Twitter
Visit Us
YOUTUBE
YOUTUBE
LINKEDIN
Share

AVRUPA OLMADI, AFRİKA OLUR MU?

Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

Türkiye Cumhuriyeti dünyanın tam ortalarında kurulmuş bir devlet olarak çok geniş bir jeopolitik alan ile yakın bağlantıları bulunan bir ülke olarak her zaman için dünya haritası üzerinde alternatif durum ve konumlar ile karşı karşıya gelen bir ülkedir. Bu çerçevede kuzeyden gelen tehditlere karşı güney bölgesine kayarak, ya da güney bölgesinden gelen olumsuz siyasal gelişmelere karşı kuzeye doğru yönelerek, bir alternatif arayış her zaman için Türkiye’nin diplomatik etkinlikleri sırasında gündeme gelebilmektedir. Bu duruma paralel olarak gene aynı biçimde Türkiye batı bölgesinden gelen olumsuz siyasal gelişmelere karşı, doğuya doğru yeni açılımlar geliştirebilir ya da bunun tamamen tersi bir çizgide doğu bölgesinden gelen saldırı ya da işgal kalkışmalarına karşı Türk devleti yüzünü batıya dönerek, batı bölgesi ile geliştirilecek yakın ilişkiler çerçevesinde doğu bölgesinden kaynaklanan tehdit ya da benzeri olumsuz girişimlere karşı farklı bir alternatif arayışı içinde daha güvenli bir diplomasi için çalışabilir. Dünyanın batısında, doğusunda, kuzeyinde ya da güneyinde yer alan bölgelerde bulunan ülkelerin hiç birisinin sahip olmadığı böylesine geniş bir harekât alanına sahip olmak, Türkiye Cumhuriyetinin en büyük avantajlarından birisi olarak Türk devleti ve Türk ulusuna büyük katkılar getirmektedir. Bu doğrultuda geliştirilecek diplomatik atılımlar uluslararası alanda yeni ilişkiler ya da dengelerin geliştirilmesinde, Türklere diğer ülkelerden daha fazla avantajlı bir jeopolitik konum kazandırdığı burada görülmek zorundadır.

Türkiye Cumhuriyeti tek yönlü bir konuma sahip olmadığı için, her an her yöne dönük ilişki kurabilmekte ve dünya haritasının diğer bölgesinde yer alan ülkeler ile yakın ilişkiler kurarak, büyük devletlere karşı gelebilmekte ve bu doğrultuda kendi ulusal çıkarlarını en üst düzeyde gündeme getirebilecek bir konumda kendi alternatiflerini büyük devletlere ya da süper güçlere karşı öne sürerek, onların Türkiye aleyhine gündeme getirdikleri diplomatik açılımlarına karşı çıkabilmekte, ya da çevrede yer alan komşu devletler ile yeni projeleri geliştirerek bozulabilecek dünya dengelerini yeniden tesis edebilecek girişimleri gündeme getirebilmektedir. Bu doğrultuda Jeopolitik kitaplarında yer alan bir bilimsel düşüncenin doğrulanarak öne çıktığı anlaşılmaktadır. Bu düşünceye göre, devletler büyük, orta ve küçük gruplar olarak boylarına göre tasnif edilirler. Bu doğrultuda büyük devletler orta ve küçük boy devletlerde kendi ulusal çıkarları çizgisinde rekabet içine girerek bu devletleri kendi kontrolleri altına almaya çalışırlar. Büyük devletler bu gibi girişimleri orta ve küçük devletler üzerinden geliştirirken, orta boy devletler de büyük devletlere paralel bir çizgide küçük devletler üzerinde hegemonya kurabilmenin arayışları içine girebilirler. Bu duruma benzer bir biçimde kendi jeopolitik konumunu iyi değerlendirebilen ya da komşu devletler ile bulunduğu bölgelerin özelliklerine uygun düşebilecek yeni açılımları örgütleyebilen orta boy devletler, büyük devletlerin ya da bölgesel imparatorlukların saldırı ve de işgal girişimlerine karşı bölgesel alternatif plan ya da projeleri öne çıkararak her türlü emperyalist baskı ya da saldırılara karşı çıkabilmektedirler. Yeryüzü haritası üzerindeki konumunu iyi değerlendirebilen ve kendi merkezli projelerin bölgesel düzeyde uygulama alanına getirilmesiyle, bugünün ulus devletleri küresel saldırganlık girişimlerine karşı kendilerini koruyarak, ulusal çıkarlara uygun alternatif yaklaşımları birbiri ardı sıra uygulama alanına getirebilmektedirler. Devletlerarası yarış alanında her devlet güçlü yanlarıyla savaşları ya da çatışmaları kazanmaya çalışırken, büyük, orta ve küçük boy devletler arasındaki çekişmeler dünyanın her bölgesinde sürüp gitmektedir. Dünyaya egemen olmak isteyen emperyalist devletler huylarından vazgeçmeyerek dünya devletleri üzerinde çekişmeye devam ederken, jeopolitik konumlarını iyi kullanarak büyük devletler ve de emperyalist güçlere karşı kendilerini koruyarak var olmaya devam ettikleri görülmektedir. Doğu-batı-kuzey-güney eksenlerindeki her türlü gelişmenin doğal alternatifi var olan devletler arasındaki ilişkiler tarafından denenebilmektedir.

