Twitter
Visit Us
YOUTUBE
YOUTUBE
LINKEDIN
Share

 

Türkiye 1984’ten buyana PKK terör örgütüyle kendi topraklarında ve Irak kuzeyinde yaptığı operasyonlarla mücadele ediyor. Bunun yanında Türkiye özellikle 2001’de ABD’de gerçekleşen 9/11 saldırılarından sonra başlatılan “terörle küresel savaş” bağlamında uluslararası arenada da terörle mücadele operasyonlarına geniş katılımlarla destek verdi. Ancak bugün itibariyle kesinlikle söyleyebiliriz ki Türkiye’nin PKK’ya karşı 30 yıldan fazla süren mücadelesinde hep yalnız kaldığı gibi PKK terör örgütü hep dış güçler tarafından Türkiye’ye karşı kullanıldı, desteklendi.

Terörün ve PKK’nın siyasallaşmasının önünün açılması

Bütün bu olumsuzluklara rağmen aslında Türkiye 1999’a gelindiğinde bölücü terör örgütünü askeri anlamda yenmiş ve sınırların dışına çıkarmıştı. Ancak Hükümetler askeri anlamdaki bu kazanımı sosyal, kültürel, diplomatik, siyasi, ekonomik, psikolojik alanlardaki tedbirlerle desteklemediği için Irak’ın kuzeyinde kendine güvenli alan bulmuş olan PKK kendini toplayıp 2003’ten sonra yeniden terör saldırılarına başladı. Ama bu sefer durum biraz farklıydı. Ne de olsa teröristbaşının Türkiye’ye teslim edilmesini sağlayan ABD, “teröristbaşının idam edilmemesi ve Kürt sorununun siyasi olarak çözülmesi” şartını dayatmıştı. O zamanlar bunun ne anlama geleceği belki algılanamadı ama bugün ne anlama geldiğini artık açıkça görüyoruz. Çünkü sorunun siyasi arenada çözülmesi için “terörün ve terör örgütünün siyasallaştırılması” gerekiyordu.

Türkiye’yi yönetenlerin de, 2003’ten sonra yeniden teröre başlayan PKK terör örgütüne çoğu zaman terör örgütü gibi muamele etmekten imtina etmesi (belki de ABD’nin teröristbaşının teslim şartı gereğince) nedeniyle terörün ve terör örgütünün siyasallaşmasını kolaylaştırdı. 2005 ve özellikle 2008’den itibaren yürütülen açılım politikaları, terör örgütünün sözde ateşkes adı altında uyguladığı eylemsizlik taktikleri, 2013 yılında PKK terör örgütünün hükümlü liderinin güdümündeki çözüm süreci kurgusu terör örgütünü siyasi bir muhataba dönüştürdü ve sonunda müzakere masasına oturulmasına neden oldu.

Tabi bu noktaya gelinmesindeki en büyük etkenlerden birisi de Hükümetin “stratejik iletişim”deki büyük hatalarıydı. Bu hatalar da, Türkiye’yi yönetenlerin söylemlerinde çelişen ifadeler kullanarak, terör örgütüne yardım edenleri muhatap alarak, 30 yıllık terörün bir numaralı sorumlusu olan terör örgütünün hükümlü liderini terörü sona erdirecek barışçı bir lider olarak sunarak, terör örgütünün barıştan yana olduğunu ancak örgüt içindeki bazı radikallerin terör saldırıları yaptığını iddia ederek, terör örgütüyle şeffaf olmayan şekilde görüşmeler yaparak, Türkiye Cumhuriyeti’nin anayasasını ve kamu düzenini değiştirecek hususları terör örgütü temsilcileriyle görüşerek, vb  şekilde yapıldı.

