Twitter
Visit Us
YOUTUBE
YOUTUBE
LINKEDIN
Share

“MİLLİ MERKEZ”LER OLMADAN ASLA!..

Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan itibaren devletle özdeşleşen, T.B.M.M., Yüksek Yargı Organları, Silahlı Kuvvetler ve M.İ.T. gibi vazgeçilmez temel kurum ve kuruluşları mevcut. Türkiye’nin kendine özgü koşulları, Anayasasında laikliğe yer vermesine karşın dünyada ilk ve tek ülke olarak, toplumumuzun “yumuşak karın bölgesi”ni oluşturan ve yüzyıllardır iç ve dış tehdit odaklarının kullanımına açık olan din konusunda devlet kontrolünü sağlayan -dolayısıyla gerçek İslâmiyetin varlığına hizmet eden- Diyanet İşleri Başkanlığı gibi ikincil nitelikli bir kurumu da devletle özdeşleştirmiş. Türkiye’nin sorunlu komşuları ve de tüm Türk Dünyası ile olan ilişkileri de, böylesine devletin kontrolünde yeni ve çok özel bir yapılanmayı gerekli kılmış: “Milli Merkez”ler!..

Gerçekte “Milli Merkez”lerin oluşumu, Türkiye Cumhuriyeti’nden de eski bir tarihe ulaşıyor: 1908’den itibaren İttihat ve Terakki Partisi’nin üst düzey yöneticilerinin, Osmanlı İmparatorluğu dışındaki Türklerle ilgilenmeye başladığını ve de ilk olarak Gaspıralı İsmail Bey ile mektuplaştıklarını biliyoruz. İlk defa 1883’de Kırım’ın Bahçesaray şehrinde “Tercüman” gazetesini çıkararak 33 yıl boyunca “Dilde, Fikirde, İşde Birlik” sloganı ile Türk Dünyasında çağdaşlaşmanın ve de Türklük bilincinin öncülüğünü yapan Gaspıralı İsmail Bey, bu ilişkide köprü rolünü üstlenmiş. Hiç şüphesiz, İttihatçıların Rusya’daki Türklerle ilgilenmesinin temelinde iki önemli neden yatıyor: Birincisi, Osmanlı İmparatorluğu’nun “ulus-devlet” yapılanmasını tamamlayabilmesi için insanlarının sür’atle kul anlayışından bireyliğe, Türklük bilincinin gelişimi ile de ümmet anlayışından ulusçuluk anlayışına geçmesi gerekiyor. İşte bu neden, son derece akılcı, gerçekçi ve vazgeçilmez gerekçelere dayanıyor. İkinci neden ise, bu sürecin duygusal, hatta ham hayal yanını oluşturuyor: Turancılık ya da bir başka ifadeyle “Türk Dünyası’nın bir bayrak altında toplanması!”… Sınırları belirsiz, rizikosunun hesaplanmasının bile mümkün olmadığı bu ikinci neden, biraz da dönemin diğer ulusların milliyetçilik anlayışlarından esinleniyor. Örneğin, İngiltere’nin “üzerinde güneş batmayan imparatorluk”, Rusya’nın “pan-slavizm”, Almanya’nın “pan-germenizm”, Yunanistan’ın “megalo-idea”sı gibi… İşte, tüm Rusya Türklerini içine alan ilk “Milli Merkez”, bu koşullarda kuruluyor. Bu Merkez, İttihatçılar tarafından oluşturulan ilk Türk İstihbarat Örgütü olarak kabul edilen “Teşkilât-ı Mahsusa”ya sımsıkı bağlı olarak ortaya çıkıyor. Rusya’dan gelen bilgi akışını (askeri, siyasal, sosyal ve toplumsal) değerlendirmenin yanısıra, Rusya’dan gelen Türklerin -özellikle de öğrencilerin- denetim altında tutulması ve bunlara Türklük bilinci aşılanması gibi önemli işlevleri yerine getiriyor. Bir nevi Danışma Kurulu olarak çalışan bu merkez, Osmanlı yasalarına göre “kesinlikle mevcut değil” görünüyor, çünkü legal olarak kurulmamış. Ama resmen var olmasa da Merkezin bilinen adresleri: “Türk Derneği” ve “Türk Ocağı”…

Bilinen isimlere gelince, Gaspıralı İsmail Beyin yanısıra, Yusuf Akçura, Ahmet Ağaoğlu, Dr. Hüseyinzade Ali Bey, Fatih Kerimi, Musa Akyiğitzâde, Nasip Yusufbeyli, başı çekiyor. Kaldı ki, Rusya Türklerinin geleceğinin ancak güçlü bir Osmanlı Devleti’nden geçtiğini algılayan Gaspıralı İsmail Bey, İttihatçılardan da önce, Türklük bilincine sahip olmadığı gerekçesiyle sevmediği II. Abdülhamit’e -örneğin Kahire’de toplanacak İslâm Konferansı girişimleri için- rapor verme sorumluluğu gösteriyor (bu hususa ilişkin ilişkin dokümanın yanısıra, I. Dünya Savaşı için hazırlanan ve Rusya’dan son derece önemli askeri bilgileri içeren matbu bazı raporlar da kişisel arşivimde bulunmaktadır). Hiç şüphesiz bu duyarlılık, Rusya’daki Türklerin geleceğinin güçlü ve istikrarlı bir Osmanlı Devletine bağlı olduğunun sorumlu ifadesi olarak ortaya çıkıyor.

