Twitter
Visit Us
YOUTUBE
YOUTUBE
LINKEDIN
Share

UKRAYNA SAVAŞI’NIN GÖLGESİNDE NÜKLEER RESTLEŞME

Yazar: Dr. Ali Rıza KUĞU

Şubat 2022’de patlak veren Ukrayna Savaşı, iki komşu arasındaki konvansiyonel bir çatışmanın ötesinde, Rusya ve Batı’nın nükleer kılıçları çektiği karşılıklı bir meydan okumaya dönüştü. Dünya kamuoyu olayı Rusya’nın blöfüne Batı’nın aynı lakaytlıkla karşılık vermesi olarak gördüğünden olsa gerek, bu nükleer restleşme pek ciddiye alınmadı. Oysa bırakın bizzat kullanılmasını, nükleer silahların kullanılma tehdidi bile tüm insanlığın uykularını kaçırmalıdır. Ukrayna Savaşı sayesinde yeniden gündem olan nükleer kâbus, politikacılar, bilim insanları ve askerler tarafından enine boyuna çalışılması gereken bir konudur. Bu işin ihmale gelir tarafı yoktur.

NÜKLEER GÜÇ 2. DÜNYA SAVAŞI’NDAN İTİBAREN ÖNLENEMEZ BİR YÜKSELİŞE GEÇTİ

A.B.D.’nin 2. Dünya Savaşı devam ederken, Almanya’dan kaçan bilim adamlarının katkısıyla gizli olarak yürüttüğü nükleer çalışmalar (Manhattan Projesi), Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan atom bombaları nedeniyle savaşın sona ermesine katkı sağladı.

Atom bombasının yarattığı şok etkisi ve yıkım gücü, insanlarda olduğu gibi devletlerin karar mekanizmalarında da köklü değişim ve dehşete yol açtı. Nükleer güç uluslararası ilişkilerin temel modalitelerini değiştirmekle kalmayıp, askeri planlama disiplinine yepyeni parametre ve ilkeler ekledi.

Görüntüde ilk atom bombaları Almanların en önemli müttefiki Japonya’yı saf dışı etmeyi amaçladı. Ancak savaşın sonuna doğru A.B.D. ile Sovyetler Birliği arasındaki nüfuz rekabeti iyice açığa çıktığından, Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan bombaların Japonya’dan ziyade Sovyetlere güçlü bir mesaj verme amacı taşıdığı çok açıktır. Kaldı ki Sovyetler de nükleer yarışa katılmakta çok fazla geç kalmayacaklardı.

Nitekim Sovyetlerin ilk nükleer denemelerini 1949 yılında başarıyla gerçekleştirmelerinden sonra, nükleer strateji sahası Amerikalıların tek başlarına at oynattıkları bir alan olmaktan çıktı. Nükleere sahip olmanın dayanılmaz hafifliği yerini daha temkinli bir havaya bıraktı. Ağırlıkla nükleer silahların kontrolü suretiyle bir güç dengesi oluşturmak ve askeri hedeflere yönelik taktik nükleer silahları ön plana çıkarmak şeklinde bir anlayış oluştu.

Nükleer teknolojideki gelişmeler yeni bir nükleer diplomasi çağını da başlatmıştır. Nükleer diplomasi hamlesi olarak, 1948-1949 Berlin Ablukası ve Kore Savaşı’nda A.B.D. nükleer yetenekli B-29 bombardıman uçaklarının bölgeye gönderilmesi ve Küba’ya Sovyet füzeleri yerleştirilmesi olayında görüleceği üzere, nükleer silahlar caydırma ve tehdit maksatlı olarak öne sürülecektir.

Hiç şüphesiz, Soğuk Savaş döneminde Doğu ve Batı blokları arasında geniş çaplı bir savaşı önleyen etkenlerden biri de nükleer denge idi. Ancak A.B.D. bir taraftan nükleer dengeyi korurken, diğer yandan 80’lerde hayata geçirdiği Stratejik Savunma Girişimi (SDI) hamlesiyle S.S.C.B.’yi ağır bir ekonomik ve teknolojik darbe ile çökertme stratejisi izleyecekti.

