Twitter
Visit Us
YOUTUBE
YOUTUBE
LINKEDIN
Share

Suudi Arabistan’da yeni yılın ikinci gününde çeşitli terör suçlarından hüküm giyen 47 kişi başları kesilerek idam edildi. İdam edilenler arasında Şii din adamı Ayetullah Nemr Bakır en-Nemr’in bulunmasına İran’dan büyük tepki geldi. S.Arabistan İran ile ilişkilerini kesti. Bahreyn ve Sudan da S.Arabistan’a destek kapsamında İran ile ilişkilerini kesti, BAE ise diplomatik ilişki seviyesini düşürdü. Batı ülkeleri ve Rusya ise sükunet tavsiye edip gerginliğin düşürülmesini, sıcak çatışmadan kaçınılmasını tavsiye etti.

Şii din adamının idamının zamanlaması manidar

İdam edilen Şii din adamı Nemr, bölgede Arap Baharı ile başlayan gelişmeler bağlamında 2011 yılında S.Arabistan’daki Şiilerin halk hareketlerine destek verdiği, tahrik ettiği gerekçesiyle Temmuz 2012’de tutuklandı ve Ekim 2014’ten buyana da idam edilmeyi bekliyordu. Dolayısıyla IŞİD’le mücadele kapsamında bölgede kamplaşmanın yaşandığı bir dönemde üst düzey bir Şii din adamının idam edilmesinin gerginlikleri ve var olan mevzi mezhep çatışmalarını körükleyeceği aşikardı. Ayrıca S.Arabistan’ın özellikle Suriye’de ılımlı muhalif dedikleri El Kaide bağlantılı grupları İran’ın desteklediği Esad’a karşı desteklediği, Yemen’de İran’ın desteklediği Husilere karşı Yemen’de S.Arabistan’ın Mart 2015’ten buyana operasyon yürüttüğü yani S.Arabistan ile İran’ın vekaletler yoluyla savaş halinde bir ortamda bu tür bir hareketin olayların büyümesini tetikleyeceğini herkes biliyordu.

Diğer taraftan S.Arabistan’ın Yemen’de 15 Haziran 2015’te başlayan ateşkesin sona erdirildiğini de aynı gün açıklaması dikkat çekicidir. Çünkü ateşkes devam etseydi Ocak 2016 ortasından itibaren taraflar arasında barış görüşmelerine geçilmesi planlanıyordu. Aynı şekilde Cenevre-NewYork görüşmeleri kapsamında Suriye’de de Ocak ayı içinde ateşkes ilan edilmesine yönelik girişimler devam ediyordu. İşte barışın sağlanmasına yönelik böylesine kritik gelişmelerin beklendiği bir dönemde S.Arabistan’ın bu hamlesinin mantığını anlamak zordur.

Ancak İran’ın Batı ile yaptığı nükleer anlaşmaların (başta S.Arabistan olmak üzere Körfez ülkeleri buna karşı çıkmıştı) gereklerini yerine getirerek yaptırımlardan kurtulmasına yaklaşık bir hafta kaldığına bakıldığında S.Arabistan’ın böyle bir krizi başlatması kendi açısından anlaşılır hale gelmekle birlikte, İslam ittifakının sağlanması, bölgede barışın tesisi bağlamında ise halen anlaşır ve kabul edilebilir değildir.

Türkiye’nin duruşu

Şii din adamının CB Erdoğan’ın 2015 Aralık ayının son günlerinde yaptığı S.Arabistan ziyaretinden sonra gelmesi de S.Arabistan ile Türkiye arasında bir ittifak var algısı yaratması bağlamında da manidar olduğunu belirtmekte fayda var. Çünkü Türkiye Mart 2015’te Yemen’de başlayan S.Arabistan liderliğindeki operasyonu desteklediğini açıklamıştı. Ayrıca Türk hükümeti 14 Aralık 2015 tarihinde S.Arabistan’ın açıkladığı İslam İttifakı’nda yer aldığını açıklamıştı. Bu noktada İslam İttifakının sadece Sünni çoğunluğun olduğu ülkeleri kapsadığı gibi Şii ülkeler yanında Rusya ve İran ile yakın ilişkileri olan Sünni ülkeleri bile kapsamaması nedeniyle İslam dünyasında bir ittifaktan ziyade bölünmeyi işaret eden bir girişim olduğunu hatırlatmakta fayda var.