ATATÜRK VE “MİLLİ MERKEZ”LER

Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunda, Türk toplumuna çağdaşlaşmanın yolunu kapatan tüm eskimiş, köhne Osmanlı yasaları terkediliyor. Hukuk alanında gerçekleştirilen yeni yasal düzenlemelerle birlikte, devrim yasaları getiriliyor. Türk Devleti çağdaş-modern bir yapılanma sürecine sokulmuşken, “Milli Merkez” oluşumu aynen muhafaza ediliyor; bir başka ifadeyle bizzat Atatürk tarafından gelenekselleştiriliyor. Atatürk’ün bu oluşuma katkıları, hiç şüphesiz modern devlette olması zorunlu düzenlemeleri içeriyor:

* Önce “Milli Merkez”lerin sayısı arttırılıyor ve doğrudan M.A.H. bünyesi içine alınıyor. “Kırım Milli Merkezi”, “Azerbaycan Milli Merkezi”, “Türkistan Milli Merkezi” gibi. Ayrıca, Balkanlardaki Türk azınlıkları ile ilgili merkezler de faaliyete geçiriliyor.

* Sovyet işgalinden sonra Rusya’dan kaçmak zorunda kalan Türk liderlerine ve entellektüellerine bu merkezlerde hizmet şansı ve fırsatı sunuluyor (örneğin, Prof. Yusuf Akçura ve Ahmet Ağaoğlu, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde milletvekili olarak hizmet verirken, Prof. Sadri Maksudi Arsal, Prof. Zeki Velidi Togan, Prof.Dr. İsmail H. Ertaylan, Prof.Dr. İzzet Kantemir, Prof. Ahmet Caferoğlu, Prof. Reşit Rahmeti Arat, Prof.Dr. Ahmet Temir, Prof.Dr. Akdes Nimet Kurat, Dr. Hamit Zübeyr Koşay gibi çok sayıda bilim adamı Türk Üniversitelerinin kuruluşunda görev almışlar ve uluslararası alanda başarı ile Türkiye’yi temsil etmişlerdi. Aynı şekilde, Rusya’da iken subay olan Türk aydınları, bu defa Türk Ordusu’nda müktesep rütbelerinde görev alırken, önemli bir bölümü de M.A.H. bünyesinde istihdam edilmişlerdi).

* Milli Merkezler, Osmanlı döneminde olduğu gibi yine “ Danışma Kurulu” niteliğinde, yani bir tüzel kişiliğe sahip değil. Milli Merkezlere, en güvenilir, idealine samimi, Türkiye’ye ise sadakati test edilmiş aydınlar aktif üye olarak girebiliyor. Kesinlikle üyelere hizmetlerinden dolayı maaş ya da “huzur hakkı” ya da benzeri ad altında hiçbir şekilde para ödenmiyor. Devlet adına M.A.H. yönetiminin öngördüğü sınırlar içinde faaliyet yürütüyorlar. Üyelerin, Türkiye’nin zaten sorunlu olan komşuları ile ilişkilerini bozabilecek duygusal-politik nitelikte faaliyet içine girmeleri asla sözkonusu değil. Üyelerin tamamı, kendi meslekleri içinde en başarılı, dürüst olarak tanınan gönüllü ve seçkin vatanseverlerden oluşuyor. Hata yapanın, derhal merkezle ilişkisi kesiliyor. Örneğin, Atatürk’ün de bulunduğu bir toplantıda, Sovyet tarihçilerine yönelik olarak aleni ve de duygusal bir biçimde Rus düşmanlığı yapan sözler sarfeden Prof. Ahmet Caferoğlu’nun Azerbaycan Milli Merkezi dahil pekçok resmi makamla ilişkisi hemen sona erdiriliyor.