ABD ve Avrupa’nın tutumu

Tabi Türkiye’yi yönetenler, politikaları belirleyip uygulayanlar böyle davranınca yabancı ülkeler de ellerine geçen bu fırsatı iyi kullanarak PKK’ya aynı şekilde davrandılar. Bu noktada Türkiye’de iktidara yakın medyada yazan yazarların Öcalan’ı devreye sokulacağının, müzakerelerin yeniden başlayacağını yazmasının, bunun yanında iktidar partisinden milletvekillerinin PKK’nın taleplerinin (özerklik, özyönetim, Öcalan’ın özgürlüğü vb) konuşulabileceğini rahatlıkla açıklıyor olması da Batılı ülkelerin PKK lehinde, PKK’yı aklar nitelikte açıklamalar yapmasına ortam hazırladığını da hatırlatmak gerekir.

Bütün ülkelerin ve üye almak için uğraştığımız AB’nin tutumu çok önemliydi ama Türkiye’yi yönetenlerin stratejik ortak ya da model ortak diye tanımladığı ABD’nin tutumu çok önemliydi. ABD, PKK’yı 1997’de kendi “yabancı terör örgütleri listesi”ne aldı. İkili, üçlü değişik mekanizmalar altında ABD ile başlatılan terörle mücadele işbirliği kapsamında istihbarat paylaşımları yapıldı, 05 Kasım 2007’de Vaşington’da yapılan Erdoğan-Bush zirvesinden sonra PKK “ortak düşman” ilan edildi ama ABD, PKK’ya karşı tek bir kurşun bile atmadı.

Aynı ABD’nin, hem Türkiye’de 2013’te PKK ile başlatılan çözüm süreci ve müzakerelerden hem de PKK/PYD’nin Haziran 2014’ten sonra ortaya çıkan IŞİD’e karşı sahaya sürülerek Batı kamuoyunda kahraman ve kurtarıcı olarak algılanmasından hareketle “PKK’yı bir sivil toplum örgütü konumuna sokan yaklaşım” sergilemeye yöneldiğini ve bunu da açıkça yaptığını görüyoruz. Bu yetmiyormuş gibi PKK’nın Suriye kolu PYD/YPG’ye (ABD’nin terör örgütleri listesinde olmadığı gerekçesiyle) Ayn el Arab (Kobani)’dan başlayarak silah/mühimmat yardımı yaptıklarını

30 Temmuz 2015 günü Beyaz Saray sözcüsü Josh Earnest PKK saldırıları ve TSK’nın operasyonlarını değerlendirirken olayı “Türklerle bir kısım (bazı) Kürtler arasındaki çatışma” diye tanımlamış, sonrasındaki dönemde de diğer Amerikalı yetkililerin sıksık yaptığı gibi Türk hükümetinin PKK ile müzakere sürecine dönmesini tavsiye etmişti.

Bu kapsamda Avrupalı sözde müttefiklerimizin de aynı anlayışta olduklarını iki örnekle hatırlatmakta fayda var. Almanya Başbakanı Merkel 18 Ekim 2015’teki Türkiye ziyaretinde yaptığı açıklamalarda şu ifadeleri kullanıyordu: “…Seçimlerden sonra Kürtlerle yeniden barışma konusunun gündeme gelmesini istiyoruz….”. Birisiyle barışacaksan şuanda savaş halindesin demektir yani Merkel demek istiyordu ki Türkiye (yani Türkler) Kürtlerle savaşıyor. Avrupa ülkelerindeki bu hakim anlayış aynı zamanda PKK’nın Kürtlerin temsilcisi olduğu anlayışının da bir ifadesiydi. Fransa’nın tutumunu aslında yazmaya bile gerek yok çünkü çok açık bir şekilde sözde Kürtlerin haklarını destekliyoruz söylemiyle PKK’nın arkasında oldukları aşikar. PKK’nın Suriye’deki kolu PYD/YPG’nin liderlerini Paris’te Başkanlık Sarayında ağırlamaları bunun son somut örneklerinden birisi olmuştur.