Her devlet dünya haritasında yer alan diğer ülkelere kendi ülkesinin başkentinden bakar ve kendisini merkeze koyarak diplomatik ilişkilerini geliştirebilir. İnsanlık tarihi buyunca ortaya çıkan büyük devletler ya da imparatorluklar kendilerini merkeze koyan hegemonya alanları oluştururken çevredeki diğer devletleri ortadan kaldıran ya da yok sayan yaklaşımlar sergileyerek, emperyal planlarını gerçekleştirmek için çalışmalarını sürdürmektedirler. Bu tür planların içinde bölgesel yaklaşımlar olduğu kadar küresel açılımlar da devreye girebilmekte ve böylece değişik bakış açıları aracılığı ile farklı yapılanmalar gündeme getirilebilmektedir. Türkiye merkezli orta dünyanın geçmişten gelen tarihine bakıldığı zaman, kıtalar ve de karalar üzerinden her dönemde birbirinden farklı oluşumlar, var olan koşulların izin verdiği ölçülerde gerçeklik kazanmıştır. Asya ve Avrupa gibi iki büyük kıtada gerçekleşen siyasal değişiklikler merkezi alana doğru yönelmeye başladıkları zaman, Selçuklu, Osmanlı ve Cumhuriyet devletlerinin işgal ettiği orta dünyanın egemenliği sorunu öne çıkmıştır. Asya’da tarih sahnesine çıkan büyük devletler merkezi alana gelerek bir dünya hegemonyası ararlarken, Avrupa kıtasından toplanan askerler ile ondan fazla Haçlı seferi gene Türk devletlerinin yer aldığı orta alanın kontrolü amaçlı olarak geliştirilmiştir. En büyük kıta Asya ile en gelişmiş kıta Avrupa her zaman için dünya hegemonyasında rekabet ederek, yirminci yüzyıla damga vurmaya çalışmışlardır. Üç büyük kıtanın kesişme noktasında bir araya gelen Türk toplulukları merkezi noktadan dünyaya bakarak, kıtalar ile ilişkilerin geliştirilmesine çaba göstermişlerdir. Türkler merkezi alanın egemen gücü olarak uygarlık nerede gelişirse yüzlerini o tarafa dönmüşlerdir. Asya ve Avrupa kıtaları arasındaki bu çizgideki yarışta uygarlıkların etkileyici yönlendirmesi olmuştur. Türk tarihi bu tür uygarlıkların birbirini izleyerek değişik bölgelerde dünya medeniyetinin devamlılığını sağlamıştır. İnsanlığın bugün gelmiş olduğu uygarlık düzeyinin ortaya çıkmasında merkezi alanın üzerindeki siyasal yapılanmanın önde gelen rolü olmuştur.

İnsanlık tarihinin başlangıç dönemlerinde Çin ve Hint uygarlıkları üzerinden ilk çağ uygarlıkları belirleyici olmuş ve bu dönemde Orta Asya kökenli Türkler Çin ve Hint uygarlıklarına yönelik bir süreçten geçmişlerdir. Bugünkü uygarlık, Çin ve Hint uygarlıklarının birbirini tamamlayarak Mezopotamya’ya doğru bir gelişme süreci çizgisinde batıya doğru yönelmesiyle meydana gelmiştir. Türklerin orta ve kuzey Asya topraklarından ön Asya bölgesine geçişleri ile birlikte Asya merkezli insanlığın bütün dünya kıtalarına göç etmelerini sağlamıştır. Mezopotamya’da başlayan ilk yerleşimler insanlığın göçebe kültüründen uzaklaşmasını sağlamış ve daha sonraları da yerleşik uygarlık düzenine geçiş tarihsel dönemlerin birbirini izlemesi sonrasında gerçekleştirilmiştir. Asya uygarlıkları ilk ortaya çıkan örnekler olarak tarihin ilk dönemlerinde yer alırken, daha sonraki aşamalarda uygarlığın Asya kıtasından Avrupa kıtasına doğru bir geçiş süreci yaşadığı görülmüştür. Avrupa kıtası Asya’dan gelen uygarlık oluşumuna sahip çıkarak, bunu bütün dünya kıtalarına yayma çabası içinde olmuştur. Böylesine bir yöneliş, Avrupa ülkelerini hem emperyalist hem de sömürgeci yapmıştır. Bütün dünyaya uygarlık götürdüğünü söyleyen Avrupalı emperyalistler aynı zamanda gittikleri ülkelerin yer altı ve üstü tüm zenginliklerine el koyarak ve bunların en önemli örneklerini Avrupa kıtasına taşıyarak, bu kıtayı tümüyle bir müze görünümüne dönüştürmüşlerdir. Dünyayı beş yüzyıl yönetmiş olan Avrupa emperyalizmi, bu kıtaya taşımış olduğu uygarlığın nimetlerinden fazlasıyla yararlanarak, Avrupa dışında kalan bütün dünya topraklarını ve ülkelerini sömürgecilik girişimlerine alet etmiştir. İki büyük dünya savaşının birbirini izleyerek gündeme gelmesiyle birlikte Avrupa kıtasında uygarlık sona ererken, eski bir Avrupa sömürgesi olan Amerikan kıtasının kuzey bölgesinde çağdaş uygarlığın yeni bir versiyonu olarak, Amerika Birleşik Devletlerinde yeni bir süper güç ve devletin dünya sahnesine çıkışı hazırlanmıştır. Medeniyet Asya’da ortaya çıkarken ve Asya’dan Avrupa’ya doğru gelişmeler gösterirken dünyanın ortalarında yer alan Afrika kıtası sürekli olarak dışlanarak geride bırakılmış ve dünyanın en geri kıtası olmaya mahkûm edilmiştir. Geri bırakıldığı için Avrupalı emperyalistler ile mücadele edemeyen Afrika kıtası, emperyalistlerin sömürgesi olmaktan kurtulamamış ve bu kıta üzerinde Avrupalılar elli beş sömürge devleti oluşturmuşlardır.