* Milli Merkezlerin asıl işlevine kavuşması, ancak Türk Ocakları’nın kapatılmasından sonra mümkün oluyor. Türkiye dışındaki Türklerin sorunlarına “Turancılık” perspektifinden yaklaşan Türk Ocakları’nın, bu konudaki söylemlerini “boşboğazlık” raddesine vardırması ve dolayısıyla da Dışişlerimizi zor durumlara düşürmesi üzerine, Atatürk, Türk Ocakları’nın kapatılmasını emrediyor. Bu emri alan Türk Ocakları, 10 Nisan 1931’de toplanan “Fevkalâde Kurultay”ında kendi kendini feshediyor (ne yazıktır ki, Türk Ocakları’nın bugünkü yönetimi, “minik savaşman”lar tiplemesinde, Hocaefendi’ye (!) üst üste iki yıl üstün hizmet ödülü vererek kurucularının kemiklerini sızlatıyor; Türk Ocakları’nın kuruluş amacına da, Türkiye’nin laik-hukuk sistemine de, Türklük bilincini yaygınlaştırma işlevine de ters düşüyor, ihanet ediyor). İşte, Türk Ocakları’nın kapanmasından 5 gün sonra, Atatürk yeni bir yapılanma içinde ve “bilgisiz fikir olmaz” mantığı çerçevesinde, Türkiye, Rusya, Balkanlar, kısaca tüm Türk Dünyası’nın tarihini bilimsel nitelikte ele alacak “Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti”ni kurduruyor. 5. Kol kapsamındaki bazı faaliyetler ise M.A.H. denetimine bırakılan Milli Merkezlere havale ediliyor. Bu arada Atatürk, kapatılan Türk Ocakları’nın Başkanı Hamdullah Suphi Tanrıöver’i Bükreş Büyükelçiliği görevine tayin ederek, “boşboğazlık” yerine sessizce ve de akıllıca aynı amaç doğrultusunda nasıl yürünebileceğini gösteriyor (Tanrıöver’in Romanya Türkleri ve de Ortodoks Gagauz Türkleri ile ilgili olağanüstü başarılı çalışmaları için bkz. “Kemal’in Öğretmenleri”, Kırım, No.21, Ekim-Aralık 1997, s. 3-13).

* Milli Merkezler, Atatürk döneminde, temel işlev olarak, Türk Devleti ile hedef bölgede yaşayan Türkler arasında çok yönlü bir köprü oluşturuyor: Çok yönlü bilgi temin etmek; bilgi akışını güvenilirlik testinden geçirmek; yabancı servislerle ilişkisi olan ajan-provakatörleri saptamak ve kontrol altında tutmak; ilgili elçilik mensuplarının kendilerine (diasporaya) yönelik faaliyetlerini izlemek; akademik nitelikte kitaplar, makaleler ve bildiriler yazmak ve periyodikler çıkarmak; ilgili dernekleri kurmak ve faaliyetlerini sürekli denetlemek; istenildiğinde aktif biçimde kamuoyu oluşturmaya yönelik her türlü çalışmayı yapmak; uluslararası platformda faaliyet gösteren, batılı servislerin desteğindeki anti-komünist organizasyonlarla kontrollü ilişki kurmak ve diğerleri. Kısaca, Atatürk dönemi Türk Dış Politikasında belirgin bir hata yaşanmıyor. Türk Devleti, içte ve dışta “tam bağımsız” ve de egemen olmanın onurunu yaşarken; Milli Merkezlerde görev yapan Türk aydınları da anavatana hizmet etmenin ve anavatanın güvenliğine ve çıkarlarına ters düşmeksizin kendi davalarına çalışmanın şerefini paylaşıyor.

MİLLİ MERKEZLERİN BUGÜNÜ

Atatürk’ün vefatının ardından, Türkiye’nin Dış Türklere yönelik stratejisinin -tabiri caizse- adeta çivisi çıkıyor. İsmet Paşa’nın laiklik konusundaki duyarlılığı, maalesef, Cumhurbaşkanlığı’nın ilk dönemindeki kimlik bunalımı (Atatürk’ün resimlerinin para ve pullardan çıkarılması vb.) sırasında, sözkonusu strateji de terkediliyor. II. Dünya Savaşı’nın başlangıcında “yükselen değerlere” uygun olarak (Almanya ve İtalya’dan esinlenen) aşırı milliyetçi ve sorumsuz turancı söylemlere ve hareketlere gözyumulurken, savaşın bu ülkeler aleyhine sonuçlanmaya yüztutmasıyla bunların üzerine bu defa yüzdeyüz bir politika değişikliği ile sertçe gidiliyor. Bu kesime duyulan rahatsızlık ve gösterilen tepkilerden dolayı, Atatürk’ün iç ve dış politikada belirleyici simgesi olan Türklük bilinci, iyice ihmal ediliyor, geri plana itiliyor. Ancak, İsmet Paşa’nın bu politika değişikliği, Sovyetler Birliği’nin savaş sonrası Türkiye’den toprak talebini etkilemiyor. Atatürk döneminde böylesine bir mütecavizliğe cesaret edemeyen Rusya’nın, daha sonra bu cesareti kendinde bulması, hiç şüphe yok ki, Türkiye’nin “caydırıcı” kozları elinde tutamaması ile doğrudan ilgili. Bu olumsuz gelişmelerden, iyi ki, M.A.H. (sonraları M.İ.T.) içindeki geleneksel yapı, öylesine olumsuz etkilenmiyor. Ve Milli Merkezler sessiz-sedasız varlığını sürdürüyor. Demokrat Parti ile başlayan siyasal süreçte, A.B.D.’nin “Yeşil Kuşak Teorisi”nin yaşama geçirilmesi uğruna Türkiye pek çok temel ilkesinden vazgeçiyor. Örneğin, laiklik ilkesi rafa kaldırılıyor. Gerçekte İslâmiyetle bağdaşmayan tarikat sapkınlıkları bu defa devlet eliyle yeşertiliyor. Siyasal İslâmcılığın hortlatılması ile devlete egemen olması gereken Türklük bilinci, bir kez daha geri plana atılıyor. Türk Devletinin gücünü, bağımsızlığını ve egemenliğini temsil eden Silahlı Kuvvetler ve M.İ.T. gibi temel kuruluşlar, A.B.D.’nin müdahalesine açık bırakılıyor. Hatta bir ara, Türkiye’ye ihanet anlamına gelecek biçimde, M.İ.T. mensuplarının maaşını dahi A.B.D. ödüyor. Dünyadaki “soğuk savaş”ın tarafı olan A.B.D.’nin anti-komünist blok lideri olması dolayısıyla Milli Merkezlerin varlığını sürdürmesine izin veriliyor ama görev ve yetkileri alabildiğine kısıtlanıyor. Bu arada Milli Merkezleri yönlendirecek ve denetleyecek elemanların eğitim kalitesi ve bilinç düzeyi giderek düşüyor ve böylece günümüze kadar geliniyor…

