

Asimetrik ittifaklarda zayıf ülkenin ittifaka veya ittifakın başını çeken güçlü devlete olan ihtiyacı, diğer müttefiklerinin kendisine olan ihtiyacından daha fazla ve daha yaşamsaldır. Hal böyle olunca, zayıf ülke bu ilişkide tavizler vermek ve kendi egemenliğinin kısıtlanmasına göz yummak zorunda kalmaktadır.

Suriye’nin Rusya ile, Gürcistan’ın A.B.D. ile ilişkileri buna örnektir. Benzer şekilde AUKUS ittifakında Avustralya’nın A.B.D. ile ilişkisi de böyledir. Çünkü Avustralya’nın Hint-Pasifik bölgesinde Çin hâkimiyetine karşı A.B.D. korumasına ihtiyacı fazladır.

Sonuçta bir ulus devletin kendisini korumak için katıldığı bu tür ittifaklar, ulus devlet kimliğine bazen zarar verebilmektedir.

SONUÇ YERİNE

Ulus devlet bazılarının iddia ettiği baskıcı, tektipleştirici ya da asimile edici bir devlet değildir. Çünkü modern ulus devlet, ırk veya kan bağını esas alan objektif değil, kültür ve amaç birliğini esas alan sübjektif milliyetçiliğe dayalıdır.

Buradaki amaç birliğinden, ortak bir tarihi mirası paylaşan, gelecekte de birlikte yaşama arzu ve iradesine sahip bir topluluğu kastediyoruz. Zorla değil, gönüllü olarak bir arada yaşama kararlığından bahsediyoruz. Bu anlamda modern ulus devletin ideolojisi tam da Mustafa Kemal ATATÜRK’ün ortaya koyduğu milliyetçiliktir.

Ulus devlet kaos değil istikrar, kavga değil barış yanlısı bir devlettir. Saldıran değil savunandır. Küresel güvenliğe tehdit değil, küresel güvenlik üreten devlettir.

Bu yüzdendir ki, ulus devleti hedef alan tüm söylem ve eylemler, dünyada yeni kriz noktaları ve kendileri için de yeni fırsatlar yaratmak isteyen karanlık odaklara hizmet etmektedir. Bunlara karşı çok uyanık ve hazırlıklı olmak gerekir. Her ulus kendi devletine sahip çıkmalı; onu özellikle hukuk düzeni ve ileri demokrasi ile tahkim etmelidir. Saldırılar karşısında ayakta kalabilmek için sosyal, ekonomik ve askeri gücünü maksimize etme hedefinden sapmamalıdır.