Twitter
Visit Us
YOUTUBE
YOUTUBE
LINKEDIN
Share

Dünya üzerinde üç kıtanın birleşim/kesişim noktasındaki stratejik konumu nedeniyle, tarih öncesi çağlardan bu yana birçok medeniyetin beşiği olan Anadolu, aynı zamanda binlerce yıllık kültürel zenginliği ve geçmişiyle sayısız uygarlığa da ev sahipliği yapmıştır.
Güneşin doğduğu yer olarak bilinir.
Eski ABD Başkanlarından Bill Clinton’un, şöyle bir sözünden bahsedilir: ‘’Parmağımı dünya üzerinde Türkiye’nin bulunduğu coğrafyaya koyduğumda içim titriyor.’’
Bu kadar popüler bir konuma sahip olması sebebiyle Anadolu toprakları, 11. yüzyıldan bu yana haçlıların hedefidir. Batı, bu meseleyi ‘’Şark Meselesi’’ olarak adlandırmıştır.
Haçlı Seferelerinin kadim gayesi, şüphesiz ki, Türkleri Anadoludan çıkararak tasfiye etme plân ve projesidir.
Bu konuda geliştirilen projelerin tamamı -ki sayısız proje ürettikleri bilinir- batılılıların varlıklarını sürdürebilmeleri için ‘’Türkleri yok etmek gerek’’ tezine dayalıdır.
Anılan plân ve projeler, çağın gereklerine göre şekil ve içerik değiştirerek günümüze kadar devam ettirilmiş ve ettirilmeye devam edilmektedir. PKK, IŞİD ve FETÖ gibi bölücü ve yıkıcı terör örgütlerinin varlığı, yukarda belirtilen hasmane plân ve projelere örnektir.
Fransız tarihçi Albert SOREL, şark meselesinin, Türklerin Avrupa’ya girmesiyle başladığını, buna karşılık, ‘’Türkleri Avrupa’dan atmak için çok çeşitli plân ve projelerin yapıldığını’’ özellikle belirtiyor. [1] Eldeki tarihi belge ve bilgiler, bize haçlı seferlerinin üç safhada plânlanıp icra edildiğini gösteriyor.
Birinci Safha: Selçuklu Sultanı Alp ARSLAN’ın 1071’de Bizans İmparatoru Romen DİYOJEN’i yenmesi ile başlamış, 1683 Viyana bozgununa kadar sürmüştür.
İkinci Safha: Türkleri önce Avrupa’dan, sonra Balkanlardan kovarak, Asya steplerine geri göndermeyi kapsar. Bu safha 1923’e kadar sürmüştür. Üçüncü Safha: 1923’de başlar ve günümüze kadar devam eder.
Bu safhada, Lozan Antlaşmasının imzalanmasını müteakip, Türklerin haysiyetli ve şerefli bir millet olarak dünya sahnesinde -tam bağımsız olarak- yer almasını, yaşamasını ve kurucu liderinin hedef olarak gösterdiği çağdaş uygarlık düzeyine çıkmasına engel olmak maksadıyla,
-Türkleri daima yabancılara muhtaç halde tutmak,
-Bölgesinde jeopolitik bir aktör olarak söz sahibi olmasına ve yükselmesine mâni olmak,
-Bulunduğu coğrafyada komşularıyla sürekli olarak anlaşmazlık ve çatışma içinde tutmak,
-Türkiye’deki ırk, din ve mezhep farklılarını körükleyerek, içlerine etnik ve dini fitneyi enjekte etmek suretiyle toplumu kamplara ayrıştırmak, kutuplaştırmak, bölmek, parçalamak,
-Doğrudan Türkiye’ye doğru bir göç dalgası yaratarak ve teşvik ederek bilhassa Arap ve Afgan nüfusu ülkeye mülteci ve veya sığınmacı olarak sokmak bu suretle, Türkiye’nin demografik yapısını tahrip etmek, iç cephesini çökertecek tarzda homojen ve mütecanis –bağdaşık- yapısını bozmaktır.
Yukarıdaki safhalandırma, bir kısım tarihçiler tarafından yapılan Türkiye’ye yönelik tehdit ve riskleri içeren bir değerlendirmedir.
Ne hazindir ki, Batılı emperyalistler bu safhaların hemen hepsini başarıyla uygulamıştır.
Özellikle Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren ortaya atılan sözde ‘’Kürt sorunu’’ fitnesi, yıllardır sürdürülen ve ülkenin maruz kaldığı etkili bir batı tuzağıdır.
Yukarda belirtilen üç aşamalı Türkleri Anadolu’dan kovarak yok etme projesine, günümüzde bir yenisi daha eklenmiştir.
Dördüncü Safha: ‘’Dâhilde hain yetiştirme ve yerleştirme safhası’’dır.
İç cepheyi çökertmenin en kolay ve en elverişli yolu, halen bu safhada cereyan etmektedir.
Ne yazık ki ‘’Anadolu öyle bir yer ki, burayı Türklere yedirmezler’’ diyen ve bu söze içerden destek veren hainler var.
Batının son yıllarda devşirme yöntemi kullanarak en başarılı olduğu safha bu safhadır.
‘’Etki odaklı harekât’’ türünün uygulandığı bu safhada, daha ziyade askeri olmayan usul ve yöntemlerle silah kullanmak yerine, zihinleri fethederek, hasım tarafın davranış ve düşünce biçimlerini, ‘’mütecavizin kendi istekleri doğrultusunda şekillendirmesi’’ esasına dayanır.