Avrupa’nın yanı başında kurulmuş olan Türk devletleri bu kıtanın emperyalist devletleri ile bir medeniyet savaşına girişmişler ve altı yüzyıl süren bu savaşlar yüzünden Osmanlı devleti zayıflayarak çökmekten kurtulamamıştır. Selçuklu döneminde orta dünyaya gelen Türkler, daha sonraki aşamada Osmanlı devletini kurarak ve bir merkezi coğrafya hegemonyasını oluşturarak, Avrupalılar ile merkezi egemenlik için yarışmışlardır. Osmanlı döneminde Türkler Balkanlar ile Kafkaslar, Akdeniz ile Karadeniz bölgeleri arasında kalan geniş bir merkezi coğrafya yapılanmasını geliştirmişlerdir. Tam bu aşamada Akdeniz’e Osmanlılar egemen olurken, bu denizin güneyindeki kıyılarda yer alan Afrika kıtası ile Türklerin geliştirdiği hegemonya düzeni kesişme noktasına gelerek, birbirlerine yakınlaşma aşamasına ulaşmışlardır. Türklerin orta Asya bölgesinde Müslümanlığı benimsemeleriyle İslam coğrafyası genişlerken, Türklerin öncülüğünde kurulan Selçuklu ve Osmanlı devletleri Orta Doğu üzerinden Afrika kıtasına da girmek zorunda kalmışlardır. Asya topraklarında kurulmaya başlayan Türk hegemonyası daha sonraki aşamada Avrupa kıtasına doğru yönlenirken, Avrupalı emperyalist devletler ile Akdeniz kıyılarında önemli deniz savaşları birbirini izlemiştir. Bu çerçevede Osmanlılar Asya ve Avrupa kıtalarından sonra Afrika kıtasını da içine alan geniş topraklar üzerinde hegemonya düzenini genişletmek için, daha sonraki dönemlerde askeri birliklerini Arap yarımadasının tamamına göndermişlerdir. Hegemonya savaşları devam ederken Osmanlı ordusu, Mısır, Libya, Tunus, Cezayir Fas, Çad, Etiyopya ve diğer orta Afrika ülkelerini hegemonyası altına alarak, Avrupa kaynaklı Haçlı emperyalizminin önünü kesmiştir. Osmanlılar bu dönemde bir yandan Hristiyan Avrupa ile savaşırken, Afrika kıtasının kuzey yarıküresinde yaşamakta olan zenci kökenli Afrikalıları da Müslüman yapmak için uğraşıyorlardı.

Avrupa ülkeleri Afrika’da yeni sömürgeler kurmaya çalışırken, Haçlı emperyalizminin hedefi konumuna getirilen zenci Afrikalıları Osmanlı devleti Müslümanlaştırarak ve kendi tebaası içine alarak onları batılı emperyalistlerden korumaya çalışıyordu. Afrika topraklarının geleceği belirlenirken, Osmanlı devleti Müslüman dünya adına hareket ederek, Hristiyanların Haçlı emperyalizmini bu kıtadan atabilmenin çabası içine giriyordu. Osmanlı İmparatorluğu dünyanın merkezi devleti olarak tarih sahnesine çıkarken öncelik ilk adımlar Asya topraklarında atılıyor ve bu doğrultuda Anadolu yarımadası, Kafkasya bölgesi ile Orta Doğu topraklarında Osmanlı devletinin genişleme siyaseti devam ediyordu. İstanbul’un fethi ile başlayan ikinci yayılma döneminde Osmanlılar artık Avrupa topraklarını da sınırları içine alarak merkezi coğrafyanın batı bölgesine de egemen oluyordu. Bu doğrultuda Avrupa toprakları üzerinde Osmanlılar yürüyüşe geçerlerken, Saraybosna kentinin çevresini ele geçirerek Balkan yarımadasındaki Türk hegemonyası öne çıkıyordu. Yüzyıllarca Osmanlı egemenliği altında kalmış olan Bosna bölgesinin en uç kenti olan Bihaç’ta, Müslümanların bayrağı dalgalanıyor ve Vatikan’ın karşısında yükselmekte olan İslam medeniyetinin oluşturduğu yapılanma Hrıstıyan Avrupa kıtasının ortalarına kadar geliyordu. İstanbul’un fethi sonrasında Osmanlılar Ege üzerinden Akdeniz’e inerek aynı zamanda bir deniz devleti olma konumunu da elde ediyorlardı. Anadolu topraklarında kurulmuş olan Osmanlı devleti zamanla genişlerken, önce Orta Doğu topraklarından güneye doğru inerek, Arapların yaşamakta olduğu bölgeleri kendi sınırları içerisine dahil ediyordu. İstanbul’un fethi sonrasında Balkanlar üzerinden Avrupa kıtasında imparatorluk sınırları genişletilirken, aynı zamanda Akdeniz kıyılarından batı Avrupa bölgesine doğru bir fetih dalgası Türklerin üzerinden yaygınlaştırılıyordu. Osmanlılar Dalmaçya kıyılarından Akdeniz’in ortalarına doğru ilerlerken, karşı kıyıda uzanmakta olan uçsuz bucaksız Afrika toprakları ile de ilgilenmek zorunda kalıyorlardı. Türklerin ilk kez Afrika toprakları ile tanışmaları, Osmanlı donanmasının Akdeniz seferleri üzerinden güneydeki kara kıtaya yönelmesiyle oluyordu. Osmanlı askerleri Afrika topraklarına ayak basarak Türklerin hegemonyasının üçüncü bir kıta üzerinde genişlemesini sağlıyordu. Osmanlı devleti merkezi coğrafyanın doğusu ile batısını ve de kuzeyi ile güneyini bir araya getirirken, Afrika kıtasının kuzey yarısını da orta dünya yapılanmasına doğru yönlendiriyordu. Böylece orta alanda kuzey ve merkez bölgeleri bir araya getiriliyordu.

