Twitter
Visit Us
YOUTUBE
YOUTUBE
LINKEDIN
Share

Geri kalmış ülkelerde, sermaye sahipleri de, emekçi kesimler de güçsüzdür. Bu iki sınıfın güçsüzlüğü, ordunun rejim içindeki ağırlığını arttırır. Bu ağırlık, geri kalmışlık ölçü­sünde ve bunalım dönemlerinde daha da artar. Sivil seç­kinlerin güçsüzlüğü, asker seçkinlerin önemini büyütür. Karşı koyacak, denge oluşturacak bir gücün ya da güç­lerin yokluğu, askeri darbeleri ve askere dayalı yönetimleri kolaylaştırır. Güçlü partilerin, güçlü sendikaların, derneklerin, etkili ve bağımsız kitle iletişim araçlarının bulunmayışı karşısında, iyi örgütlenmiş tek güç olarak ordunun önemi çok artar. Örneğin on yıl kadar önce dünyada varolan 56 askeri diktatörlüğün hepsinin de geri kalmış ya da gelişmekte olan ülkelerde bulunması, herhalde bir rastlantı sayılamazdı.

Geri kalmış ülkeler, aynı zamanda küçük varlıklı bir kesimle büyük yoksul çoğunluk arasında denge oluşturacak, sentezi gerçekleştirecek güçlü bir orta sınıftan da yoksundur. Oysa orta sınıf, ordunun siyasete doğrudan karış­masının önlenmesinde önemli bir işleve sahiptir. Örneğin 19. yüzyılda İspanyol ordusu Fransız ordusundan daha liberaldi. Ama güçlü bir orta sınıfın bulunmadığı İspanya’da, ordu yüzyıl boyunca birçok darbe yaptı. Bir anlamda orta sınıfın boşluğunu dolduruyordu. Buna karşılık, bütün 19. yüzyıl boyunca ve daha sonraları, birçok kez fırsat çıktığı halde, Fransız ordusu siyaset sahnesinde görülmedi. Hatta içinde sağcı eğilimler ağır bastığı halde, solcu hükümetler döneminde de görevini aynı saygı ölçüleri içinde sürdürdü. Çünkü Fransız devriminin ürünü olan güçlü bir orta sınıf vardı.

Sovyet Marksizminin bazı kuramcıları da, geri kalmış ülke ordularına farklı bir biçimde bakmışlardır. Mirskii ve Pokataeva, 1966 yılında birlikte yayımladıkları bir incelemede, Üçüncü Dünya ülkelerindeki orduların, kapitalist ülkelerdekinden çok daha bağımsız bir güç oluşturduğu gö­rüşünü savunuyorlardı. Onlara göre ordunun siyasal tutumu, tutuculuktan devrimci köktenciliğe kadar değişebilirdi. Ordu bir sınıf değildi, ama subayların sınıfsal kö­kenlerinin aritmetik toplamından da oluşmuyordu. Askeri hizmet, onlara yepyeni bir nitelik ve bütünlük verebilmekteydi. Geri kalmış ülke orduları, modernleşmek zorunluğundan dolayı, ilerlemenin simgesi idiler. Ama, her ödünü vermeye hazır üst düzey subaylar ile bazı koşullarda köktenci tutumlar takınabilecek alt düzeydekiler arasında bir ayrım yapılmalıydı.