NÜKLEER STRATEJİ SÜREKLİ DEĞİŞİMLERE UĞRADI

Nükleer çağın başlangıcında nükleer saldırıda askeri kuvvetlerden ziyade hasım ülkenin sosyo-ekonomik gücünü çökertme hedef alındığından, büyük şehirler ve endüstriyel altyapı bombalandı. Rakip ülkenin üretim yeteneğini yok etmek için fabrikalar kadar, o fabrikaları çalıştıran işçi mahalleleri de hedef olarak düşünüldü. A.B.D.’li General Le MAY 1950’lerde nükleer silahların sanayi ve yerleşimin yan yana olduğu hedeflere yöneltilmesi fikrini ortaya attı. Böylece hasmın hem endüstriyel altyapısı hem de işgücüne zarar verilecekti. Bu yaklaşıma hiç çekinmeden “ikramiye yıkım (bonus damage)” adını verdiler.

Böylece ilk dönem nükleer planlamalarda mümkün olduğunca fazla sayıda insan öldürme gibi insanlık dışı bir amacın gözetildiğini söylemek mümkündür. A.B.D.li yetkililerin bu dönemdeki yaklaşımı “ya tek bir dünya ya da hiç” şeklindeydi.

Bilim dünyasında ilk nükleer bombanın babası olarak anılan Robert OPPENHEİMER, “Atom bombası bir saldırı, baskın ve terör silahıdır.”[1] demişti. Burada kastedilen, bir nükleer savaşta ilk darbeyi vuranın savaşı kazanacağı varsayımıdır. Bir başka deyişle nükleer silah, savaşın daha ilk gününde büyük bir zafer elde etmek isteyen güç sarhoşu egoistlerin elinde bir yok etme/yok olma aracıdır.

Başlangıçta nükleer silahların atma vasıtaları olarak uçaklar düşünülmüştü. Ancak uçaksavar savunma teknolojilerindeki gelişmeler atma vasıtası arayışında kıtalararası balistik füzeleri ön plana çıkardı. Ne de olsa füzesavar savunması uçaksavar savunmasına göre daha zor bir alan olduğundan, nükleer başlığı güvenle hedef bölgesine ulaştırmak füzeyle daha olasıydı.

Zamanla nükleer düşünce radikal şekilde değişmeye başladı. 20. yüzyıl askeri düşünürlerinden Liddell HART, nükleer güce sahip bir saldırganın sonradan ihtiyaç duyacağı sanayi tesisleri, altyapı ve şehirleri hedef almasının mantıksız olacağını; bu yüzden savaşlarda nükleer silahların sınırlı kullanımı ve hatta nükleerden kaçınmanın daha mantıklı olduğunu savundu, çünkü nükleer silahı ilk kullanan taraf, aynen veya misliyle karşılık görme riskiyle karşı karşıya kalacaktı.

Nükleer strateji konusunda uzman isimlerden Bernard BRODİE ise nükleer vasıtaların bir baskın değil, caydırma silahı olduğunu savundu. Daha somut bir ifadeyle, amaç savaşı kazanmak değil, savaşı önlemekti.[2] Bu anlayış doğrultusunda nükleer hedefler şehirlerden stratejik askeri ve ekonomik hedeflere doğru kaydırıldı. Böylece doğru hedeflerin tespiti için etkili bir istihbarata ve hedef tespit teknolojilerine olan ihtiyaç arttı. Brodie’nin öne sürdüğü gibi, A.B.D.’nin ilk termonükleer (hidrojen) bombasını 1952’de, Sovyetlerin ise hemen akabinde 1953’de yapmasından sonra, kitle imha silahlarında zarar verme yerine caydırma amacı öne çıktı.