Dünya kıtaları arasında en güneyde kalan Afrika zenci nüfusunun çok fazla olması nedeniyle, Kara Afrika olarak adlandırılmış ve bu bölge insanının ayrı bir ırktan geldiği ileri sürülerek, buradaki devlet yapılanmaları kuzey yarıkürenin dışında değerlendirilmiştir. İlk çağlardan bu yana bazı ilkel devletler ile başlayan bir tarihe sahip olan Afrika kıtası, on beşinci yüzyıl sonrasında İngiltere, Fransa, İspanya ve Hollanda gibi Hrıstıyan emperyalist batı Avrupa devletlerinin sömürgeci saldırıları ile karşılaşınca, bu kez Orta Doğu toprakları üzerinde dünya sahnesine çıkmış olan İslam dininin haçlı emperyalizmine karşı örgütlenen İslamın direnişi ile karşılaşılmıştır. İslamiyet dininin tarihinde Arap devletlerinin hükümranlığı bitince, bunun yerini Türklerin hegemonyası almış ve Selçuklu İmparatorluğu ile başlatılan Türklerin yönetimi, son aşamada Afrika kıtasının kuzey bölgesinde de Müslümanlığın yayılması ile başlamış ve Birinci Dünya savaşının sonlarına kadar devam etmiştir. Batı ülkeleri kıtanın batısından girerek aşağı doğru yayılırken, Osmanlı İmparatorluğu da Akdeniz’deki karşı kıyısı olan Afrika’nın kuzey kesiminden içeri doğru girerek, zaman içinde Mısır, Libya, Tunus, Fas, Cezayir, Etiyopya, Çad ve Orta Afrika topraklarını sınırları içine alıyordu. Dünyanın merkezi bölgesinde bir Türk hegemonyası oluşturulurken, en son kıta olan Afrika’nın kuzey bölgesi de böylesine bir yapılanmanın içinde yer alıyordu. Osmanlılar on beşinci yüzyılda Afrika kıtası ile tanışırken, Türk yönetimi aynı zamanda bu bölgedeki eyalet ve şehirlerin de dâhil olacağı yeni bir siyasal yapılanmayı bölgeye getirmiştir. Dünyayı yöneten büyük devletler hep kuzey yarı küresi üzerinden ortaya çıkarak hegemonya peşinde koşarlarken, güney bölgesine de ağırlık vermek isteyince Afrika toprakları üzerinde egemen olabilmenin yol ve yöntemlerini de aradıkları zaman, Afrika kıtası her zaman önlerine bir sorun olarak çıkmıştır. Batılı emperyalistler hegemonya peşinde koşarken, Orta Doğu ve Kuzey Afrika’nın Müslüman halkları batı emperyalizmi ile sürekli olarak savaşan Osmanlı ordularının himayeleri altına girmişlerdir. Böylece tarihteki Türklerin Afrika macerası başlamıştır.