Kemalizm-ordu ilişkisini değerlendirmeden önce, genel düzeyde altını çizmemiz gereken bir nokta daha var: O da, geleneksel sağ-sol ayrımının, askerlerin siyasal eğilimlerinin belirlenmesinde her zaman geçerli olmadığıdır. Askerlerin siyasal tercihleri, belirli ideolojilerden çok belirli kurumlara ya da belirli olaylara yönelik olarak oluşur. Örneğin kralcı-cumhuriyetçi ayrımı veya laik ile anti- laik ayrımı, askerlerin siyasal tutumlarının belirlenmesinde, soyut bazı ideolojik değerlendirmelerden daha geçerli olabilir. Askersel yaşamın kendine özgü koşullan ve eğitim biçimi, sağcı ya da solcu bir ideolojinin aynen benimsenmesine genellikle izin vermez. Örneğin Fransa’da 1900- 1940 arasında milletvekilliği yapmış olan askerlerin çoğunluğu sağcı sayılıyordu. Gelenekçi ve milliyetçiydiler. Ama solun önerdiği toplumsal reformlara, ekonomik çıkar gruplarının temsilcileri kadar karşı çıkmıyorlardı. Türk yakın tarihi de bu açıdan aydınlatıcıdır: 27 Mayıs sürecinde, Kemalizmi 1960’lara taşımış olan ilerici bir anayasayı getiren de askerlerdi; yirmi yıl sonra 12 Eylül pençesi altında Kemalizmin hemen tüm kurumlarını yıkan, Atatürk’ün vasiyetini bile çiğnemekten çekinmeyen de…

Yaşlı bir Moğol bilge kişisi Cengiz Han’a şöyle demişti:

“Bütün fetihlerinizi at üstünde yaptınız, ama ayağınızı yere basmadan oraları yönetebilir misiniz?”

Yüzyıllar sonra, bu sözlerin altında yatan gerçeği Napolyon şöyle ifade etmiş­tir:

“Süngülerle herşey yapılabilir, ama üzerine oturulamaz!”

Atatürk’ün Ulusal Kurtuluş Savaşı’nı yürütürken dayandığı en büyük güç, kuşkusuz ki ordu idi. Ama ülkeyi orduya dayanarak yönetmedi. Kemalizmi, ordunun eğilimlerine göre biçimlendirmedi. Kafasındaki devrim için ordunun desteğini sağladı, o kadar!..

Kemalizm içinde ordunun yeri nedir? Bu sorunun yanıtı önce Atatürk’ün sözlerinde, sonra da tutumunda aranmalıdır. Yıl 1911. Vardar’da verilen akşam yemeğinde, alay komutanı Andertin, bardağını “Arnavutluk ayaklanmasını bastıran Osmanlı ordusu onuruna” kaldırır. Bunun üzerine Mustafa Kemal söze girer ve şöyle der:

“Türk ordusu için iç savaşta başarıya ulaşmak bir zafer değildir. Bu olayın onuruna, ülkeyi seven bir adam olarak ve Türk subayı olarak sevinip kadeh kaldıramam. Bundan ancak üzüntü duyabilirim. Arkadaşlar, bana dikkat edin, sözlerime kulak verin. Osmanlı ordusu değil Türk ordusu bir gün gelecek Türk varlığını, Türk’ün bağımsızlığını kurtaracaktır. İşte asıl o vakit sevineceğiz, öğüneceğiz. İşte o vakit Türk ordusu görevini yapmış olacaktır.”

Bu sözler, Atatürk’ün ordunun işleviyle ilgili genel yaklaşımını yansıtır. Ama Kemalizm açısından asıl önemli olan, Atatürk’ün kafasındaki ordu-siyaset ilişkisidir. 1924’te TBMM’yi açış konuşmasında şu tümceler vardır:

“Sayın üyeler, ülkenin genel yaşamında ordunun siyasetten soyutlanması cumhuriyetin her zaman göz önünde tuttuğu temel bir ilkedir. Şimdiye kadar izlenen bu yolda Cumhuriyet orduları vatanın güvenilir ve güçlü bekçileri olarak saygın ve kuvvetli kalmışlardır.”

