Twitter
Visit Us
YOUTUBE
YOUTUBE
LINKEDIN
Share

“İnsanı, insana, insanla, insanca anlatma sanatı.” Bu sözü duyumsadığımız anda sözün alt metni epeyce kuvvetli olsa dahi, birincil olarak akla gelen yegâne olgunun insan olduğu bahsinde hemfikiriz. Tiyatro dediğiniz noktada etrafınızda bulunan insanlardan, hayatlarının herhangi bir safhasında sahneye çıktığını duymanız çok da zor olmayacaktır. Peki, tiyatroyu bu denli cazibeli kılan; üzerinden çokça süre geçse de, kısacık bir sahne tecrübesini dahi insan dağarcığına ilk günkü tazeliğini koruyacak şekilde kazıyan olgu nedir? Tiyatro ve insan, nasıl böylesine yekvücut hâle gelebilir? Bunları irdelemeden önce fazlaca yöntem ayrıntısına girmeden temel bir soruyla; “tiyatro nedir”e bakmakta fayda var.

Evvela temel ilkeleri açısından ele alındığında tiyatroyu bir bilim olarak nitelendirebiliriz. Bir olguya bilim diyebilmemiz içinse tekrarlanabilir ve gözlemlenebilir olması gerekir. Bu vakıaları göz önünde bulundurduğumuz vakit, oyuna kendi benliğimizi katıp, oyundan bizim diye bahsediyorsak sahneye konulan her şeyin sorumluluğunu üstlenmek durumundayız. Dümende var olmamız hasebiyle, oyun sonrası fuayede ”neden oyunda gerilimi had safhada tuttunuz” veya “bu sahnedeki koreografinin içeriği oyunla hangi noktada bağdaşıyor” gibi soruları, sebep-sonuç ilişkisi içerisinde bilimsel bir tavırla ele almamız gerekir. Ezcümle sahneden uzanıp, seyircinin tenine temas eden her olguyu, akılcı ve ikna edici bir yöntemle açıklamaya mazhar olmak zorundayız. İşte bu noktada tiyatrocunun yetkinliği ve birikimi devreye giriyor. Çok yetenekli olabilirsiniz. Seyirci tarafından dakikalarca ayakta alkışlanıp, kendinizi ummadığınız mevkilerde bulabilirsiniz. Bütün bunlar sizi sadece iyi bir oyuncu yapar.

“Tiyatrocu” kavramından söz edecek olursak; bir kavanoz bal için milyonlarca çiçekten faydalanan bal arıları metaforunu kullanmak, abesle iştigal etmek olmayacaktır. Her şeyden önce tiyatrocunun asli görevi, dilimizin inceliklerine hâkim olacak vaziyette, Türkçeyi güzel kullanmaktan geçer. Tiyatro sanatçısı, devingen bir organizma olan tiyatronun içinde bulunmak suretiyle, sürekli kendini geliştirmesi gerektiğinin bilincinde olacak vaziyette; sahnede onlarca –ses, jest, mimik, sahne duruşu, ezber, partner uyumu, seyirci vs.- bileşeni yerinde ve zamanında kullanmak mecburiyetindedir. Ancak bir öncelik sıralaması yaparsak; bileşenlerin, dilimizin kurallarını gözeterek, ağzımızdan dökülen kelimeleri düzgün ve akıcı bir vaziyette seyirciye ulaştırmak temelinde yükselmesi daha akılcı olacaktır. Hülasa tiyatro, asırlardır süregelen, insanlar arasındaki en etkili iletişim yöntemlerden biridir. İletişimden bahsederken dilin ne denli hayati olduğu su götürmez bir gerçektir.

Dilin dünyayı algılama biçimimizden, hayattaki seçimlerimize kadar olan etkisi yıllardır araştırma konusudur. Tiyatro da dilin etkili kullanımını katarak, kitabın ortasından konuşmak yeteneğiyle karşımıza çıkıyor. Söz gelimi Pinochet dönemini saatlerce dağdağalı şekilde anlatmak yerine, bunu bir tiyatro oyunuyla yansıtarak katbekat fazla etki yaratmanız mümkündür. Tiyatro, farklı disiplinleri her biri özgül ağırlıklarını koruyacak biçimde bir araya getirerek, sanatta simyacı görevini üstlenir. Antonin Artaud “Tiyatronun ilkesiyle simyanınki arasında gizemli bir öz benzerliği vardır,” diyerek tiyatronun olayları ele akış biçimine vurgu yapmaktan geri kalmamıştır. Ancak hayati olanın, bu etkiyi yaratırken hangi yöntemlere başvurduğumuz noktasında düğümlendiğini söyleyebiliriz.  Bu vakıayı göz önünde bulundurup şu soruyu sorabiliriz: Tiyatronun görevi nedir? Soruyu biraz dönüştürelim. Tiyatronun görevi ne olmalıdır? Ya da tiyatronun bir görevi var mıdır?