A.B.D. Ulusal Güvenlik Konseyi’nin NSC 162/2 kararıyla, Başkan Eisenhower 1953’de “topyekûn mukabele” stratejisini öne sürdü. Başkan ve destekçilerinin “Yeni Bakış (New Look)” adını verdikleri siyasal doktrine göre, nükleer güce sahip bir saldırgan Amerika’nın topyekûn karşılık vereceğini bilirse bu niyetinden vazgeçerdi. Yönetimin şahinlerinden Dışişleri Bakanı John F. DULLES, nükleer silahların kullanımında her türlü sınırlamaya karşı tutumuyla biliniyordu. Nitekim bu dönemde NATO da A.B.D.’nin etkisiyle topyekûn mukabele stratejisini benimsemişti. Bu misliyle karşılık verme anlayışı caydırma amacına yönelikti.

Ancak topyekûn mukabelenin önlenemez bir nükleer tırmanmaya yol açacağı baştan biliniyordu. Aslında 1950’de yürürlüğe giren NSC 68 ile “esnek mukabele” kavramlaşmaya bile başlamıştı. Bu kapsamda zaman içinde nükleer arsenale olan güven görece azalırken, konvansiyonel silahlanma yarışı hızlanarak devam edecekti.

Amerika’nın Soğuk Savaş dönemi nükleer stratejisinde söz sahibi olan politik bilimci Albert WOHLSETTER, nükleer dengenin sanıldığı kadar istikrarlı değil oldukça nazik olduğunu, bu yüzden nükleer güçlerin aynı şişe içine konmuş akreplere benzediğini ve birlikte yaşamak için birbirlerini sokmamaları gerektiğini söylemiştir.[3] Bu söylemin arka planı diyebileceğimiz “ilk vuruş-ikinci vuruş” ikilemi, nükleer stratejide caydırıcılık ve istikrarın ikinci vuruş gücüne sahip olmaya bağlı olduğunu vurgular. Yani ilk vuruşta karşılık verme yeteneğini kaybeden nükleer güç, caydırıcılığını da kaybedecektir.

NÜKLEER SİLAHLARIN KONTROLÜ İÇİN YOĞUN UĞRAŞ VERİLDİ

Soğuk Savaş döneminde nükleer alandaki silahlanma yarışı insanlığı kaçınılmaz bir felakete doğru sürüklemekteydi. Her iki bloktaki bazı akıl ve sağduyu sahibi insanlar, nükleer silahlanma alanındaki tehlikeli gidişatı durdurmak için arayışlara başladılar. Bu değerli çabalar sonucunda 1968 yılında Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Anlaşması (NPT) imzalandı.

Adı üzerinde; nükleer silahların yayılmasını önleme yanında, nükleer enerjinin barışçıl kullanımı ve nihayetinde nükleer silahların yasaklanmasını hedefleyen bu anlaşma, 1970’de yürürlüğe girip 1995’de süresiz olarak uzatıldı. Anlaşmanın önemi nükleer silaha sahip olan ve olmayan ülkeleri bir amaç için birleştirmesinden kaynaklanır. İmzacı ülke sayısı 190 kadardır.

Anlaşmanın yüzde yüz başarılı olduğunu söylemek güçtür. Zira üç ülke başlangıçtan itibaren anlaşmayı imzalamaya yanaşmamıştır. Bunlar Hindistan, Pakistan ve İsrail’dir ki, bu gün -İsrail resmen açıklamasa bile- üçünün de nükleer silaha sahip olduğunu görüyoruz. 2003 yılında anlaşmadan çekilen Kuzey Kore’nin nükleer deneme yaptığını, İran’ın ise nükleer teknoloji kazanma çabalarını sürdürdüğünü biliyoruz. Dolayısıyla uluslararası toplumun tepki ve yaptırımları bir yere kadar etkili olabiliyor.