Büyük Atatürk’ün ölümünden sonra, iç ve dış politikasında Türklük bilincini bir kenara bırakarak ilkesiz ve kararsız bir imaja bürünen Türkiye, bu ruhsuz ve kişiliksiz görüntünün bedelini en ağır biçimde ödüyor. Yakın bir geçmişe kadar, Milli Merkezleri ihmal ile Dış Türkler kozunu kullanmayı beceremeyen Türkiye’de örneğin, Kızıl Çin bile binlerce kilometre uzaklıktan ve rahatlıkla Maocu örgütlenmeyi gerçekleştirerek devletimizi tehdit edebiliyor. Aynı şekilde, T.K.P. ve benzeri illegal örgütlenme, Sovyet çıkarlarını ve ideolojisini herşeyin üstünde tutacak kadroları yetiştiriyor ve Türkiye’yi bir iç savaşa sürükleyecek kaos ortamını yaratıyor. Küçük Bulgaristan ve hatta Enver Hoca’nın zavallı Arnavutluğu bile Türkiye’de kendi çıkarlarına hizmet eden terörist örgütlerini yetiştirebiliyor. Bulgaristan Türk azınlığın isimlerini fütursuzca değiştirecek ve yüzbinleri Türk sınırına iterek ülkemizde ekonomik ve siyasal kriz yaratmayı sağlayabiliyor. P.K.K. kartını aleyhimize küçük Suriye ve Irak dahil, A.B.D., İsveç, Rusya, İsviçre, İngiltere, Fransa, Belçika, Almanya gibi dost-düşman hemen her ülke pervasızca oynayabiliyor. İran, Suudi Arabistan, Libya gibi ülkeler, İslâm adına kendi devletini yıkabilecek, kendi diline ve kültürüne düşman şeriatçı kadrolara ve terörist militanlara sınırsız destek olabiliyor. Ermeni terörüne, bölücü P.K.K. terörüne, Dev-Yol, Dev-Sol, Tikko gibi marksist örgütlerin terörüne, Cemalettin Kaplan’ın, Hizbullah’ın, Milli Gençlik Vakfı’nın ve diğer şeriatçı örgüt ve tarikatların her türlü yıkıcı eylem ve terörüne, başta Yunanistan olmak üzere Avrupalı müttefiklerimiz, A.B.D., Rusya ve diğer bilinen ülkeler rahatça kucak açıp lojistik destek sağlayabiliyor. Komünisti, faşisti, şeriatçısı, kapitalisti ile pekçok devlet, Türkiye düşmanlığı paydasında rahatlıkla buluşabiliyor ve işbirliği yapabiliyor…

Buna karşılık Türkiye, Rusya’daki, Çin Halk Cumhuriyeti’ndeki, Balkanlardaki, Irak’daki, İran’daki, Suriye’deki Türk azınlıkları ile Avrupa ve A.B.D.’deki toplam milyonlarca Türk nüfusunu “caydırıcı” unsur olarak masaya süremiyor. Yeterli enformasyon alamadığı için gerçekte sahip olduğu gücünü bilemiyor, kullanamıyor…

Tipik Bir Örnek Olarak “Kırım Milli Merkezi”