Bu soruların zihnimizi meşgul ettiği sırada, görevi olduğunu varsayıp Aristo’nun “Poetika”sına da atıfta bulunarak, öncelikle seyirciyi ikna etmesi gerektiğinden bahsedebiliriz. F. Garcia Lorca şöyle der: “Tiyatro kendini halka kabul ettirmelidir, halk kendini tiyatroya değil.” Peki, bunu hangi biçimde başaracaktır? Tiyatro, görece haklı gördüğü taraftan yana mı tavır sergilemelidir, yoksa var olmuş olanı – olduğu gibi- şu anda var olana –hic et nunc- dönüştürmek mi denkleminde, kendimi ikinci kısımda konumlandırmayı daha değerli bulmuşumdur. İçinde bulunmaktan büyük keyif aldığım Ariel Dorfmann’ın “Kayıplar” adlı oyununu sahneleme fikrinde beni en çok etkileyen husus tam manasıyla burayı işaret ediyor. Pinochet döneminde geçen oyun, askerler ve bölgede yaşayan kadınlar arasında vuku bulan, kimi zaman hayatta kimi zamansa ayakta kalma mücadelesini konu alıyor. Yazar, uyguladığı takdirde pekâlâ kabul görecek olmasına karşın, bir tarafa yatkınlık göstermek yerine, olanı aktarmaya odaklanıyor. Hayatta siyah ve beyazın olmadığını, hepimizin grinin birer tonları olduğumuzu vurgulaması açısından çok kıymetli bir eser olup, son kararı seyirciye bırakıyor. Ve böylece oyun, seyirciye karşı varoluş mücadelesini kazanma fırsatı yakalıyor.

Sanat tarihine göz gezdirdiğimiz vakit; sanat her ne kadar ağır baskı ve acıyla bezeli dönemlerde doğurganlık gösterse de, sanatın nefesi özgür düşünce kokar. Bu genel kavramı temellendiren başlıca etken ise sorgulayıcı ve eleştirel yaklaşımdır. Daha iyisine varış her zaman mümkün müdür? Sanatta yüzyıllardır kabul ettiğimiz kavramlar doğrulanabilir mi? Bilvesile yıllardır süregelen sanatın ve sanatçının muhalif tavır sergilemesi hususundaki görüş ayrılıklarına değinmekte fayda var. Evvela sanatçı kendisini muhalif olmak zorunda hissediyorsa işe kendisinden başlamalıdır. Duru olan gerçek şudur ki; sanatçının sorgulayıcı tavrını –ilk sıraya kendisini koyarak- muhafaza etmesi gerekir. İşte o zaman yaratıcı içe doğuştan bahsedebiliriz.

Yaratıcı düşünceyi besleyen en önemli etkenlerin başında rekabetin geldiğini söylemek hiç de zor olmamakla birlikte, hayatımızın herhangi bir noktasında tekelleşme söz konusu olduğu vakit, o çerçevede büyük gelişmeler beklemek safsatadan öteye geçemeyecektir. Kitabın ortasından bir örnekle savımızı desteklemek için Türk televizyon tarihine bir göz atalım. Kurulduğu 1964 yılından 90’lı yılların başına kadar geçen süre zarfında, hayatımızda yer eden yegâne televizyon kanalı Türkiye Radyo ve Televizyon Kurumu (TRT) idi. Sezar’ın hakkını teslim etmek adına; dönemi içerisinde değerlendirildiğinde, kaliteli ve güzelduyu kaygısı taşıyan yapıtlar ortaya çıkarmış olduğunu hatırlatmakta fayda var. Devam eden süreçte, ülkemizin ilk özel televizyon kanalı olarak yayın hayatına 1990 yılında başlayan Star TV, sektörde yepyeni bir çağın habercisi olacaktı. Nitekim TRT de bu dönemden “TRT’nin 1990 yılına kadar süren televizyon üzerindeki tekelini ortadan kaldırmış oldu” şeklinde bahsedecekti.