Batılı emperyalistler Afrika’nın batı bölgelerini teslim alırlarken, bu bölgenin yerli halklarını köle ticaretinde mal olarak kullanmışlar ve böylece Batı Avrupa ile Kuzey Amerika bölgelerinde köleci ekonomilerin ortaya çıkmasına yol açmışlardır. Afrika kıtası uzun yıllar batılı emperyalistler tarafından köle deposu olarak kullanılmıştır. Daha sonraki aşamada ise Afrika ülkeleri tam olarak sömürge olmaya yönlendirilmişlerdir. Bu gibi politikaların sonucunda Afrika kıtası batılı sömürgecilerin çekişme alanına dönüşürken, kıtanın kuzey bölgesinde yaşamakta olan Müslüman halklar Osmanlıların tebaası konumuna gelmişlerdir. Kuzey bölgesinin Müslüman ülkeleri Osmanlı imparatorluğunun güney eyaletleri konumuna gelirken, birinci dünya savaşının sahneleri Almanlar ve İtalyanların Akdeniz kıyılarında dolaşmaları yüzünden Afrika topraklarına taşınmıştır. Bu yüzden Türklerin kurtarıcısı olarak tarih sahnesine çıkmış olan Atatürk ulusal kurtuluş savaşının ilk cephelerini Libya devletinin sınırları içinde yer alan Trablus ve Bingazi kentlerinde, işgalci İtalyan askerlerine karşı durarak antiemperyalist direnişi Afrika kentlerinde kurmuştur. On beşinci yüzyıldan yirminci yüzyıla kadar yaşayan batı sömürgeciliği, iki cihan savaşı sonrasında modern bir dünya düzeni kurulurken tasfiye edilerek, yerine ulus devletler düzeni oluşturulmuştur. Birleşmiş Milletler örgütü bir evrensel yeni yapılanmayı gündeme getirirken, bağımlı sömürgelerden bağımsız ulus devletlere geçiş aşaması tamamlanmış ve dünya haritasında elliye yakın Afrika ülkesi bağımsız devletler olarak yerlerini almışlardır. Zenci Afrika halkları ile sürekli olarak çatışan sömürge yönetimleri daha sonraki aşamada, sömürgeci devletlerin destekleri ile Birleşmiş Milletlere üye olarak, bağımsız devletler statüsünü kazanmış oldular. İkinci dünya savaşı sonrasında bağımsız devletler olarak Birleşmiş Milletler çatısı altında yerlerini alan Afrika devletleri, gene eskisi gibi sömürgeci devletlerin yönlendirmesi ile karşı karşıya kalınca, Vatikan devreye girerek Hristiyan dininin çatısı altında bunları batı blokunun bir parçası haline getirmeye çalışıyordu. Batı ve güney Afrika ülkeleri Hristiyan batının denetimi altına girerken, eski Osmanlı sömürgesi olan kuzey ve doğu Afrika ülkeleri de İslam dininin oluşturduğu yakınlaşma sürecinde kuzeye ve doğuya doğru açılarak ve Osmanlı devletinin bölgedeki mirasçısı olan Türkiye Cumhuriyetine yanaşarak, İslam dini kimliği ile yeni denge arıyorlardı.

Bağımsızlığına kavuşan Afrika devletleri soğuk savaş sonrasında dışarıya açılarak tüm ülkeler ile diplomatik ilişkilere girerlerken, Sovyetler Birliği ve Amerika Birleşik Devletleri arasına sıkışan Avrupa kıtası gibi bir kıtasal birlik arayışına yönelmiştir. Bu gibi çabaların sonucunda Afrika Birliği Kongresi oluşturulmuş ve emperyalist büyük ülkelere karşı geliştirilen bir karşı koyma mücadelesi sonucunda Afrika Birliği, tüm Afrikalı ülkelerinin dayanışması sayesinde gerçeklik kazanmıştır. Tam anlamıyla batılı birlikler kadar olmasa da, Afrika Birliği kara Afrika’nın özgürlüğü yolunda önemli bir adım olmuştur. Ne var ki, Afrika ülkelerinin hem emperyalist batı ülkeleri, hem de Hristiyan dünyasının uluslararası kuruluşları karşısında zorlanmaları yüzünden, Afrika ülkeleri de kendi uluslararası kuruluşlarını oluşturarak dünya üzerinde hegemonya yarışına katılmak zorunda kaldıkları için, Afrika Birliği Kongresi Afrika kıtasının sesi olarak dünya çapında güçlü bir örgüt konumuna gelmiştir. Küreselleşme döneminde taşlar yerinden oynatılarak yeni bir dünya düzeni kurulurken, Afrika Birliği örgütünün kıtasal birliğin ve ülkeler arası dayanışmanın temsilcisi olarak, geleceğin kıta devletinin önünü açmaya çalıştığı görülmektedir. Özellikle Avrupa Birliği oluşumunu yakından izleyen Afrika’lılar benzeri bir uluslararası organizasyonu, Afrika Birliği Kongresi çatısı altında yapabilmenin çabası içinden olmuşlardır. Küreselleşme oluşumunun sonlarına gelindiği bir aşamada dünyanın her yerinde bölgeselleşme oluşumlarının gündeme gelmesiyle birlikte kıtalar üzerinde yer alan bütün ülkeler, kendi bulundukları alanlarda çıkarlarına uygun bölgeselleşme hareketlerine katıldıkları görülmektedir. Afrika Birliği Konferansı’nın böylesine bir yeni noktada Avrupa Birliği gibi kıtasal devlet olabilme mücadelesi içine girmiş olduğu son yıllardaki gelişmeler aracılığı ile gündeme gelmiştir. Hepsi Birleşmiş Milletler gibi evrensel bir oluşum içinde yer alan Afrika Devletleri, bunun yeterli olarak devreye giremediği noktada Afrika Birliği gibi bir kıtasal devlet oluşumuna kalkışmasını, geçmişten gelen sömürgecilik anıları canlandığında iyi anlamak gerekmektedir. Artık dünya halkları yeniden emperyalizmin tozlu çizmeleri altında kalarak ezilmek istememektedirler.