Uzun yıllar önce, 1970’lerin başında, Kırım ile ilgili yazı ve kitap çalışmalarımdan dolayı Kırım Milli Merkezi’nin toplantılarına davet edilmiş; ancak gerek toplantıların İstanbul’da yapılması ve gerekse de işlerimin yoğunluğu nedeniyle sadece bir kez bu davete uyabilmiştim. Olağanüstü etkilenmiştim. Cumhuriyet’in kuruluşundan itibaren Kırım Milli Merkezi’ni başarıyla yöneten Cafer Seydahmet Kırımer’in koymuş olduğu ilke ve kurallar -aradan bunca yıl geçmesine karşın- aynen işletiliyordu. Bu kurallara sadık kalarak, sadece Hak’kın rahmetine kavuşanların isimlerini vermekle yetiniyorum: Av. Müstecib Ülküsal, Av. İbrahim Otar, Dr. Edige M. Kırımal, Dr. Abdullah Zihni Soysal, Yusuf Uralgiray ve diğerleri. Toplantı gündeminde yer alan konuların yanısıra, bunların tartışılma düzeyi de olağanüstüydü. Hiç şüphesiz, toplantıda yer alan katılmacıların farklı siyasal görüş ve inançları bulunmaktaydı. Ancak, konu “Türkiye” ve “Kırım”ın çıkarları sözkonusu olduğunda, herkesten tek bir ses ve tek bir karar çıkmaktaydı. Tanıdığım kadarıyla, Rusya’nın Çarlık ve Sovyet dönemlerinde en çok ezilen, hatta varlığına kastedilen bir halkın, Milli Merkez’e katılabilen seçkin aydınları arasında elbette ki komünist ideolojiye inanmış birinin olması sözkonusu bile değildi. Ancak, şeriatçı da yoktu, ırkçı ve turancı da. Tüm katılımcılar için Türk Devletinin, Kırım’ın ve de tüm Türk Dünyası’nın bekası ve çıkarları herşeyin üstündeydi. Etkilendiğim bir başka konu, aralarında bir tek “TATARCI”nın bulunmamasıydı. Katılımcılar, “Tatar” sözcüğünün nasıl Ruslar tarafından Kırımlılara isnat edildiğini tüm tarihsel boyutları içinde bilmekte ve Kırım kökenlileri sadece “KIRIM TÜRKLERİ” olarak tanımlamaktaydı. Temel ilkeleri ile kabul edilen iki liderin fotoğrafları salonu süslemekteydi: Atatürk ve Gaspıralı İsmail Bey. Dr. Edige Kırımal, “Tatar” tesmiyesinin, Rusların ve de A.B.D. başta olmak üzere Türklükten önyargılı olarak tedirgin olan, ürken, hatta nefret eden Batılı ülkelerin çıkarlarına hizmet etmekten; büyük Türk Dünyasını bölmekten başka bir işe yaramayacağını -gerekçeleri ile- uzun uzun anlatmıştı. Dr. Edige Kırımal, o tarihlerde C.I.A. tarafından Almanya’da kurulmuş olan “Sovyetler Birliği’ni Öğrenme Enstitüsü”ndeki görevini sürdürmekteydi. Kendisi gibi A.B.D.’den maaş alan Dr. Baymirza Hayit, Süleyman Tekiner, Mehmet Emircan gibi mesai arkadaşlarıyla Türklük bilincinin gereğini yerine getirmeye çalıştıklarını, ancak, özellikle “Hürriyet Radyosu” ve “Hür Avrupa Radyosu” gibi yine C.I.A. tarafından finanse edilen kuruluşlarda çalışan bazı Türk gençlerinin “ajanlık” statüsünü kabul etmelerinden yakınmıştı.

Yıl 1998… 2000’e 2 kala, Kırım Milli Merkezi, ulusal bir “ Danışma Kurulu” niteliğinde, Atatürk’ün öngörülerinin değerli bir mirası olarak varlığını sürdürüyor… Ama danışan devlet ortada yok!.. M.İ.T. içindeki -yeteneksiz ve kapasitesiz personelin kişisel hataları ile- ihmal edilmişliğin sıkıntısını çekiyor. Ama olan Türkiye’ye oluyor… En gerekli olduğu dönemde, yakın tarihimize damgasını vuran Milli Merkezler oluşumu, yokolmaya terkediliyor. Örnek mi? Öylesine çok ki!..

Örneğin, aydın ve vatansever Kırımlı Türkler arasında “minik savaşmanlar” olarak nitelendirilen Fethullahçı kadro, Türk Devleti ile Milli Merkez arasındaki tüm ilişkiyi koparmış durumda. Bir kısmı, Kırım’daki Kırım Türklerinin vatandaşlık haklarına hukukdışı biçimde ambargo koyan Ukrayna Hükûmeti’nin legal “agent”lığını üstlenmiş durumda. M.İ.T. ile ilişkide “tek yetkili” makam olduklarını iddia ile kendilerini anlaşılmaz biçimde “Kırım Diasporasının Lideri” ilân ediyorlar. Bazıları, TRT çalışanı yani devlet memuru oldukları halde, akılalmaz bir pervasızlıkla Prag’dan yayın yapan ve C.I.A. tarafından finanse edilen “Radio Liberty”de haftalık program yapıyorlar. Bir kısmı Fethullahçıların “Kafkasya Danışmanlığı”nı sürdürürken, veterinerlik gibi ilgisiz mesleklere mensup oldukları halde kendilerini “psikolojik istihbarat uzmanı(!)” olarak takdimle, ilgili kuruluşlarla ilişkilerini rahatça ve fütursuzca deşifre edebiliyorlar. C.I.A.’nın N.G.O.’lara (Sivil Toplum Örgütleri) verdiği özel önem bağlamında -Fethullahçı kadroyu kullanarak- Türkiyee’deki Kırım Derneklerine el atmaya çaba sarfediyorlar. Kısaca, Türk Devletinin kıt kaynakları bunlar tarafından heba ediliyor, insani yardımlar bile bunların üzerinden gönderiliyor. Türk Devleti, bunlar tarafından yanlış ve maksatlı bilgilendiriliyor ve yönlendiriliyor…