Batının asla vazgeçmediği proje, etki odaklı harekât yöntemlerini uygulayarak, Türkiye’nin bölünüp parçalanması, millî ve üniter devlet yapısını, yani Cumhuriyetimizi yok etme plân ve projesidir. Bunu da açık açık söylüyorlar zaten.
Bunun altında Türk düşmanlığı yatar.
En son örneği, ABD Büyükelçisinin yaptığı açıklamalarda görülüyor.
Haddini ziyadesiyle aşan Batılı elçi, sömürge valisi edasıyla Osmanlının akla ziyan milletlere dayalı yönetim biçimini bize reva görüyor. Sözde ulus devlet karşıtlığıyla Lozan’ı açıkça karalıyor, hızını alamayarak Türkiye’nin üniter ve lâik devlet yapısını hedef alıyor.
Dört tarafı ateş çemberi konumundaki Türkiye, bekası ve toprak bütünlüğü için yukarda sıralanan safhalandırmayı göz önünde bulundurarak, dışarıdan kendisine vâki mevcut potansiyel tehdit ve tehlikeleri bertaraf edecek, millî birlik ve bütünlüğüne tehlikeye atacak her türlü girişime karşı geliştireceği projeler ‘’millî’’ olmalıdır.
Hâlbuki konuyla ilgili siyasetin önceki yıllarda geliştirdiği projelere bakıldığında millîlikten söz etmenin neredeyse imkânsız hale geldiği görülmektedir.
Türk siyaseti bugün, 2009’da giriştiği talihsiz bir sürecin içine yeniden itilmeye başlanmıştır.
Birinci çözüm sürecinin acı ve hüsran dolu sonuçları unutuldu.
Habur rezaletinin ne olduğunu gören ve tanıklık eden bu ülkenin yurtsever insanlarının, Oslo sürecinin karanlık senaryolarını tekrar yaşamaya tahammülü yoktur.
Şimdi aynı hata tekrar ediliyor.
Ulusal ve uluslararası yasal zeminde hukuki varlığı olmayan yasa dışı bir terör örgütünü muhatap kabul ederek, bu örgütle birtakım aracılar vasıtasıyla yapılan karşılıklı görüşme, anlaşma ve açıklamaların hiçbir yasal dayanağı yoktur ve geçersizdir. Türkiye açısından kabul edilemez. [2] Diğer yandan karşımızda verdiği hiçbir söze uyma eğilimi göstermeyen, hiçbir hâl ve şartta güven duyulmayan, uluslararası terör örgütü olarak tanınan bir kitle ve bu kitle ile daha önceki yıllarda müteaddit kereler yaşanılan acı ve hazin dolu bir tecrübe vardır.
Altını çizerek tekrar söylemek gerekirse, halihazır bu şartlarda siyasetin, ‘’Türkiye’nin bekası ve güvenliği konusunda ortaya koyduğu politik hedef ve bu hedefler doğrultusunda geliştirdiğ güvenlik projeleri millî olmak zorundadır.’’
Millîlikten kasıt, ileri sürülen projelerin, 40 yılı aşkın bir süredir sürdürülen terörle mücadelenin doğasına ve ruhuna uygun olmasıdır. Diğer bir ifadeyle ülkenin millî çıkarları ile ötüşmesidir.
“ulus devlet/üniter devlet” ve “Türk vatandaşlığı” kavramlarına halel getirecek içi boş, “Yeni Osmanlıcılık” ve “Ümmetçilik” gibi emperyalizm ürünü gayrı millî projelerin Türk Milletinin engeline takılacağı aşikârdır.
Ülkenin bir kısmının karşı çıktığı, içini acıtan, yüreğini yakan, vicdanını sızlatan stratejik karar ve projelerin, toplumun maşeri vicdanında karşılık bulmayacağı çok açıktır.
Daha da vahimi, terörist başı cani bir katilin, “kurucu önder” konumuna yükseltilmesi toplum tarafından kabul edilemez, tasvip görmez, terörün 40 yıldır açmış olduğu yarayı daha da derinleştirir.
Terörle mücadele konusunda alınan stratejik kararların ve projelerin, toplumun kahir ekseriyeti tarafından benimsenmesi, ortak değerler bütünü olarak değerlendirilip onaylanması elzemdir. Bu konudaki toplumsal mutabakat ön koşuldur. Şayet bu olmazsa, ulaşılmak istenen hedefe ulaşmada izlenen süreç akamete mahkûm edilerek başarısız olur ve sonu hüsranla biter.
Türk toplumunun bugün kafasındaki soru şudur:
Son dönemde ‘’Terörsüz Türkiye’’ diye isimlendirilen proje, gerçekten bir barış ve demokrasi süreci midir, ülkenin millî çıkarları gözetilerek mi ileri sürülmüştür? yoksa arkasında bir takım gizli ajandaların olduğu ucu açık bir süreç midir?
Son söz; Terör büyük bir insanlık suçudur. Bu suçu işleyenlerle ittifak yapmak, yenilgiye mahkûm olmaktır.

KAYNAKLAR:
[1]ttp://ankaenstitusu.com/turk-imparatorlugunun-paylasilmasi-hakkinda-yuz-proje-1281-1913/
[2]http://ankaenstitusu.com/terorle-mucadelede-kirilma-anlari/