Atatürk daha ileriki yıllardaki bir konuşmasında da şöyle demiştir:

“Arkadaşlar, tüm tarih bize gösteriyor ki, uluslar yüce hedeflerine ulaşmak istediklerinde bu coşkuları­nın karşısında üniformalı çocuklarını bulmuşlardır. Tarihin bu geneli içinde büyük bir istisna bizim tarihimizde, Türk tarihinde görülür. Bilirsiniz ki Türk ulusu ne vakit yükselmek için bir adını atmak istemişse, önünde hep önder olarak, yüksek ulusal ülküyü gerçekleştirecek hareketlerin kılavuzu olarak, kendi kahraman çocuklarından oluşan ordusunu görmüştür.. Bu evlatlarımız arasında yarının kahramanlarını yetiştiren öğretmenlerimiz de vardır.. Ben büyük ordumuzun subaylarından ve onlarla birlikte olan, fikriyle, vicdanıyla ve bilim anlayışıyla ulusal kahramanlığa katılmaya hazır Türk gençlerinden söz etmiş oluyorum.”

Atatürk’ün ulusal irade ve ordu ile ilgili görüşünü, hiç­ bir yanlış anlamaya olanak bırakmayacak kadar açık gösteren bir olay vardır. Meclis’in İstanbul’dan Ankara’ya naklinin gecikmesi üzerine Mustafa Kemal’in çok sinirlendiğini gören Yunus Nadi sorar:

“Paşam niçin önemsiyorsunuz; siz ordu istiyordunuz, ordu işte burada!”

Yanıt çok kısa ve nettir:

“Ben her kerameti Meclis’ten bekleyen bir insanım. Orduyu ancak milletin iradesi, yani Meclis oluşturabilir!”

Atatürk konuyla ilgili hemen tüm konuşmalarında, orduyu ulusun üzerinde değil ulusun emrinde bir güç olarak tanımlamaya özen göstermiştir. Ordunun ilerici yönünü vurgulamıştır. Ordu-siyaset ilişkisiyle ilgili tutumunu ise, daha gencecik bir subayken; hem de çok açık ve katı bir biçimde ortaya koymuştur. İttihat ve Terakki’nin 1909 Selanik Kongresi’nde yaptığı konuşma ünlüdür:

“Subaylar partide kaldığı sürece, ne güçlü bir partiye ne de güçlü bir orduya sahip olabiliriz. Üçüncü kolorduya bağlı subayların çoğunluğu aynı zamanda partinin de üyesidirler, etkili bir güç oluşturduklarını ise söylemek zordur. Buna karşılık, parti de halkı kendine çekme imkanına sahip değildir; çünkü gücünü ordudan almaktadır. Partide kalmak isteyen subayların ordudan istifa etmeleri kararını burada verelim. Ayrıca geleceğin subaylarına siyasal ilişkiler kurmayı yasaklayan bir kanunun kabulüne de ihtiyacımız vardır.”

Atatürk’ün “ya üniforma ya siyaset” tavrı o kadar nettir ki Cumhurbaşkanı olduktan sonra, halkın karşısına hep sivil kıyafetle çıkmaya bile özen göstermiştir. Üstelik mareşal üniformasını yaşamı boyunca taşımak hakkına sahip olduğu halde; ve asker kökenli olmayan birçok devlet başkanı­nın bile, resmi törenlerde üniforma taşıdıkları bir dönemde..