Bununla birlikte Hükümet sözcüsünün konuyla ilgili açıklamasında her iki ülkeyi sükunete davet etmesi olması gereken bir açıklama olmuştur. Bu açıklamayla her iki ülkeye aynı mesafedeymiş gibi bir görüntü verilmesine rağmen yukarıda belirtilen pratikteki uygulamalara bakıldığında Türkiye halen S.Arabistan’ı destekler bir pozisyondadır. Eylem ile söylemdeki farklılık Türkiye’nin güvenilirliğini ve tarafsızlığını zedelemekte, arabulucu rolü üstlenmesini engellemektedir. Halbuki Türkiye nüfusunun çoğunluğu Müslüman olan anacak laiklik anlayışını benimsemiş ve bunu korumuş bir Türkiye muhtemel bir Şii-Sünni mezhep çatışmasını önleyebilecek en önemli ülke olarak rol alabilecekti.

Müsümanların “30 yıl savaşları” yani mezhep savaşları mı başlıyor?

İşte böyle bir ortamda yaşanan bu son gerginlik ne anlama geliyor. Şii ve Sünni ülkeler arasında gittikçe artan ve yaygınlaşan gerginlik Irak ve Suriye’de zaten yaşanan mevzi Şii-Sünni çatışmalarını derinleştirmesinden endişe ediliyor. Özellikle IŞİD tehdidinin bölgeyi esir aldığı Haziran 2014’ten sonraki gelişmeler ve yapılan değerlendirmeler bu endişelerde haklı olunduğunu bir nevi desteklemektedir.

Bütün Batılı devletler ve uzamanlar fikir birliği içerisinde İŞID tehdidinin ve mücadelesinin uzun yıllar alacağını söylemişti. Obama döneminde CIA Başkanlığı ve Savunma Bakanlığı yapan Leon Panetta ise Kasım 2014’te yaptığı açıklamada mevcut IŞİD’le mücadelenin “bir çeşit 30 yıl savaşı olduğunu ve savaşın Libya, Nijerya, Somali ve Yemen’e kadar uzanabileceğini” söylemişti. Olaylar Panetta’yı haklı çıkaracak şekilde gelişiyor. Özellikle de son İran-S.Arabistan gerginliği.

Panetta’nın bu açıklamasının genelde “IŞİD’le mücadelenin sadece çok uzun süreceği” bağlamında ele alındığı görüyoruz. Halbuki Panetta’nın 30 yıl savaşları tanımıyla bir mezhep savaşına dikkat çektiğini görmeliyiz. Çünkü 30 yıl savaşları 1618 ile 1648 yılları arasında yapılan ve Avrupa devletlerinin çoğunun katıldığı savaşlar dizisidir. Temelinde, bir ProtestanKatolik mücadelesi olsa da, savaşan devletlerin çoğu dinsel değil siyasi amaçlar için savaşmıştır. Kutsal Roma Cermen İmparatorluğu‘na bağlı prensliklerin farklı taraflarda savaşması sebebiyle bir iç savaş niteliği de taşır. Savaş, 1648 yılında Protestanların zaferiyle bitmiş ve Vestfalya Antlaşması ile savaş sonucunda ana olarak Almanya ve Avusturya‘dan oluşan Kutsal Roma-Cermen İmparatorluğu her biri hükümran olan birçok küçük devlete ayrılmıştır.