Önceleri televizyon kanalları, günümüzde hâlâ geçerliliğini koruyan, başarılı modelleri örnek alma yoluyla –Instagram-Snapchat örneği- ilerlemiş olsa da; zamanla yeni kanallar ve kafalarla birlikte kimi zaman izlenme kimi zamansa daha iyisini yapma kaygısıyla özgün fikirler ortaya çıkarmaya başladı. Ve kafamızı kaldırıp günümüze baktığımızda, dünyanın 142 ülkesinde yayımlanan Türk dizi filmleri, en son 2016 yılında 350 milyon dolarlık ihracatla sektörde Amerika’nın ardından 2. sırada yer bulmaktadır. Peki, bu nasıl gerçekleşebildi? Çekilen dizi filmlerin tamamı çok kaliteli olduğu için mi? Elbette ki hayır. Günümüzdeki yapıtlarda, izlenme kaygısının güzelduyu kaygısından katbekat ağır bastığını hatta bu görece düşük kaliteli yapımların sektörün çoğunluğunu teşkil ettiğini söylemek güç olmayacaktır. Ancak tüm bunları yaparken bugünkü başarıya giden yolun kilit taşlarını dizmek üzere bir ekosistem yaratıp, ilaveten işin mutfağında ve her safhasında sorunlarla göz göze olan tecrübeli elemanlar yetiştirmiş oluyorsunuz. O yetişmiş elemanlar, özgün fikirlerle kaliteyi belirli ölçekte buluşturarak, bizlere sektörde gözümüzü zirveye dikme fırsatı veriyor. TRT’ye dönecek olursak, gelişen rekabet koşullarında kurum, pasta payı –özellikle görünürlük- bakımından gözle görülür şekilde küçülmüş olup, dönemsel ve yapısal sıkıntılar yaşamakta olsa da; televizyonculuk konusunda sunuculuk başta olmak üzere, sektörde güçlü kökleri ve hafızası olan bir akademiye dönüşmüş durumdadır. TRT, ilk özel televizyon kanalı Star TV ve sunuculuk üçgenini oluşturan çok değerli sunucumuz Gülgün Feyman’dan bahsetmekte fayda var. Kendisi bilindiği üzere Star TV’ de yayınlanan ilk haber bültenini sunan, TRT kökenli bir sanatçımızdır. Televizyon dünyasında gerçekleştirdiğimiz bu başarıyı, bir modelleme vasıtasıyla hayatın pek çok alanında uygulamak mümkün. Peki, Abdi Efendiler, Kel Hasanlar, İsmail Dümbüllü’lerden süregelen Türk tiyatrosu kapsamında, böylesine teknik altyapıya ve yetişmiş elemana karşın, neden özel sektörü daha fazla dâhil etmekte tedirginlik yaşıyoruz?

Günümüz şartlarında 70 salon ve sadece yurt içi turne masrafları için milyonlar ayırabilen ülkemizin ulu çınarı Devlet Tiyatroları (DT) ile sahip olduğu imkânlar noktasında kıyaslanabilecek herhangi bir özel tiyatromuz bulunamamaktadır. Ve bu durumda maalesef rekabete dayalı gelişmeden bahsedebilmek hayalden öteye geçemeyecektir. DT, başta bürokrasi olmak üzere; gerek mevcut çalışan sayısı ve bütçesi gerekse hükmetmesi gereken bileşkeler göz önünde bulundurulduğunda epeyce hantal bir yapıya sahiptir. Bu yapıdan ötürü özgün bir fikirle üslerinizin karşısına çıktığınızda, yukarıdaki ve başka birçok sebepten ötürü kabul ettirmeniz kolay olmuyor. Nepotizm de cabası. Peki, artık bu durumu değiştirmenin zamanı gelmedi mi? Kurtuluş Savaşı’nın sürdüğü 1922 yılında müzeler hakkında genelge yayımlatacak kadar sanat sevdalısı ve kültür elçisi olan Ulu Önder Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün “En büyük eserim” diye bahsettiği Cumhuriyet, sanata ve sanatçıya hak ettiği ehemmiyeti göstermiş, tiyatro da bundan nasibini almıştır. Genç Cumhuriyet, kıt kaynaklara rağmen ‘şehrin ocakbaşı’na hâlâ nefes vermekte olan sayısız üstat yetiştirmiştir. Ülkemizin en değerli hazinelerinden biri olan kurumun, DT hafızasını muhafaza edecek şekilde, yönlendirici ve ufuk açıcı bir akademiye dönüşmesine neden müsaade etmiyoruz? Bu devasa bütçeleri adil bir düzenle özel tiyatrolara aktararak özgün ve deneysel fikirlerin yeşermesine vesile olursak asimetrik bir büyüme sağlayabiliriz. Tiyatronun hayatınıza dokunmasına izin verin, o nasılsa sizi bulur.

 Türkçe metin kapsamında çok kuvvetli değilsek de, gerek teknik gerekse oyunculuk bakımından dünya ile yarışabilecek değerleri barındıran bir ekosisteme hâlihazırda sahibiz. Fikir teatisinde bulunarak tiyatroda da gözümüzü zirveye dikip; tiyatronun hem kültür ihracı boyutunda hem de ekonomik olarak ülkemize katbekat fayda sağlayacağı günlere daha da yaklaşmış olmanın umudu içerisindeyim. Her söz bir sonrakinin yolunu açar. Bu konuya bir şerh düşmemizin ardından söylenecek çok söz olsa da yazımı R. Marie Rilke’nin sözleriyle sonlandırmak istiyorum:

“Arzu et değişimi. Ah hayranlık duy aleve karşı, parlayarak şekil değiştirir ele geçiremediğin şey onun içinde; o tasarlayan zekâ, düzenleyen dünyevi olanı, sever o varlığın hareketinde, her şeyden çok o değişimin başladığı ânı. Kalıcı olanda kendini kapatan, artık donmuş olandır; göze çarpmayan grinin korumacılığında kendini güvende mi sanır? Bekle en sert olan uzaktan sert olanı uyarır. Heyhat: Olmayan bir çekiç vurmaya hazırlanır.”