Bu bağlamda son dönemdeki en ilginç açıklamalardan biri ABD Savunma Bakanı Carter’dan geldi. Carter’in 1 Aralık’ta Amerikan Senatosunda IŞİD stratejiyle ilgili olarak verdiği ifadede satır aralarında kalan, Türk basınında hiç yer bulmayan ama ABD’nin PKK’ya yaklaşımını göstermesi açısından çok önemli olan bir ifadesi oldu. Carter Türkiye’nin operasyonlarının IŞİD’e değil PKK’ya yoğunlaştığını söylerken “PKK, Türkiye sınırları içinde bir terör örgütüdür” deyiveriyordu. Yani Carter söylediği bu kısa ifadeyle aslında, “PKK’yı sadece Türkiye bir terör örgütü olarak görüyor, kendi toprakları üzerinde mücadele ediyor ama sınırları dışında yani Irak ve Suriye’nin kuzeyindeki PKK/PYD bizim için terör örgütü değildir onlar IŞİD’e karşı savaşan örgütlerdir” demek istiyor ve ABD ve Batı’nın neden Türkiye’nin PKK’ya karşı sınır ötesi operasyonlarına karşı çıktığını da açığa çıkarmış oluyordu.

Şimdi Carter’ın söylediği “PKK Türkiye sınırları içinde bir terör örgütüdür” sözünü Amerikan Dışişleri sözcüsünün birkaç gün önce söylediği bir açıklamayı hatırlatarak bir adım daha ileri götürüp gerçekte ABD’nin PKK’yı Türkiye sınırları içinde bile bir terör örgütü olarak görüp görmediğini anlamaya çalışalım. Amerikan Dışişleri sözcüsü 21 Aralık’taki günlük basın brifinginde Türkiye’nin güneydoğusundaki terör olayları ve TSK’nın operasyonlarıyla ilgili soruya “Tüm Türk vatandaşlarına yönelik kalıcı ve sürdürülebilir bir barışın getirilmesi için Türk hükümeti ile PKK tarafından politik sürece yeniden dönülmesine yönelik taahhütleri görmeyi umut ediyoruz” şeklinde cevap veriyordu. Neresinden bakarsanız bakın Türkiye Cumhuriyeti aleyhinde bir açıklama olduğunu görüyorsunuz. Amerikan kanunlarına göre terör örgütleriyle hiçbir şekilde görüşmek, müzakere yapmak yasaktır ve Amerikalılar bu konuyu filmlerinde bile sürekli işleyerek ABD’nin terörle mücadelede toleransız oldukları algısını yaymaya çalışmaktadır.

Anlaşılan o ki ABD için sadece kendisine tehdit oluşturanlar bir terör örgütü olabilir diğerleri yani PKK gibileri Amerikan politikasının birer manivelasıdır. İşte bu pozisyondaki ABD, Türkiye’nin (Türkiye’nin terör örgütü olarak gördüğü ve ABD’nin yabancı terör örgütleri listesinde olan) PKK terör örgütüyle “politik sürece” dönmesini istiyor. Amerikalı ve Batılı yetkililer Türkiye’de hükümetin çözüm süreci dediği süreci genellikle barış süreci olarak adlandırmışlar, Türk hükümetinin PKK ile müzakere masasına dönmesini istemişlerdi ama bu sefer belki de ilk kez Amerikan Dışişleri söz konusu süreci “politik süreç” olarak adlandırıyordu. Ayrıca Amerikalı sözcünün tüm Türk vatandaşlarına “barış” getirilmesinden bahsetmesi Türkiye’nin terörle mücadele operasyonu yaptığını değil hükümet ile PKK arasında bir savaş olduğunu kabul ettiğini göstermektedir. Bu anlayış ABD’nin PKK’yı Kürtlerin hakları için savaşana bir siyasi örgütlenme olarak gördüğünün en büyük kanıtıdır.

Aynı konuda bir çağrı da AB’den geldi. Güneydoğu’daki terör olayları ve askeri operasyonlara ilişkin olarak AB’den (AB Dış İlişkiler ve Güvenlik Yüksek Temsilcisi Federica Mogherini’nin sözcüsü) yapılan açıklamada siyasi sorumluluk taşıyan tarafları derhal ateşkes yapmaya ve barış sürecine geri dönmeye” çağrıldı. Bu açıklamada kullanılan ifade de sürecin tarafları siyasi sorumluluk taşıyanlar olarak nitelenmiş yani sürecin bir tarafı olan PKK siyasi bir aktör olarak kabul edilmiş.