NPT’nin hemen ardından 1969 yılında, Stratejik Silahların Sınırlandırılmaları Görüşmeleri (SALT) başladı, çünkü A.B.D. ve Sovyet yetkilileri sadece nükleer silahların yayılmasını önlemenin yeterli olmayacağını fark etmişler ve nükleer silah taşıyan saldırı ve savunma füze sistemlerinin de kontrol altına alınması gereğine inanmışlardı. Üç yıl süren görüşmeler sonunda 1972’de imzalanan ABM (Anti-Balistik Füze) Anlaşması, buna ek geçici bir anlaşma ve protokolün imzalanmasıyla, Yumuşama (Detant) süreci ilk meyvesini vermiş oldu. Böylece her iki tarafın kıtalararası balistik füzeler ile denizaltıdan atılan füze sistemlerine sınırlama getirildi.

Sınırlamaları daha da artıran SALT 2 ise 1979 yılında Carter ve Brejnev arasında imzalanmış ve anlaşma ile stratejik nükleer fırlatma sistemlerinin sayısal tavanları net olarak belirlenmiştir. Böylece nükleer başlık atma vasıtaları sınırlandırılarak A.B.D. ve S.S.C.B. arasında nükleer dengenin korunmasına çalışılmıştır.

Ancak SALT 2 Anlaşması Sovyetlerin Afganistan’ı işgali gerekçesiyle A.B.D. Kongresi’nden geçmeyince, Stratejik Silahların Azaltılması Anlaşması (START) görüşmeleri başlatılarak Gorbaçov ve George BUSH tarafından Temmuz 1991’de imzalandı.  Bu anlaşmayla ilk kez uzun menzilli nükleer silahlarda indirime gidilmiştir. İndirim yüzdelerine bakıldığında Sovyetlerin daha fazla indirim taahhüt ettiği görülmektedir ki, zaten aynı yılın sonunda da Sovyetler Birliği fiilen dağılacaktı.

START Antlaşması A.B.D. ve S.S.C.B.’ye nükleer savaş başlıklarını taşıyabilecek nitelikteki füzeler ve denizaltılar için 1.600 tavanını getirdi. Ayrıca iki tarafın 6.000’er adet savaş başlığına sahip olabileceği konusunda mutabık kalındı.

S.S.C.B.’nin dağılması sonrasında, ellerinde nükleer silah bulunan eski Sovyet cumhuriyetlerinden Rusya, Ukrayna, Belarus ve Kazakistan, 23 Mayıs 1992 tarihinde A.B.D. ile Lizbon Protokolü’nü imzalayarak START Anlaşması’nın tarafı oldular. Bunlardan Ukrayna, Belarus ve Kazakistan en kısa sürede ellerindeki silahları Rusya’ya devrederek ülkelerinin nükleer silahlardan arındırılmasını kabul ettiler. Ancak Ukrayna’nın START Anlaşması ve Lizbon Protokolünü biraz ayak sürüyerek 18 Mayıs 1993’de şartlı olarak onayladığını belirtelim.

Amerikalı siyaset bilimci John MEARSHEİMER, o tarihlerde Ukrayna’nın Sovyetlerden kalan nükleer silahlardan feragat etmesinin stratejik bir hata olacağını iddia etmişti. Rusya’nın Ukrayna’ya saldırmasıyla Mearsheimer’ın kehaneti doğru çıktı. Ukrayna’nın elinde nükleer silah olsaydı, belki de Rusya Ukrayna’ya saldıramazdı; ama Ukrayna bu silahları uygun şekilde muhafaza ve idame ettirebilir miydi, bilemiyoruz.

Sürecin devamında START 2 Anlaşması Bush ve Yeltsin tarafından 3 Ocak 1993 tarihinde Moskova’da imzalandı. Buna göre iki ülke 1 Ocak 2003’e kadar ellerindeki nükleer başlık ve bomba sayısını 3000-3500 arasında bir rakama indiriyorlar ve bunların ne kadarının füzelere, ne kadarının denizaltılara ve ne kadarının uçaklara monte edileceği belirleniyordu. START 2’nin imzalanması ile nükleer füze başlıklarının sayısında neredeyse yarı oranında bir indirime gidiliyordu. Anlaşmanın en önemli yanlarından birisi de her iki ülkenin karada konuşlu ve birden çok değişik hedefe yöneltilebilen çok başlığa sahip kıtalararası balistik füzelerinin tamamını aynı süre içinde ortadan kaldırmayı taahhüt etmesiydi.