Bölgeselleşme oluşumları dünyanın her kıtasında her bölgenin özelliklerine göre farklı farklı çizgilerde öne çıkarken, tam ortasında Türkiye Cumhuriyeti devletinin bulunduğu merkezi coğrafyada da benzeri durumlar ortaya çıkmakta ve bu doğrultuda her devlet kendi çıkarlarını güven altına alacak biçimde bölgesel yapılanma alternatiflerine yönelebilmektedir. Avrupa Birliğinin gösterdiği yolda değişik kıtalar üzerinde yer alan bütün ülkelerin gelecekte, büyük emperyalist devletlerin saldırı ya da işgal girişimlerine karşı bir dayanışma modeli olarak bölgesel birliklerin ya da kıtasal devlet yapılarının ya da benzeri oluşumların öne çıktığı yeni bir dönemden dünya geçerken, Türkiye Cumhuriyeti eski Osmanlı İmparatorluğunun varisi olarak öne çıkmakta ve Osmanlıların yakın ilişkiler kurarak kendine bağlı eyaletlerin oluşturulduğu kuzey Afrika ülkeleri ile yeniden yakın ilişkiler tesis ederek şimdikilerden çok farklı bir bölgeselleşme örneğini ortaya koymaktadır. Batı hegemonyası tarihinde İngiltere-Fransa ortaklığı dönemi geride kalırken, bunun yerini ABD-İsrail ittifakının aldığı açıkça görülmektedir. ABD İngiltere’nin eski sömürgelerine girerek el koyarken, İsrail’de Fransa’nın yerini alarak, Amerikan gücünü kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirmenin çabası içine girmektedir. İkinci dünya savaşı sonrasında merkezi coğrafya ya Amerikan devletinin gelmesi, Türkiye’nin NATO’ya üye olarak girmesi ve en önemlisi, İsrail devletinin kurulmasıyla birlikte Türkiye’nin kendi bölgesindeki konumu değişmiş, daha önceden var olan İngiltere ile ilgili sorunlar ABD’nin omuzlarına yüklenmiş, Fransa ile olan sorunlar ise İsrail’in yeni konumuna uygun düşecek bir çizgide çözüm arayışlarına yönlendirilmiştir. Yeni kurulan NATO‘nun bu bölgeye Türkiye üzerinden gelmesiyle de, Türkiye’nin batı ittifakı ile olan ilişkileri Sovyetler Birliğinin karakolu konumundaki bir ülke fikri üzerinden yeniden kurulmak istenmiş ve batı dünyasının çıkarlarının korunması amacıyla Türkiye Sovyet alanı ile Müslüman alan arasında bir tampon devlet konumunda yeniden kurgulanmaya çalışılmıştır. Bu yeni dönemde, Türkiye eski Osmanlı eyaletleri olan Orta Doğu ve Kuzey Afrika ülkelerine doğru bir köprü olarak ABD-İsrail ikilisi tarafından kullanılmaya çalışılmıştır. Eski Osmanlı eyaletleri, Osmanlı devletinin mirasçısı olan bir büyük devlet olarak, Türkiye’nin ilgi alanına doğru yönlendirilmiştir.

Kuzey Afrika’nın Orta Doğu bölgesi ile doğru dürüst bir ilişkisinin olamayacağını öne sürenler, Afrika’nın kuzey ülkelerine gittikleri zaman yanıldıklarını anlamaktadır. ABD’nin merkezi coğrafyayı bütünleştirecek bir biçimde geliştirmiş olduğu Büyük Orta Doğu projesi yeterli olmamış ve bu proje daha sonraki aşamada yeniden ele alınırken “Genişletilmiş Kuzey Afrika ve Büyük Orta Doğu” olarak ismi değiştirilmiş ve dünyanın güvenliği açısından bu iki bölgenin yaşamsal öneme sahip olduğu bir kez daha dile getirilmiştir. Bu aşamada Türkiye Cumhuriyetini yöneten bazı politikacılara, “Büyük Orta Doğu Projesinin eş başkanlığı” önerilmiş ve bu gibi kadrolar aracılığı ile merkezi alanda güçlü bir bölgesel yapılanmanın oluşturulması hedeflenmiştir. Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra ortaya çıkan otorite boşluğu alanını kimseye kaptırmamak amacıyla, Amerikan emperyalizmi merkezi coğrafya da yeni bir hegemonya projesini uygulama alanında uygulamaya başlarken, önce Afrika kıtasını dikkate almamış ama daha sonraki aşamada uygulamaya geçerken ve Orta Doğu’dan Orta Asya’ya doğru bir egemenlik kuşağı ortaya koyarken, bu projenin adını da değiştirerek, yeni projenin adını “Genişletilmiş Kuzey Afrika ve Büyük Orta Doğu projesi olarak gündeme getirmiştir. Böylece, Orta Doğu ve Orta Asya bölgeleri için orta dünyada hazırlanacak bütün hegemonya planlarının çıkış noktası ve temel dayanağı olarak kuzey Afrika bölgesi öne çıkarılmıştır. Atlantik emperyalizmi merkezi alanda kendi hegemonyasını kurarken, hem kuzey Afrika üzerinden harekete geçmiş hem de Atlantikçiliğin bölgedeki ortağı konumundaki İsrail devletinin uluslararası alanda örgütlemiş bulunduğu Siyonizm’in getirdiği destek yapıların avantajlarını da kullanmıştır. Osmanlı ve Sovyet düzenlerinin çökmüş olduğu merkezi alanda yeni bir siyasal düzen kurmaya yönelen Atlantikçilik, bölgede var olan bütün devletlerin içlerine sızarak ABD paralelinde lobiler oluşturmuş ve bunları Genişletilmiş Kuzey Afrika ve Büyük Orta Doğu projesinin hayata geçirilmesi için seferber etmiştir. Soğuk savaş döneminde kuzey Afrika, doğu ve batı emperyalizmlerinin çekişme alanı olarak birçok darbe ya da provokasyon senaryolarının çatışma bölgesi olarak öne çıkmıştır.