Avrupa ve AB bağlamında yeni çıkan bir gelişmeyi de burada not edelim. O da Hollanda parlamentosunda, PKK’ya yönelik operasyonlar nedeniyle, AB fonlarından Türkiye’ye yapılan maddi yardımların dondurulması tartışmalarıdır ki bu anlayış Türkiye’nin yaptıklarının bir terörle mücadele operasyonu olarak görülmemesinin yanında önümüzdeki günlerde PKK’ya yapılan operasyonların aslında Kürtlere yapılıyor gerekçesiyle ve Kürtleri korumak adına Batı’da Türkiye’ye karşı geniş çaplı yaptırımların da önünü açabilecek bir gelişmedir. Bunun anlamı Batı’nın PKK’yı terör örgütü olarak görmedikleri ve PKK’yı Kürtlerin temsilcisi olarak kabul ettikleridir.

Bu öngörümüzü destekleyecek bir değer gelişme de NATO‘da yaşandı. Suriye sınırımızda Rus tehdidine karşı hava sahamızı korumak üzere NATO destek paketinin görüşülmesi esnasında NATO kulislerinde üye ülkelerin diplomatik temsilcilerinin Türk tarafına PKK ile müzakerelere dönülmesi yönünde telkinde bulundukları haberlerinin basına yansıması NATO’da da genel hakim düşüncenin PKK’yı bir terör örgütü olarak görmekten uzak olduğu yönündedir. Nitekim Temmuz ayında Suruç saldırısı ve Ceylanpınar’da polislerimizin şehit edilmesiyle ilgili olarak Türkiye’nin talebiyle NATO’dan yapılan görüşmeler sonrasında NATO’dan yapılan kınama açıklamasında ve NATO yetkililerin in açıklamalarında PKK terör örgütünün adının zikredilmemesi de bu tespitimizi desteklemektedir.

Bu aşamada Suriye örneği üzerinden bir hatırlatma yaparak Batı’nın Türkiye’deki durumu nasıl gördüğünü daha iyi kavramaya çalışalım. Bilindiği üzere bugün Suriye’de yaşanan iç savaşı sona erdirmek üzere bir sürü girişim yapılıyor ve bunlar uluslararası arenada Suriye’de politik sürecin yeniden başlatılması (yani gelecekte Suriye yönetiminde yer alacak aktörlerin belirlenmesi ve sisteme dahil edilmesi) ya da Suriye’de barış görüşmelerinin yeniden başlatılması şeklinde tanımlanıyor. Bu örnek bile ABD ve Avrupa’nın Türkiye’deki durumla ilgili olarak Suriye’deki durumla ilgili aynı tanımlamaları yani barış süreci veya politik süreç tanımları kullanarak PKK’yı nasıl bir aktör ve hangi konumda gördüklerini de net bir şekilde ortaya koymaktadır.

Bütün bunların yanında gerçekte ABD’nin, Rusya’nın ve İran’ın güdümünde olan merkezi Irak yani Bağdat yönetiminin, Musul’daki Başika kampına Türk askeri gönderilmesi olayını da kullanarak IŞİD’le mücadele ediyor söylemiyle PKK’ya silah yardımında bulunulması ve PKK’nın Musul’un kurtarılması operasyonlarına katılmasını sağlayacak bir girişim başlatmasına yönelik gelişmeyi de yukarıda belirtilen hususlarla birlikte ele almakta fayda var.