Bu sefer A.B.D. Kongresi START 2’yi onaylamasına rağmen, Rusya tarafından uzun süre ses çıkmamıştır. Nihayet iktidarı yeni devralan Putin’in çağrısı üzerine 14 Nisan 2000’de, yıllardır bekleyen START 2 Anlaşması Rusya Parlamentosu’nun alt kanadı Duma’da onaylanabildi. Burada Putin’in uzlaşmacı tavrı ve hakkını teslim etmek gerekiyor. Ancak aynı Putin oylama sonrası yaptığı konuşmada, A.B.D.’nin Anti-Balistik Füze Anlaşması’nı (ABM) bozmaması, aksi halde Rusya’nın START 2 dâhil nükleer silahsızlanmayla ilgili tüm anlaşmalardan çekileceği ve nükleer caydırıcılık politikasına geri döneceği uyarısında bulunmuştu.

 Nitekim A.B.D.’nin bu uyarıyı dikkate almayarak 14 Haziran 2002’de ABM Anlaşması’ndan resmen çekilmesinin ertesi günü, Rusya da START 2’nin artık kendilerini bağlamadığını ilan etti. Tarafsız bakmak gerekirse, Rusya’nın bu tutumu anlaşılabilir bir durumdur.

Ancak bu karşılıklı restleşme bir noktada yumuşadı ve Obama ile Medvedev 2010 yılında Prag’da START’ı yenileyen bir anlaşma imzaladılar. On yıl süreli anlaşmaya göre, her iki ülke 7 yıl içinde nükleer başlıklarının üçte birini, nükleer başlık taşıyan füzelerinin de yarısını ortadan kaldıracaklardı. Bu haliyle yeni START en geniş kapsamlı ve en büyük indirim öngören nükleer silahsızlanma anlaşması idi. İki ülke Dışişleri Bakanlarının 5 Şubat 2011’de onay belgelerini Münih Güvenlik Konferansı’nda teati etmeleriyle, yeni START Anlaşması yürürlüğe girmiştir.

On yıl için yürürlüğe giren yeni START anlaşmasının kapsamının genişletilmesi 2021’de kabul edilmişti. Ancak Ukrayna Savaşı’nın patlak vermesiyle bu olasılık maalesef ortadan kalktı.

Bu arada nükleer silahların tamamen ortadan kaldırılmasını öngören Nükleer Silahların Yasaklanması Anlaşması (TPNW) ise 2017’de imzaya açılmış; başlangıçta 122 ülke böyle bir anlaşma lehinde görüş belirtmesine rağmen 59 ülke anlaşmayı imzalamış, bunlardan da sadece 10’u onaylamıştır. Dolayısıyla bu girişimden henüz somut bir sonuç alınamamıştır.

HALEN ÜLKELERİN ELİNDE ÇOK BÜYÜK MİKTARDA NÜKLEER YETENEK BULUNUYOR

Biden döneminin 2022 yılında yayımlanan ilk “Ulusal Savunma Strateji Belgesi”nde en temel öncelik Çin’i caydırmak iken, A.B.D.’nin 2030’larda ilk kez iki nükleer gücü eş zamanlı olarak caydırmakla karşı karşıya kalacağı öngörülüyor. Buradaki iki nükleer güç ifadesiyle Çin, Rusya ve Kuzey Kore gibi üç ülkeden ikisinin kastedildiği açıktır.

Özellikle Ukrayna’daki çatışma başladıktan sonrasında A.B.D.’nin çift yetenekli uçaklara B61 yerçekimi bombaları yerleştirmesi, denizaltıdan atılan D5 Trident balistik füzelere W76-2 nükleer başlık konuşlandırması dikkat çekicidir. Öte yandan İngiltere’nin “Integrated Review” çerçevesinde nükleer stoğunu yüzde 40 artırma kararını da göz ardı etmemek gerekiyor.