Kemalizm-ordu bağlantısını iyi anlamak için, Türk ordusunun evrim çizgisini ve yapısal özellikleri gözden uzak tutmamak gerekir. Ordu, konumu gereği geri kalmış ülkelerde genellikle çağdaş teknolojiye ve düzenli örgütlenmeye ilk açılan kurum konumundadır. Osmanlı ordusu da, bunun çok belirgin bir örneğini oluşturmuştur. Osmanlı İmparatorluğu’nun gerileme döneminde; ordunun çağdaş eğitimden, bilimden ve teknolojiden hızla yararlanamaması durumunda, devletin varlığını sürdürmekte zorlanacağı inancı giderek yerleşmişti. Bu nedenledir ki, çağdaş mühendislik, tıp ve veterinerlik eğitimini Osmanlı toplumuna ilk kez askerler getirdiler. Bunun gereği olarak, yabancı dil eğitimi de askerler aracılığıyla topluma girdi. Mehter takımının yerine askeri bando kurulurken, çok sesli müzik de gündemde yerini almış oldu. İlk Osmanlı ressamlarının tümüne yakını, Batı Avrupa’da haritacılık öğrenimi gören subaylar ve bu arada paşalardı. Ordu çağdaşlaşmaya açılmış ilk kurum olarak o günün Osmanlı toplumunun ilerisinde olmasaydı, belki Birinci ve İkinci Meşrutiyet hareketleri de yaşanmayacaktı. Önce Abdülaziz’i ve daha sonra da Abdülhamit’i anayasaya dayalı bir yönetime zorlayabilecek -ordu dışında- bir güç yoktu. Böylece Türk ordusu, toplumda sadece yeniliklerin değil, toplumsal hakların ve siyasal özgürlüklerin de öncüsü ve güvencesi gibi görünmüştür. Araştırmalar, geri kalmış ülkelerin çoğunda, ordunun genellikle ayrıcalıklı bir sınıfın tekelinde olduğunu gösteriyor. Oysa bu Türk ordusu için geçerli değildir. Varlıklı aileler, özellikle geçmiş dönemlerde çok güç koşullarda geçen Doğu hizmeti zorunluğunu da göz önüne alarak, çocukları­nın subay olmasını istememişlerdir. Ama dar gelirli toplum kesimleri için, askeri eğitim, toplumsal konumlarının yükselmesinin aracı olarak görülmüştür.

Bizim 1971 yılında yaptığımız bir araştırma, Türk ordusunun subay kesiminin yaklaşık dörtte üçünün, orta ve alt gelir grubundaki ailelerden geldiklerini ortaya koyuyordu. Askeri eğitimin parasız oluşu, özellikle yatılı askeri liselerin kapanmasına kadar, dar gelirli aile çocuklarının orduya katılmaya heves etmelerinde önemli bir etkendi. Ordu gerek Atatürk gerekse İnönü dönemlerinde, yani Kemalizmin iktidarda olduğunu varsayabileceğimiz bir zaman diliminde, siyaset sahnesinin dışında kalmıştır. Bunda ordunun bu iki isme duyduğu saygının ve güvenin elbette ki etkisi olmuştur. Ama bu durumun yaratılmasında, Kemalizmin bilinçli bir tercihinin rolü olmadığını söylemeye de olanak yoktur. Ve Kemalizmi militarizm ile suçlamak eğer bir bilgisizlikten kaynaklanmıyorsa, bir kötü niyetten kaynaklanıyor demektir. Böyle bir sav, tarihsel gerçeklere karşı en azından saygısızlıktır.

1950 seçimlerini Atatürk’ün kurduğu parti kaybedip de, 27 yıllık iktidarını devretmeye hazırlanırken, bazı komutanlar Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’yü ziyaret etmişlerdi. Önerileri -ordunun desteği ile- Atatürk’ün bu en yakın çalışma arkadaşının CHP iktidarını sürdürmesiydi. Buna “peki” demek Kemalizme ihanet olurdu ve İsmet Paşa da “hayır” dedi. Türk ordusunun her müdahaleden sonra kışlasına çekilmesine yabancılar hayret edebilirler. Oysa Türkiye’de hiçbir cunta, Atatürk’ü ve Kemalizmi açıktan yadsımadan, kalıcı bir askeri yönetim kuramaz. Böyle bir ideolojik yadsımaya gitmesi durumunda ise, ordunun desteğini yitireceği için, iktidarını sürdürmesi zaten olanaksızlaşır. 56 askeri diktatörlüğün olduğu bir geri kalmışlar kesiminde, orduyu 55 yıl sonrasında bile kışlasına dönmek zorunda bırakmak, Kemalizmin erdemi ve başarısıdır.