Sonuç olarak;

Suriye ve Irak’taki gelişmeleri, IŞİD eliyle bölgede haritaların yeniden çizilmesi hamlelerini Türkiye’nin gündeminin ana konusu yapılmak istenen çözüm veya müzakere veya hükümetin yeni adlandırmasıyla birlik ve kardeşlik sürecinden ayrı ele almak mümkün değildir, ayrı şeyle gibi düşünülmesi de doğru değildir. 28 Şubat 2014’te Dolmabahçe’de AKP-HDP ortak açıklamasındaki görüntü ve açıklanan metindeki ifadelerde olduğu gibi, Türkiye içinde PKK barış isteyen bir örgüt olarak sunulup politik bir aktör olarak topluma pazarlanmaya devam edilirken, aynı PKK’nın Irak’ın kuzeyinde barınan kısmıyla Suriye kuzeyinde PYD/YPG adıyla piyasaya sürülen kısmının da IŞİD’le mücadele eden Batı’yı IŞİD tehdidinden kurtaran kahramanlar olarak kabul ettirilmeye çalışıldığını görüyoruz.

Bütün bunlar olurken Türkiye’deki medyanın önemli bir bölümünde Türkiye içindeki terör olaylarını yapanlar YDGH gibi yeni isimlerle adlandırılıp, PKK’nın ana merkezi olan Kandil’den yapılan açıklamalar KCK adıyla pazarlanıp, KCK ve YDGH örgütlenmeleri PKK’dan farklıymış ve sanki sivil toplum örgütleriymiş gibi yansıtıldığını görüyoruz. Ayrıca Suriye kuzeyinde şehir savaşlarında PYD/YPG adı altında tecrübe kazanmış teröristlerin Türkiye içine nakledilerek edilerek terör saldırılarında kullanıldığı yani Türkiye ile Suriye ve Irak kuzeyi arasında sürekli bir s geçişi olduğunun yani hem güneydoğumuz hem de Suriye kuzeyinin PKK terör örgütünün kontrolüne alınarak birleştirilmek istendiğinin üstü örtülmeye çalışılmaktadır. Bu gelişmeler PKK’nın terör örgütler listesinden çıkarılmasını hızlandırmaktadır.

Bütün bunların da Türkiye’nin yönetiminde söz sahibi olanların ve iktidara yakın olanların yaptıkları ve terör örgütünün politik bir aktör konumuna sokulmasında PKK terör örgütünün dış destekçilerine büyük kozlar veren stratejik iletişim hatalarıyla kolaylaştırıldığını da söylemeliyiz. Bugüne kadar ABD ve Avrupa söylemde PKK’yı terör örgütü olarak görse de gerçekte terör örgütü olarak görmediğini sahadaki faaliyetleriyle göstermişlerdir. Dolayısıyla Batılı sözde müttefiklerimiz PKK’yı Türkiye’nin geleceğinde söz sahibi bir politik aktör yapmak için ellerinden geleni arkasına koymamaktadır ancak Türkiye de kendi elleriyle onlara ortam hazırlamaktadır.

PKK’nın terör örgütü listesinden çıkarılması ve politik bir aktör olarak artık bir zamanlama meselesidir ve 7 Haziran seçimlerinden itibaren Türkiye’de gündemde olan “müzakere/özerklik olmazsa PKK büyük ayaklanmayı başlatır” şantajıyla Türkiye’nin PKK ile yeniden masaya oturmasının hesapları yapılmaktadır. Bu Türkiye’nin bekası ve geleceği açısından yapılacak en büyük hata olacaktır. Çözüm sürecinin aslında PKK’nın bir kumpası olduğu ortaya çıkmıştır. Aynı kumpasa tekrar düşmek (ki maalesef gelişmeler PKK ile müzakerelere dönülmesi projesinin 2016 ile birlikte hızlanacağını ve Nevruz’dan önce hayata geçirileceği yönündedir), dış güçlerinin planlarının da hayata geçmiş olmasıyla birlikte PKK’nın politik bir aktör olarak masada kazanması ve Türkiye’yi bölerek Türkiye’nin geleceğine ortak olması anlamına gelmektedir ki bu gelişme aldatıldık söylemleriyle de izah edilecek bir durum değildir.