NATO’nun 2022 yılında kabul edilen yeni Stratejik Konsepti nükleer konusunda ağırlıklı bir belge niteliğinde değildir. Konvansiyonel ve nükleer yeteneklerden oluşan karma bir kuvvet yapısı öngörmektedir. Ancak Ukrayna Savaşının başlamasıyla birlikte NATO’da da nükleer güce vurgu anlamında bir değişiklik olduğu gözlemleniyor.

Gerasimov Doktrini olarak da bilinen ve 2010 tarihinde açıklanan Rus Askeri Doktrini, kendisine veya müttefiklerine karşı nükleer silah kullanılması halinde aynen karşılık vermeyi öngörüyor. Doktrin bunun yanında, Rusya Federasyonu’na konvansiyonel silahlarla yapılan bir saldırı ya da açık tehdit durumunda nükleer karşılık vermeyi de bir seçenek olarak muhafaza ediyor. “Silovik” denilen ve halen daha Soğuk Savaş kafasında yaşayan Sovyet tipi güvenlik eliti, nükleer silah tehdidi ve kullanılması konusunda oldukça şahin bir tavır sergiliyorlar.

Rusya’nın hâlihazırda tek başına 6 bin civarında nükleer başlığı bulunuyor. Batı Blokunda da 6 bine yakın nükleer başlık olduğu biliniyor. Bunun 5428’i A.B.D., 290’ı Fransa ve 225’i İngiltere’nin elindedir. Bunun dışında Çin’in 350, Hindistan’ın 160, Pakistan’ın 90 nükleer başlığı var.[4]

Rusya’nın atma vasıtalarının gücünü de iyi hesap etmek gerekiyor. Rusya’nın elinde bulunan RS 28 Sarmat 18 bin Km. menzillidir. RS 36 –ki eski modeldir- saatteki hızı 25 bin km’nin üzerindedir. Yine 2019’da üretilen hipersonik Avangard füzeleri 33 bin Km. menzile sahiptir. Savaş uçağına monte edilen hipersonik Kinzhal füzeleri ise saatte 14.700 Km. mesafe kat etmektedir.

Çin de nükleer yeteneklerini sürekli olarak geliştirme gayreti içindedir. Pekin yönetiminin 2020 sonlarına doğru nükleer savaş başlığı sayısını 1000’e çıkarmayı hedeflediği kaydediliyor. 12 yıl içinde savaş başlığı stoğu dört katına çıkacak ve böylece A.B.D. ve Rusya ile eşitlenecek.

Çin uranyum ithalatını gözle görülür şekilde katlamış ve nükleer yatırımlarını artırmıştır. Zenginleştirilmiş uranyum ithalatı ağırlıkla Rusya’dan yapılıyor. Changbiao adasında bulunan ve Çin’in 440 milyar dolarlık nükleer programının bir parçası olan CFR 600 nükleer reaktörü ile plütonyum geliştirebileceği konuşuluyor. Gansu eyaletinde de nükleer bir tesis inşa ediliyor. Çin’in 2017’den beri plütonyum stoklarını Uluslararası Enerji Ajansı’na bildirmediğini de kaydedelim.

UKRAYNA SAVAŞIYLA BİRLİKTE CİN ŞİŞEDEN ÇIKMIŞTIR

Rusya Devlet Başkanı Putin daha savaşın başında Mart 2022’de, orduya nükleer silahlar ve hipersonik füzeler gibi caydırıcı güçlerini özel savaş durumuna geçirme emri verdi. Bu emir nükleer kartın açıkça masaya sürülmesinden başka bir anlama gelmiyor.