Tüm bu olumsuzluklar sadece Kırım kökenli vatandaşlarımızı mı ilgilendiriyor? Elbetteki hayır!.. Dedelerine yüzlerce yıl önce kucak açmış bu ülkenin bir kısım vatandaşları, bu ülkede yaşamalarına rağmen, “Çerkezcilik”, “Tatarcılık”, “Çeçencilik”, “Gürcücülük”, “Kazakçılık” yapabiliyor. Bir parça Türklük bilincine sahip olanlar da maalesef Fethullahçıların, Faziletçilerin, B.B.P.’lilerin ve diğer marjinal örgüt ve tarikatların kucağına düşebiliyor… Türk Devleti ise sadece seyrediyor…

Tek Çözüm: Milli Merkezlerin Yeniden Yapılanması…

Oysa, Türkiye’nin dışpolitikasında Dış Türklere özel olarak önem vermesi, Türkiye’nin sadece komşuları ve müttefikleri ile ilişkilerinde bir denge unsuru olacağı kadar aynı zamanda etkili bir silâh da olacaktır. Atatürk, bu dengeyi çok akılcı, duygu ve heyecandan arındırılmış bir strateji izleyerek koruduğu gibi, Türk azınlıklarını bir silâh olarak kullanmayı da bilmiştir. Örneğin, 16 Mart 1921’de imzalanan Moskova Barış Antlaşması’nda bu silâhı kullanarak T.K.P., Yeşilordu, Türkiye Halk İştirakiyyun Fırkası gibi örgütlerin kapatılmasına bizzat Sovyetlerin desteğini almıştır. Lozan’da ve “etabli” sorununda Batı Trakya Türklerini, Hatay sorununda ise bu vilayetteki Türkleri ön plana çıkarırken, Balkanlardaki Türklerin insan hakları ve temel kültürel sorunları ile ilgilenmeyi devlet politikası haline getirmiştir. Atatürk döneminde tüm olumsuz siyasal ve ekonomik koşullara ve yetersizliklere rağmen çözümlenen iç ve dış sorunlar, 10 Kasım 1938’den sonra çözümlenemiyorsa, önce bunun nedenlerini ortaya koymak gerekir. İşte unutulan, unutturulan Milli Merkezler, bu nedenlerden birisidir. Atatürk döneminin siyasal, ekonomik, toplumsal ve de kültürel koşullarının ve de kurumlarının günümüzde değiştiğini kabul etmek kaçınılmaz. Elbetteki sürekli değişim gerçeğinde geriye dönmek mümkün değildir. Ancak, değişmeyen olguların da varlığını kabul etmek gerekir. Örneğin, Atatürk’den bu yana Türkiye’ye düşman olan devletler hiç değişmemiştir. Aynı şekilde, Atatürk’ün ilkeleri de. Türkiye Cumhuriyeti’nin asli kuruluşları olarak T.B.M.M.’nin, Yüksek Yargı Organlarının, Türk Silâhlı Kuvvetleri’nin, M.İ.T.’in, ikincil kuruluş olarak da özel konumu bulunan Diyanet İşleri Başkanlığı’nın önem ve ağırlığı değişmemiştir. İşte, Milli Merkezlerin Atatürk’ten bizlere kalıcı bir miras olarak, yeniden itibar ve sorumluluk iadesinin yapılması, eski işlevinin kazandırılması gerekmektedir. Bu bir tarihsel borçtur, zorunluluktur.

ÖNERİLER:

* Kırım Milli Merkezi dışında diğer Milli Merkezler tümüyle yokolmuştur. Gerek, Milli Merkezlerin kuruluşundan itibaren görev alan üyelerin ölümleri, gerek yerlerine yenilerinin yetiştirilemeyişi ve gerekse bu konularla ilgilenenlere yabancı servislerin çengel atmaları ya da parti-tarikat-örgüt üçgeni içinde politize olmaları, bugünkü sonucu doğurmuştur. Bu sonuçta, geçmişteki politikacılarımızın suçu olduğu kadar, Milli Merkezlerin önemlerini algılayamayan ve değersiz elemanlarla bu işi sürdürmeye kalkan M.İ.T. Müsteşarlarının da suçu ve vebali büyüktür. Türkiye, uzun yıllardır nihayet tüm kamuoyunun desteğini arkasına alan; bu kurumun fosilleşmiş yapısını çağdaşlaştırmaya; çetelerden, tarikatlardan ve diğer illegal bağlantılardan arındırmaya kararlı bir Müsteşara sahip olmuştur. Alt birimlere devredilmesi sözkonusu bile olmayan Milli Merkezler’in yeniden eski görev ve işlevine kavuşturularak yapılandırılması, bizzat bu makama düşmektedir.

