Twitter
Visit Us
YOUTUBE
YOUTUBE
LINKEDIN
Share

Ermenilerin ve Batılıların “soykırım” iddialarının tarihsel gerçeklere dayanıp dayanmadığı konusunda görüşlerinizi öğrenebilir miyiz?

Bu iddiaların asılsızlığını önce en iyi bilenler, iddia sahipleridir. Ekonomik açıdan sefalet sınırının altında yaşayan Ermenistan, dünyanın dört bir köşesinde yaşayan ırkdaşlarının ekonomik desteğini sürekli kılabilmek, dolayısıyla Türkiye ile düşman ülkeleri yanına çekebilmek ve de kredibilitesini artırabilmek için “soykırım” iddialarını sürekli gündemde tutmak zorundadır. Ermeni milliyetçiliği, kabul edilebilir sınırlar içinde değil, resmen faşist, şoven, saldırgan (irredandist) bir milliyetçilik kimliği ile ifade edilmektedir. Hem Ermenistan’da ve hem de yaşadıkları ülkelerde asimile olmama mücadelesi veren diasporadaki Ermeniler arasında. Bir başka ifadeyle, Ermeni milliyetçiliği, Türk düşmanlığı ile resmen özdeştir.

Batılı ülkeler bu paranoyanın farkında değiller mi?

Elbette ki farkındalar. Bugün Birleşmiş Milletler Örgütü’nün bağlayıcı kararlarına rağmen, Ermenistan, Dağlık Karabağ’ı, dolayısıyla Azerbaycan’ın dörtte birinden fazlasını işgali altında tutmaya devam etmektedir. Ermenistan, sırf Türk oldukları için bebeklerden ihtiyarlara, kadınlara hiçbir ayırım yapmaksızın önlerine gelen Azeri Türklerini öldürdükleri, yani resmen soykırıma tabi tuttukları içindir ki, 1 milyonu aşkın mülteci Azeri Türk, Azerbaycan’a sığınmışlardır. Tüm dünyanın gözleri önünde cereyan eden bu soykırımın sonrasında bu mülteciler, Azeri deyimi ile kaçkınlar, çadırlarda, derme-çatma barakalarda açlığa ve soğuğa, salgın hastalıklara karşı yaşam mücadelesi vermeye devam etmektedirler. Siz Batılı ülkeler olarak devam etmekte olan bu dramı görmeyeceksiniz, yok sayacaksınız, Ermenistan’a hiçbir yaptırım uygulamayacaksınız, sonra da kalkıp 85 yıl önce gerçekleştirilen bir toplu nakil işlemini soykırım olarak nitelendirerek bir de bunu parlamentolarınızdan geçireceksiniz, Türkiye’yi mahkûm edeceksiniz. Bunun adı resmen çifte standarttır, hem de en aşağılık ve adi olanından.

Kökü tarihin derinliğinde bir Türk-Ermeni düşmanlığından sözedilebilir mi?