Soğuk savaş döneminde Afrika kıtasında devletlerin bölüşümü gündeme gelirken, İngiltere ve Fransa İspanya ile birlikte öne çıkmış ve daha sonraki aşamada da Sovyetler Birliği’nin bölgeye yakın bir ilgi göstererek yoğunlaşması üzerine, Rusya’nın kontrolü ele geçirdiği Habeşistan, Cezayir, Sudan, Mısır ve Libya gibi Afrika ülkelerinde batı karşıtı siyasal çıkışlar sosyalist sistemin destekleri ile ortaya çıkmıştır. Ne var ki, İngiltere ve Fransa’nın eski sömürgeleri üzerindeki kontrollerini kararlı biçimde sürdürmeleriyle, Sovyet sosyal emperyalizmi Amerika ve Avrupa kıtaları üzerinde devam edip giden Batı blokuna karşılık, Sovyetler Birliğinin öncülüğünde Asya ve Afrika ülkelerini bir araya getirerek karşı çizgide bir dünya dengesi oluşturmak üzere gene Afrika kıtası ile birlikte Afrika devletleri yeniden gündeme gelmişlerdir. Sovyetler Birliği dağılana kadar uluslararası alanda devam edip giden doğu ve batı bloklaşması, küreselleşme aşamasına geçilmesiyle birlikte sona ermiş ve bunun üzerine bu bölgeye sızmak üzere Genişletilmiş kuzey Afrika projesi, Büyük Orta Doğu projesi ile birleştirilerek uygulama alanına getirilmiştir. Sosyalist dünya düzeninin çökmesi üzerine önce tek kutuplu dünya düzeni ABD merkezli olarak sürdürülmek istenmiş ve bu doğrultuda ABD bölge devletlerine baskı yapmaya başlamış ama tam bu aşamada ortaya çıkan İngiltere ve İsrail çekişmeleri, Amerikan devletini içten sarsmıştır. Afrika kıtası üzerinden bölgeye yönelik Atlantikçi yaklaşımların, Amerikan devletini içeriden ele geçiren Siyonist lobiler tarafından yönlendirilmeye başlanması üzerine, ABD inisiyatifi giderek İsrail’in kontrolünde bir yeni hegemonya arayışı haline gelmiştir. Küreselleşme döneminde bir yandan İngiltere ve Fransa eski sömürgelerine sahip çıkmaya çalışırken, ABD ve İsrail ikilisinin Afrika kıtası üzerinde yepyeni emperyalist düzen arayışına yönelmişlerdir. Atlantik güçleri bu aşamada ikiye bölünmüş, ABD ve İngiltere karşı karşıya gelirken, Fransa ve İsrail devletleri de birbirlerinin rakipleri olarak Afrika kıtası üzerinde çekişmelerini sürdürmüşlerdir. Türk devleti tam bu aşamada ABD-İsrail ikilisi ile İngiltere-Fransa ikilisi arasında kalmış, her iki ittifak eski Osmanlı mirası üzerinde Müslümanlığın etkin olduğu kuzey Afrika ülkelerinde karşı karşıya gelince, bölgenin merkez ülkesi olan Türkiye bu iki ittifakın taşeronu olarak devreye sokulmak istenmiştir.