Nükleer silah kullanma tehdidinin maksadı caydırıcılık ve zorlamaya yöneliktir. Yani buradaki maksat, bir şeyi yaptırmamak veya zorla yaptırmaktır. Caydırma amacıyla tehdit genelde sonuç almakla birlikte, zorlama yani bir şeyi yaptırma amacıyla silah kullanma tehdidini kullanmak pek başarılı değildir. Nitekim nükleer konularda önemli bir isim olan siyaset bilimci Robert JERVİS de nükleer silahların bir ülke topraklarını koruma amacıyla ya da başka bir ifadeyle saldırganı vazgeçirme amacıyla kullanıldığında etkili olabileceği görüşündedir.[5]

Putin sonraki açıklamalarında “Yolumuza kim çıkmaya çalışırsa çalışsın veya ülkemiz ve halkımız için kim tehditler yaratırsa, Rusya’nın yanıt vereceğini bilmeliler. Sonuçları tüm tarihinizde hiç görmediğiniz şekilde olacak.” diyor. Evet, büyük olasılıkla nükleer silahı kullanmayacak; ama itiraf etmeliyiz ki bu tehdidi kullanarak Batı’nın Ukrayna’ya bizzat asker göndermesini önledi. Batı’nın algısı da Putin’in blöf yaptığı yönünde olmasına rağmen, Batılı ülkeler Ukrayna’ya ekonomik yardım ve silah desteğinin ötesine geçemediler.

Putin, Aralık 2022’de nükleer savaş tehdidinin büyüdüğünü belirterek “Rusya ilk kullanmayacak, ilk kullanmayacaksa ikinci de olmayacak, çünkü nükleer silahın topraklarımıza yönelik kullanılması imkânları çok sınırlıdır. Stratejimiz saldırıya karşı yanıt verme etrafında kuruludur.” açıklamasını yaptı. Bu ifadeden Rusya’nın söyleminin tonunu biraz dengeleyerek, nükleer silahları savunma maksatlı kullanacağının işaretlerini verdiğini anlıyoruz.

Rusya bir kaç kez elindeki nükleer kartı gösterirken, Batılı yetkililerin de ondan aşağı kalmadığını belirtmek durumundayız. Örneğin, AB Dış İlişkiler ve Güvenlik Politikası Yüksek Temsilcisi Joseph BORRELL “Ukrayna’ya karşı herhangi bir saldırının bir yanıtı olacaktır. Nükleer bir yanıt olmayacak, ancak Rus ordusunun imha edileceği güçlü bir yanıtı olacak.” diyerek yangına ateşle gitmekten geri kalmamıştı. Hatta bazı Batılı kaynaklarca, Polonya-Ukrayna sınırında bir Rus taktik nükleer saldırısı ile başlayacak bir “nükleer kıyamet” senaryosu üzerinde çalışıldığı iddia edilmiştir.

Son olarak İngiltere Ukrayna’ya hibe ettiği Challenger tanklarıyla birlikte seyreltilmiş uranyum mühimmatı da göndereceğini açıkladı. Bunlar zırh delici mühimmat olsa da, sonuçta radyoaktif madde içeren mühimmattır. Putin İngiltere’nin bu açıklamasına “bunun bir karşılığının olacağı” yanıtını verdi.

NÜKLEER SİLAHLARIN KULLANILMASI İNSANLIK İÇİN EN BÜYÜK FELAKET OLACAKTIR.

6 ve 9 Ağustos 1945’de Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan atom bombaları iki şehri neredeyse dümdüz etmiş ve 220 binden fazla insanın yaşamını yitirmesine yol açmıştır. Bombaların patladığı noktaya 2 km. mesafede olan her şey açığa çıkan ısıdan dolayı hiçbir kalıntı bırakmadan buharlaşmıştır. Bazı Japon kaynakları sonradan yaşamını yitirenlerle birlikte toplam kaybın 500 bin civarında olduğunu kaydetmektedirler. Çernobil felaketi de insan ve çevre üzerinde radyoaktivitenin mahvedici gücünü ortaya seren en güncel deneyimlerin başında gelir.

Nükleer bir savaş milyonlarca insanın ölümü veya sakat kalması yanında tüm canlılarda zararlı mutasyonlara ve genetik bozukluklara yol açacaktır. Küresel anlamda üretimin belkemiği olan endüstriyel altyapı ve işgücüne onarılamaz zararlar verecektir.

Toprak ve su uzun seneler temizlenemeyecek ölçüde kirlenecektir. Yeryüzündeki patlamaların yol açtığı toz ve duman atmosferin üst katmanına ulaşarak “nükleer kış” denilen felakete neden olacaktır. Güneş ışınlarının yeryüzüne ulaşamaması nedeniyle iklim değişiklikleri ve dondurucu soğuklar yaşanacak, bitki örtüsünün fotosentez verimliliği düşecek ve atmosferde oksijen azalıp karbondioksit artacaktır.

Patlamalarda açığa çıkan ısı nedeniyle oluşan nitrojen oksit ozon tabakasına zarar verecek ve yeryüzü zararlı ışınlara maruz kalacaktır. Bazı canlı türlerinin belki de nesli tükenecektir. Toplumlarda birçok sosyo-ekonomik sorun ve kargaşalar meydana gelecek ve belki de ulus devletlerden çökenler olacaktır.

Bütün bu olumsuzlukları düşünmek bile korkutucudur. Ülkeler doğal afetlerle bile baş edemezken, kitle imha silahlarının pervasızca kullanımı insanlığın kıyameti olmaya adaydır.

NÜKLER SİLAHLARI ULUSLARASI POLİTİKANIN ARACI HALİNE GETİRMEK TEHLİKELİDİR.

Nükleer silahların varlığı, bir denge unsuru olmaktan tehdit unsuru olmaya doğru gitmektedir. Nükleer silah sahibi ülkeler bu yetenek ile kendilerine uluslararası ilişkiler alanında bir konfor alanı yaratmışlar ve bu alana başkalarını sokmak istememektedirler.

Ayrıca küresel güçlerin nükleer teknoloji araştırmaları konusunda bazı ülkelere sert bazılarına ise hoşgörülü davranmaları ayrımcılık oluşturmaktadır.

Halen devam eden Ukrayna Savaşı sürecinde yaşananlar, nükleer silahların kullanılması bir yana kullanma tehdidinin bile maalesef işe yaradığını göstermiştir. Dolayısıyla bu durum finansal ve teknolojik olanaklara sahip iddialı ülkeleri nükleer silahlara sahip olma yönünde motive edecektir.

Öte yandan nükleer enerjinin barışçıl amaçlarla kullanımını tamamen engelleme olanağı da yoktur. Zira bunu engellemeye çalışmak ülkelerin egemenlik hakları ve bağımsızlıklarına müdahale olarak algılanacaktır. Ancak nükleer yeteneğin sorumsuz ve anti-demokratik ellerde bulunması da insanlık için büyük bir risk teşkil edecektir. Sonuç olarak nükleer yetenek konusu kendi içinde paradokslar taşıyan, çok zor ve ciddi bir konudur.

İdeal olan dünyanın nükleer dâhil tüm kitle imha silahlarından arındırılmasıdır. Fakat gerçekçi olmak gerekirse, bu hedefe ulaşmak günümüz koşullarında olanaksız gözüküyor. Ama etkili ve adil bir kontrol mekanizmasını hayata geçirme ve en azından ciddi sınırlama önlemleri almanın tam zamanıdır.

“Silahla şaka olmaz, şeytan doldurur” derler. Nükleer silahla hiç şaka olmaz. Kullanılması bir yana kullanılma tehdidinin telaffuz edilmesi bile son derece tehlikelidir. Bizden söylemesi.

Referanslar

[1] Bkz. Robert Oppenheimer, “Atomic Weapons”, Proceedings of the American Philosophical Society, January 1946.

2 Bkz. Bernard Brodie (ed), “The Absolate Weapon”, Atomic Power and World Order, New York, Harcourt Brace, 1946.

3 Albert Wohlsetter, “The Delicate Balance of Terror”, Foreign Affairs, January 1959, ss.211-234.

4 Hans M. Cristensen and Matt Korda, Bulletin of Atomic Scientists, Taylor & Francis Online, 2022.

5 Bkz. Robert Jervis, The Illogic of American Nuclear Strategy, NY, Cornell Studies in Security Affairs, 1985; Robert Jervis, The Meaning of the Nuclear Revolution, NY, Cornell University Press, 1989.