Hayır. Gregoryen Ermeniler, özellikle Roma İmparatorluğu döneminde inançlarından dolayı büyük acılar çekmişler. Ancak, Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde, koşulsuz bir dinsel özgürlüğe sahip olmuşlar. Kendi kilise yönetimine kavuşmuşlar. Askerlik yapmadıkları için de giderek kuyumculuk, doktorluk, yapı ustalığı gibi belli mesleklerde adeta tekel konumuna gelmişler. Yüzyıllar boyunca bir Ermeni ihaneti ya da düşmanlığına hiç rastlanılmadığından, Osmanlı Devleti kendilerine “teb’a-i sadıka” yani sadık vatandaş ünvanını yakıştırmış. Kaldı ki, Ermeni sözcüğü yerine yüzyıllar boyu bizzat bu halk tarafından “Hayk” sözcüğü kullanılmış. Batılı ülkelerle Çarlık Rusyası’nın Osmanlı Devletini etnik parçalara ayırma politikasını ifade eden “Doğu Sorunu” kapsamında, Rumlardan, Sırplardan, Bulgarlardan sonra Ermenilere de kanca atılmış. İsviçre’de kurulan sosyalist Hınçaksityun örgütüne Batılı ülkeler desteklerken, Rusya da Kafkasya’da kurulan aşırı sağcı Taşnaksityun örgütüne omuz vermiş. İşte bu iki toplum arasında düşmanlık, dış baskı ve yönlendirmelerle yapay olarak bu dönemde ortaya çıkarılmış. İlk Ermeni ayaklanmasının çıkış tarihi 1888. Ardından pek çok şehrimizde Ermeni ayaklanmaları yaşanmış. Hatta İstanbul’da Hükûmet Binasına (Babıali) ve Osmanlı Bankası’na silahlı baskın düzenlenmiş; Padişah II. Abdülhamit’in saltanat arabasına bomba ile suikast düzenlenecek kadar da ileri gidilmiş. Osmanlı Devleti, bu ayaklanmaları bastırmak için sırf Batılıların müdahalesi yüzünden asker kullanamamış ve bir süre Hamidiye Alayları gibi geçici çözümlerle idare etmiş. Bu ayaklanmalarda yüzbinlerce Türk, sırf Doğu Anadolu’da bir Ermeni Devletinin kurulması uğruna canından edilmiş. Batılılar ve Ermeni tarihçiler, işin bu yönünü yok saymaktalar.

Ermenilerin I. Dünya Savaşı’nda Halep ve civarına sürgün edilmeleri nasıl gerçekleştirilmiştir?

Osmanlı Devleti I. Dünya Savaşı’na girdiğinde, Çarlık Rusyası’nın ordularında yaklaşık 250 bin Ermeninin bulunduğu bilinmektedir. Bu yetmezmiş gibi, Şubat 1915’de, Ermeni militanları, Zeytun Kasabasını elegeçirerek tüm Türkleri katlettiler ve ardından 20 Nisan 1915’de Van’ı işgal ederek, şehri içindeki halkı ile yaktılar. Özellikle Doğu Cephesi’nde savaşmakta olan Türk Birliklerine yiyecek ve mühimmat taşıyan konvoylar, bu militanların saldırısına uğradı ve kayıplarımız ciddi boyutlara ulaştı. Stratejik köprüler, demiryolları bu militanlar tarafından sabote edildi. Sadece Sivas’ta Rus Ordusuna katılan Ermeni militan sayısının 15.000, keza çevrede eylem yapan militan sayısının da bir o kadar olduğu resmi yazışmalardan anlaşılmaktaydı. Aynı anda beş ayrı cephede savaşan Osmanlı Devleti’nin bu bedeli ağır ihanete sessiz kalması beklenemezdi. Nitekim, 27 Mayıs 1915 tarihinde kabul edilen “Muvakkat Kanun”la, Osmanlı Devleti’ne karşı silahlı ayaklanmaya katılan Osmanlı vatandaşlarının güvenli bölgelere nakledilmeleri sağlandı. Göç, sadece ayaklanma çıkan bölgelerle sınırlı tutuldu. Askerin tayını azaltıldı, askeri doktorlar cephe gerisine çekildi, aynı şekilde, askerlerin bir bölümü jandarma olarak göç kafilelerinin güvenliklerinden sorumlu tutuldu. Ayrıca, Uluslararası Kızılhaç Örgütü ile İstanbul’daki Ermeni Başpatriği Zaven Efendi’den göç işlemine nezaret edecek gözlemciler istendi. Tüm bu önlem ve fedakârlıklarla, Ermenilerin Halep ve çevresine göç işleminin tamamlanması, yaklaşık iki yıl sürdü. İşte, soykırım iddiası bu zorunlu göç işleminden ibarettir.

Ermenilerin toplam kayıpları hakkında bir bilgi mevcut mu?