Bu bağlamda Şii din adamının idam edilmesiyle başlayan ve yayılan gerginliğin S.Arabistan ile İran arasında bir sıcak çatışmaya dönüşme ihtimali tabi ki var. Ancak İran’ın 1990’da Kuveyt’in işgaliyle başlayan süreçte bölgedeki çatışmaların kendi topraklarına sıçramasını önlemede başarılı olduğunu, özellikle 2003’te Irak’ın işgaliyle birlikte ABD, İsrail ve Batı ile mücadelesini vekaletler yoluyla topraklarından uzakta Lübnan, Irak, Suriye ve Yemen’deki savaş ve çatışmalarla yaparak topraklarını sıcak çatışmalardan korumayı başardığını biliyoruz. Eğer bir Şii-Sünni çatışması yaşanacaksa bunun halen bir savaş alanına dönmüş Irak ve Suriye’de derinleşmesini beklemeliyiz. Hatta bu çatışmaların Şii ve Sünni toplum kesimlerinin olduğu Irak ve Suriye’ye komşu ülkelere yayılacağını, dolayısıyla İran’dan ziyade Suudi topraklarının da sıcak çatışmaları daha çok yaşayacağını öngörmeliyiz.

Böyle bir durum Rusya’nın özellikle Suriye’ye angaje olmaya devam etmesine yol açacaktır. Bu durum Batının özellikle ABD’nin bölgeyi yeniden dizayn etme ve haritaları yeniden çizme hedefleriyle de uyumludur. Petrol fiyatlarının düşük kalarak Rus ekonomisinin daralmaya girdiği ve Rusya’nın askeri olarak Suriye’ye angaje olduğu ortam ABD liderliğindeki koalisyonun işine gelmektedir. Bu bağlamda Hürmüz ve Bab el Mendep boğazlarının petrol nakliyatına kapatılmasına (hem Batının petrol ihtiyacı karşılanamaz hem de petrol fiyatları yükselir, Rusya’nın lehine durum oluşur) yol açabilecek S.Arabistan-İran çatışması Batı’nın isteyeceği son seçenek olacaktır. Ancak Rusya’nın petrol fiyatlarının uzun süre düşük seyretmesine seyirci kalmayacağını ve İran-S.Arabistan çatışması olmasa da başka şekilde (Bab el Mendep boğağıznı kontrol eden Yemen’in batısındaki Husileri desteleyerek bu boğazdaki petrol nakliyatını sekteye uğratması ya da Ermenistan-Azerbaycan gerginliğini tahrik ederek Bakü-Tiflis-Ceyhan boru hattının kapanmasına yol açabilecek gelişmelerin körüklenmesi gibi) petrol fiyatlarına müdahale arayışlarına girmesi beklenmelidir.

Sonuç olarak;

Ortadoğu’da devam eden Şii-Sünni gerginliği ve mevzi çatışmalar son İran-S.Arabistan kriziyle daha da derinleşme ve yayılma eğilimine girmiştir. Tarihten ders alanlar açısından bu eğilim, özellikle son İran-S.Arabistan krizi, IŞİD’in yarattığı tehdit ortamının devamında Müslümanların 30 yıl savaşı yani Müslümanlar arasında bir mezhep savaşının fitilin ateşlenmesi anlamına gelmektedir. Böyle bir mezhepler savaşının ise kısa sürede sonuçlanması beklenmediği gibi tıpkı Hıristiyanların mezhep savaşından sonra olduğu gibi bölgede yeni devletlerin ortaya çıkmasına yol açacağını söylemeliyiz.

Bu gelişmenin, yabancı güçlerin Birinci Dünya Savaşından sonra bölgede oluşan ancak yarım kaldığını düşündükleri dengeyi ve haritaları yeniden oluşturmak üzere halen bölgeye yeniden dönme hedefleriyle örtüşmesi dikkat çekicidir. Bu bağlamda İslam ülkeleri daha doğrusu bölge ülkeleri içine sürüklendikleri bu mezhep çatışmalarının arkasında dış güçlerinin tahrik girişimlerinin olduğunu görmeli ve mezhepsel ayrılıkları bırakarak kendi aralarında birlik içinde hareket etmeleri gerektiğinin de farkına varmalıdır.