* Milli Merkezler için halihazırda yeterli insan kaynağı bulunmamaktadır. Nitelikleri uyan gönüllü adayların saptanması ve yetiştirilmesi, M.İ.T.’in asli görevi olmalıdır.

* Bugüne kadar bu kurum içinde kadrolu eleman ya da bağlantı olarak yabancı servislerle ilişkide bulunanlar ya da Fethullahçılar benzeri şeriatçı yapılanmada yer alanlar ve de bunlarla çıkar birlikteliği bulunanların kurumla her türlü ilişkisi, Milli Merkezlerde görev üstleneceklerin güvenliği açısından kesilmelidir.

* Aynı duyarlılık, Milli Güvenlik Kurulu’na bağlı birimlerde sözleşmeli danışmanlık hizmeti veren ya da Askeri kurumlarda ders veren akademisyenler için de geçerli olmalıdır.

* Aynı duyarlılık, Fethullahçılar başta olmak üzere tüm şeriatçı tarikatların değiştirilemez biçimde kadrolaştığı önesürülen Milli Eğitim Bakanlığı (özellikle Yurtdışı Eğitimi-Öğretimi Genel Müdürlüğü ile Talim ve Terbiye Kurulu-Türk Cumhuriyetleri ve Türk Kültür Toplulukları Dairesinin yöneticilerinin yanısıra, yurtdışına görevlendirilen eğitim ataşeleri ve müsteşarları için de geçerli olmalıdır.

* Aynı duyarlılık, Polis Akademisi ve Polis Kolejinin akademisyen ve öğretmen kadrosu ile yurtdışına görevlendirilen Diyanet İşleri personeli için de geçerli olmalıdır.

* Aynı duyarlılık, TİKA’da, Başbakanlığın Türk Cumhuriyetleri ile ilgilenen birimlerinde, Başbakanlık Tanıtma Fonunda görev yapan personel için de geçerli olmalıdır.

* Aynı duyarlılık, Y.Ö.K. tarafından Türk Cumhuriyetlerine gönderilecek akademisyenler için de geçerli olmalıdır. Bu bağlamda, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu ile Atatürk Araştırma Merkezi, Türk Tarih Kurumu ve Türk Dil Kurumu da üye ve yönetici kadrosuyla acilen büyüteç altına alınmalıdır.

* Yurtdışına uzun süreyle görevlendirilecek her türlü devlet memurunun yanısıra, yüksek lisans ve doktora yapmak üzere M.E.B., Y.Ö.K. ya da diğer kamu kurumlarınca burslu olarak yurtdışına gidecek öğrencilere, ilgili Milli Merkezin yetkin elemanlarınca ön bilgilendirme yapılmalıdır.

* Milli Merkezin onayı olmaksızın Maliye Bakanlığı’nın rastgele derneklere para yardımı yapmasının ve de Başbakanlık Tanıtma Fonunun onaysız projelere ödenek ayırmasının, ayrıca Kızılay’ın yardım için ilkesiz yönlendirilmesinin önüne geçilmesi gerekmektedir. Ankara’da faaliyet gösteren ve ortalama altında üyeye sahip bir Kırım Derneği’ne geçtiğimiz yıl 100.000.000.000 (yüzmilyar) TL. yardım yapılması, mevcut kritersizliğe ve kontrolsuzluğa tipik bir örnek oluşturmaktadır. Kısaca, devletimizin zaten çok sınırlı olan parasal olanakları, ancak yerine tahsis olunmalıdır. Aynı şekilde, Türkiye’de yükseköğretim kurumlarında öğrenim gören misafir Türk öğrencilerinin, ilgili Milli Merkezler tarafından hizmetiçi eğitime tabi tutulması ve mutlak surette Türklük bilincinin verilmesinin yanısıra, şeriatçı örgüt ve tarikatların tehlikesi ile ilgili olarak da bilgilendirilmeleri gerekmektedir. Bu öğrencilerin Türkiye’de başıboş bırakılması, özellikle Orta Asya kökenlilerin yasadışı işlere karışmalarına ve de eğitimlerini yarım bırakarak ülkelerine dönmelerine neden olmaktadır. Bu da devletimizin kıt kaynaklarının heba edilmesi anlamına gelmektedir.

SONSÖZ

Öncelikle belirtmeliyim ki, bu yazı, tıpkı Kırım dergisinin geçen sayısında yayınlanan “Türk Dünyasını Tehdit Eden Dış Güçler: FETHULLAHÇI İHANETİ (1)” yazısı gibi kesinlikle sıradışı bir yazıdır. Bu yazıda, Türk Devleti ile Dış Türkler arasındaki ilişki sürecine ait pek bilinmeyen ya da az bilinen parçaları birleştirmeyi ve var olan gerçeği, farklı, ulusal bir yaklaşım ve duyarlılıkla ortaya koymayı amaçlamış bulunuyorum. Kırım Milli Merkezi’nin ya da herhangi bir Kırım Derneği’nin üyesi değilim. Aynı şekilde, M.İ.T. ya da bir başka istihbarat kurumuyla hiçbir organik ya da dolaylı ilişkim bulunmamakta. 20 Yılı aşkın bir süredir, Ankara Üniversitesinde öğretim görevlisi statüsünde bir tarihçi olarak görev yapmaktayım. Mütevaziliği bir kenara bırakarak, başta Kırım olmak üzere Dış Türkler konusunda dünyadaki tarihçiler arasında en zengin kişisel arşive sahip olan akademisyenim. Dış Türklerin her alanda kalkınmasının ve kurtuluşunun, ancak güçlü bir Türkiye ile olanaklı olabileceğini kabul etmekteyim. Ayrıca, Kırım kökenli olmak kadar, Türk vatandaşı olmakla da sınırsız ve koşulsuz gurur duymaktayım. Hayatımın hiçbir döneminde Türk Devletinin çıkarlarına ters düşen hiçbir marjinal örgüt ya da tarikatla ilişkim olmadı. Sadece olayları ve gelişmeleri uzun yıllar boyu dışarıdan mümkün olduğunca objektif gözle izlemeye ve değerlendirmeye çalıştım. Ve bu yıllar boyunca da Milli Merkezlerle ilgili bilgilerimi, -belki de anlamsız bir sır olarak- kendime sakladım. Bir de M.İ.T.’e aitmiş gibi gelen bu yapılanmayı klasik gizliliğe saygı önyargısı içinde değerlendirdim. Şimdi geç de olsa bu makale ile bu hatalı değerlendirmeyi geride bırakıyorum.

1995-96 Yılları arasında Birleşmiş Milletler görevlisi olarak bulunduğum Moldova’da, yaklaşık 300.000 kişilik nüfusa sahip Hristiyan Gagauz Türkleri ile ilgili olarak C.I.A., K.G.B., K.İ.P., Alman, Bulgar ve hatta Norveç istihbaratçılarının kapışmalarını ibretle izledim. Hiç Türk istihbaratçısı yoktu. Türkiye’den ayrılırken, bölge hakkında bilgi alabileceğim, servis hizmeti verecek bir resmi makam -maalesef- bulamadım. Sahipsiz bıraktığımız Gagauzlarla ilgilenirken, Atatürk’ün sözkonusu emperyalist kökenli girişimlerden tam 60 küsur yıl önce, bu bölgeye -o fakir halimizde- rusça ve romence bilen tam 80 “ilkokul öğretmeni” gönderdiğini öğrendim ve Atamızla, O’nun büyüklüğü ve ilerigörüşlülüğü ile gurur duydum. Sonra o topraklarda kalan idealist devlet görevlilerimizden birinin haç dikili mezar taşı başında unutkanlığımıza ve vurdumduymazlığımıza kahroldum. Rusya’nın yanısıra uzun bir süre kaldığım ve sürekli izlediğim A.B.D. ve İngiltere’de demokrasiye rağmen varlığını hissettiren “derin devlet” olgusunu saptadım. Tüm bu ülkeler, kendilerinden binlerce mil uzaktaki Türk topraklarında, ekonomik ve siyasal çıkarları dışında hiçbir müşterek bağı bulunmayan Türk topluluklarına yönelik her türlü istihbarat ve ajitasyon faaliyetinde bulunurken, kendi devletimin, pekçok müşterek bağı ve karşılıklı çıkarı bulunan Türk topluluklarına olması gerekli benzeri ilgiyi gösterememesinden hayal kırıklığına uğradım.

Bunca yılın deneyimi, gözlemi ve bilgisiyle inanıyorum ki, ülkemizin geleceği ile ilgili olarak, tıpkı Atatürk ilke ve devrimleri gibi, Milli Merkezlere de gereksinim giderek artmakta. Bilgi çağında ve demokrasinin açıklığında -olumsuz tabuların- yıkılması gerektiğine inanıyorum. Bu inançla, M.İ.T. içindeki çağdaş yapılanmayı umut ediyorum. Amacım M.İ.T.’i eleştirmek ve de yıpratmak asla değil. İşte, bu makale, birtakım anlamsız, zarar veren gizlilik anlayışı içinde, vatan adına çirkin ilişkilerin yaşandığı, Milli Merkezlerin yokolmaya terkedildiği fosilleşmiş bir yapılanmayı sergileyecekse, belki de bir hatadan dönülmeyi sağlayacaksa, neden yazmayayım, diye düşündüm. Ve kısa vadede olmasını gerekli bulduğum önerilerimi de aynı medeni cesaret ve akademisyen duyarlılığıyla ekledim. Temenni ediyorum ki, yazdıklarım okuyanları bilgilendirme yanında bir parça düşündürür. Yine temenni ediyorum ki, yazdıklarım doğru adresi bulur…

Dr. Necip HABLEMİTOĞLU