Genel bir rakam vermek mümkünse de, net rakam vermek, dönemin olağanüstü koşulları çerçevesinde mümkün değil. Ancak Türklerin kaybı aşağı yukarı bilinmekte. Örneğin, savaş döneminde Erzurum’da öldürülen sivil Türk sayısı 10.000 civarında. Doğu Anadolu’da ise yaklaşık 600.000 kişilik sivil insanımız Ermeni militanları tarafından katledilmiş. İki milyondan fazla Türk, bu katliamdan canlarını kurtarabilmek için Batı vilayetlerine kaçmak zorunda kalmış. Tüm I. Dünya Savaşı dikkate alındığında Türk Ordusunun toplam kaybı 2.300.000 civarında. Çok ağır bir bedel ödemişiz. Osmanlı İmparatorluğu’nda yaşayan toplam Ermeni sayısı 1.300.000 civarında. İtilaf kaynakları ise bu rakamı ortalama 1.500.000 olarak kabul etmekte. Sürgüne kadar ayaklanmalar sırasında hayatını kaybeden Ermeni militan sayısı, Osmanlı kaynaklarına göre 13.432, İngiliz kaynaklarına göre ise 42.000. Ermeni kaynakları ise 100.000-300.000 arasında bir kayıptan sözediyorlar. Sürgün dönemindeki Ermeni kaybı ise 300.000 olarak iddia edilmekte. Kaldı ki, eceliyle ölenler, salgın hastalıklardan ölenler de bu rakama dahildir. Soygun ya da intikam amacıyla Ermeni kafilelerine saldıran Türklerden 1397 kişi, Divanı Harpte yargılanarak idam dahil çeşitli cezalara çarptırılmıştır. İşte bu tür saldırılarda hayatını kaybeden Ermeniler de bu rakam içinde ifade edilmektedir. Propaganda amacıyla şişirilen rakamlara bakıldığında sadece sürgün işlemi esnasında öldürülen Ermeni sayısı 3 milyon. Toplam Ermeni nüfusunu bilen ciddi bilim adamlarının hiçbiri böyle rakamlara itibar etmiyor. Kaldı ki, İstanbul’u resmen işgal eden İngilizler, Mütareke dönemi içinde soykırım iddialarını doğrulayacak hiçbir bilgi ve belgeye rastlayamamışlardır.

Ermeni soykırım iddialarını tarihçiler çürütebilir mi?

Ermenilerin tezi, artık iddia olmaktan çıktı, resmen ve alenen iftiraya dönüştü. Sadece İngilizlerin değil, bu dönemde Anadolu’ya gönderilen General Harbord başkanlığındaki 40 kişilik ABD Heyeti’nin de bu iftiraları çürüten raporları mevcut. Arşivlerimiz açık. Siz istediğiniz kadar doğruları belgeleriyle yazın, yayınlayın, önemli değil. Çünkü, önyargılı bir Türk Düşmanlığı, sadece Ermenilerde değil, pekçok Batı ülkesinde de mevcut. Kendilerinin yaptıkları onca soykırım örneklerine rağmen, hiç utanmadan Türkiye’yi sanık sandalyesinde teşhir etmek, sıkıştırmak, hesap sormak, işlerine geliyor, egolarını tatmin ediyorlar. Bir başka ifadeyle, kontrol edilebilir istikrarsızlık stratejisi gereği, PKK, Pontus, Süryani, siyasal islamcılar dahil, tüm Türkiye karşıtı unsurları bir baskı aracı olarak kullanıyorlar. Kısaca ortaya gerçekleri koymak yeterli değil, bu hasım ülkelerin yöntemlerini kullanarak en aktif biçimde karşılık vermek gerekir. Nasıl mı? ABD için her yıl, hapisteki Kızılderili lideri Leonard Peltier’in şahsında hâlâ toplama kamplarında yaşamak zorunda bırakılan Kızılderililerin hakları, bir haftalık etkinlik içinde dile getirilebilir, sırf lider konumunda olduğu için 28 yıldır suçsuz yere hapiste tutulan Peltier’e özgürlük istenebilir. Keza, Vietnam’da Mai Lai katliamı başta olmak üzere, bu ülkenin dış operasyonlardaki insanlıkdışı eylemleri, Hiroşima ve Nagazaki, belirli dönemlerde periyodik olarak gündeme getirilerek sorgulanabilir. Milli Mücadele döneminde İngilizlerin Fransızların ve de Yunanlıların Türklere yönelik katliamları anıtlar dikilerek çeşitli etkinliklerle anılabilir. Fransa’nın Cezayir ve diğer sömürgelerinde gerçekleştirdikleri soykırım örnekleri, lejyoner cinayetleri; İngilizlerin İrlanda, Kuzey İrlanda, Hindistan ve diğer sömürgelerindeki katliam ve insan hakları ihlalleri; Rusların II. Dünya Savaşında tüm Kırım Türklerini, sırf Türk oldukları için Sibirya’ya ve Orta Asya’ya sürmelerini; İtalya’nın Trablusgarp ve Habeşistan’daki vahşet örneklerini her yıl gündeme getirecek insan hakları kuruluşları (NGO) oluşturulabilir. Tabii, kendi ülkesi ve devletini yabancı ülkelere şikâyet etmekten ve de terörist haklarını savunmadan öte insan hakları kavramına sahip çıkmayan İHD ve Mazlum-Der gibi kuruluşlardan böyle bir duyarlılık ve de yurtseverlik beklemek olanaksız olacaktır.