Geçen ay içinde kırktan fazla Afrika ülkesinin üçüncü Afrika Zirvesi toplantısında bir araya gelmeleriyle, Afrika kıtasının bağımsız bir gelecek arayışının en önemli adımı gerçekleştirilmiştir. Elliden fazla devletin bulunduğu Afrika kıtasındaki devletlerin tamamına yakın bir çizgide toplantıya katılım sağlanması, Afrika ülkelerinin böylesine bir uluslararası toplantıda ortak bir dayanışma içinde hareket ettiklerini göstermektedir. Toplantının Türkiye’de ve İstanbul gibi bir bölge merkezi mega kentte yapılması, Osmanlı döneminden gelen Türk-Afrika yakınlaşmasının en son örneği olarak gerçekleşmiştir. Hepsi Birleşmiş Milletler üyesi olmalarına rağmen, bu büyük örgütün yönetim kurulunda Afrikalı temsilcilere yer verilmemesi bu toplantıda dile getirilerek karşı çıkılmış, geleceğin dünyasında Afrika devletlerinin de eşit koşullarda yer alacağı, yeni bir Birleşmiş Milletler yapılanması talebi tüm üyelerin destekleriyle benimsenmiştir. Afrika’nın devlet sayısının fazla olmasına rağmen, Birleşmiş Milletler yönetim kurullarında Afrikalı temsilcilerin bulunmaması, emperyalizmin yeni bir uygulaması olarak bu toplantıda eleştirilmiştir. Yeni dönemin koşullarında Rusya ve Çin’in iki süper güç olarak Afrika ülkelerinde yeni siyasal ve ekonomik ilişkilere girişmesi üzerine, batı bloku Türkiye’nin eski Osmanlı hinterlandında devreye girerek, doğu bölgesinden gelen Çin, Rus ve Hint emperyalizmlerine karşı bir cephe ülkesi konumunda mücadele etmesini istemişlerdir. Avrupa ve Atlantik emperyalizmleri kendi aralarındaki rekabet düzeninde Türkiye’yi birbirlerine karşı kullanmaya çalışırlarken, aynı zamanda iki grubun batı bloku olarak Afrika’ya yöneldikleri aşamada doğu blokunun önde gelen emperyalist güçleri olan Çin, Rus ve Hint devletleri ile şirketlerine karşı, öne çıkan cephelerde geçmişten gelen batı hegemonyasının yeni bekçisi olmasını istemektedirler. Türkiye’nin kendi hegemonya planlarını engelleyen batılı emperyalistler hiç utanmadan kendi hegemonyaları için Türkiye’yi bölge ülkesi olarak bir saha taşeronu konumuna getirmeye çalışmaktadırlar.

Türkiye’nin bir büyük bölge ülkesi olarak düzenlemiş bulunduğu Afrika zirvesi toplantısında, insan odaklı kalkınma kavramına geniş yer verilmiştir. Ekonomi, sağlık, eğitim, bilim, teknoloji, turizm, çevre ve kültür gibi ana alanlarda işbirliği ve dayanışma çalışmalarını daha düzenli bir biçimde sürdürülmesi, kongre kararlarında açıkça belirtilerek, emperyalist devletlerin dışarıdan dayattıkları manipülasyonlara açık kapı bırakılmamıştır. Avrupa Birliğinin Amerika Birleşik Devletlerine benzer bir biçimde kıtasal federasyona yönelmesi gibi bir benzeri kıtasal federasyonu da, Afrika devletleri Afrika Birliği Kongresi çatısı altında aramaktadırlar. Zenci nüfusun çok olduğu Afrika ülkelerinin tek bir Afrika ulusu ya da devleti olmak istemesi, yüzyıllar süren emperyalist çekişmeler yüzünden sürekli olarak ertelenmiştir. İstanbul’da yapılan son zirve toplantısında Afrikalı temsilciler batı blokunun emperyalizmine karşı, Asya ülkeleriyle bir araya gelerek eskiden olduğu gibi yeni bir Asya-Afrika dayanışma düzeni oluşturmalarının zorunlu olduğunu her fırsatta gündeme getirmişlerdir. Obama Afrika’nın maden zenginliklerinin Şangay örgütünün eline geçmemesi gerektiğini söylerken, Afrika ülkelerini gene eskisi gibi batı merkezli sömürgeci bir geleceğe mahkûm edebilmenin yollarını arıyordu. Avrupa basını, Afrika zirvesini bu kıtadaki Türk atılımı olarak açıklarken, Amerikan basını da Türkiye ile Afrika arasında yeni bir savunma birliğinin doğulu emperyalistlere karşı örgütlendiğini öne sürmüştür. Etiyopya, Çad, Orta Afrika gibi kıtanın ortasındaki alanlarda iç savaşlar devam ederken, batılı basın-yayın organlarının Türkiye’yi bölgenin yeni koruyucusu olarak ilan etmeleri de, batının önde gelen güçlerinin Afrika kıtasını doğunun yeni emperyalistlerine bırakmayacağını ve Türkiye gibi eski bir müttefik bölge ülkesinin bölgedeki çatışma alanlarında uzaktan kumandalı taşeron devlet konumuna getirilmeye çalışıldığı görülmektedir. Son dönemde Türkiye bir merkezi alan ülkesi olarak kuzey Afrika ile Orta doğu ve Orta Asya arasında köprü konumuna gelirken, batılı emperyalist güçlerin Afrika kıtasındaki çıkarlarının bekçisi olmamalıdır. Türkiye tarihsel birikim açısından konuya baktığı zaman, emperyalist ülkelerin çıkarları ile karşı karşıya ama Asya ve Afrika ülkelerinin çıkarları ile de bir mazlum ülke olarak yan yana olduğunu hiçbir zaman unutmamak durumundadır. Türkiye Afrika yollarına doğru açılırken, kendisini orta dünyada bekleyen Balkanlar, Kafkaslar, Akdeniz ve Karadeniz bölgelerinde var olan çıkarlarını unutmamalı, hiçbir zaman bunlara ters düşmemelidir.