Türkiye nasıl bir aktif politika izlemelidir ki, Ermeni iddiaları anlamını ve etkinliğini yitirsin?

Önce, Ermeni ayaklanmaları çıkan bölgelerimizde soykırım müzeleri açmak ve uluslararası düzeyde sempozyumlar, paneller düzenlemek, yayın yapmak gerekmektedir. Bu da yeterli değildir. Başta diplomatlarımız olmak üzere yurtdışına gönderilecek kamu görevlileri ve öğrenciler, bu konuda hizmetiçi kurslardan geçirilmelidir. Sadece, Ermeni konusu değil, Pontus, Süryani vb. konularda da bilgilendirilmelidirler. TBMM, misilleme politikası çerçevesinde, soykırım iddialarını tanıyan ülkelerin işlemiş oldukları insan hakları ihlalleri ve de benzeri soykırım örnekleri ile ilgili benzer konularda, misliyle karşılık içerecek kararları hem de anında almalıdır. Bu da yetmez. Yurtdışına gidecek milletvekilleri heyetleri, hedef ülkelerdeki rejim karşıtları ve mağdurları ile görüşmeler yapmalı; hapisanelerini teftiş etmeli; Türk mahkûmların sıkıntılarının hesabını sormalıdır. Örneğin, ETA, IRA, Korsika Yurtsever Hareketi gibi örgütlerin legal uzantıları ile temas kurulmalı; PKK ve benzeri örgütlerin temsilciliklerine ve faaliyetlerine izin veren gözyuman ülkelerdeki karşıt unsurların Ankara’da temsilcilik açmalarına müsaade edilmelidir. Eğer milletvekillerimize herhangi bir engel çıkaran ülke olursa, en aktif biçimde protesto edilmeli ve onların da parlamenterlerine benzeri engeller çıkarılmalıdır. Böylece, “sömürge valisi” edasıyla Türkiye’yi sorgulayan, aşağılayan, ulusal onurumuzla ve ülke bütünlüğü ile oynayan denetçilerin gerekçeli olarak önleri kesilmiş olacaktır. Bu arada Türkiye, Karabağ sorununu ısıtıp ısıtıp Ermenilerin ve Batılı ülkelerin önüne çıkarmalı; uluslararası gündemden düşmemesi için çaba sarfetmelidir. Ülkemizin onurlu bir dışpolitikaya gereksinimi her geçen gün artmaktadır. Ama bu hükûmetle mi? Asla!.. Türkiye’nin egemenlik haklarını, halka gitmeksizin Brüksel’e devretmeye kalkışanların, Atatürk ilke ve devrimlerine ihanet ederek, Anayasa’nın değiştirilemez maddelerini yok sayarak, sırf AB’nin istemleri doğrultusunda ulus-devlet yapılanmasını yıkmayı gözönüne alarak bu ihaneti sürdürenlerin, onurlu bir dışpolitika izlemeleri, uluslararası arenadaki Ermeni provokasyonları ile başa çıkmaları kesinlikle olanaksız görünmektedir. Türkiye’nin önceliği, bu safraları atmaktır; böylece sorunlar çok daha kolay çözümlenebilecektir…

Dr. Necip Hablemitoğlu, Ankara Üniversitesi Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü